sapsız! Bundan daha güzel bir ayrılık olamazdı. Ona niçin söyliyemediğime yanarak kafamda sakladığım bir sürü güzel lâflar bunun yanında pek âciz ve renksizdi.
Şimdi onun niçin benden evvel seyahate çıktığını da anlar gibi oluyordum. Ben gittikten sonra Berlin ona ilk günlerde herhalde pek sıkıcı gelecekti. Ben bile, yol hazırlıkları, pasaport, bilet, vize işleri peşinde koşmaktan göz açamadığım halde, onunla beraber dolaştığımız sokaklardan geçerken tuhaf oluyordum. Halbuki ortada artık üzülecek bir şey de yoktu. Türkiyeye dönüp işlerimi biraz yoluna koyar koymaz onu çağıracaktım. İşte bu kadar... Hayal kurmaktaki büyük maharetim bu sefer de hemen kendini göstermişti. Havran civarında yaptıracağım güzel köşkün yerini ve onu alıp gezdireceğim tepeleri ve ormanları gözlerimin önünde görüyordum.
Dört gün sonra, Polonya ve Romanya üzerinden Türkiyeye döndüm. Bu yolculuğun, hattâ bunu takip eden bir çok senelerin yazılacak bir hususiyetleri yok... Beni Türkiyeye çeviren hâdise üzerinde, ancak Köstencede vapura bindikten sonra düşünmeğe başladım. Demek babam ölmüştü. Bunu hakikatte bu kadar geç idrâk ettiğimden dolayı bütük bir utanma duydum. Gerçi babamı gerçek bir muhabbetle sevmem için de ortada bir sebep yoktu, onunla aramızda daima bir yabancılık mevcut kalmıştı ve birisi bana: «Senin baban iyi bir adam mıydı?» diye sorsa verecek cevap bulamazdım. Çünkü iyiliği ve fenalığı hakkında bir fikir sahibi olacak kadar onu tanımıyordum. Babam benim için «insan» olarak hemen hemen hiç mevcut değildi; yalnız «Baba» dedikleri mücerret bir mefhumun insan şeklinde görünüşü idi. Akşamlan kaşlarını çatarak sessiz sadasız eve giren ve ne bizi ne annemizi hitaba lâyık görmiyen, saçsız başlı, değirmi ve kır sakallı adamla, Havuzlu kahvede göğsünü bağrını açıp gülüşerek ayran içtiğini ve küfür savurarak tavla oynadığını gördüğüm kimse bence birbirinden tamamiyle ayrı idi... Bu ikincisinin