kadar dümdüz ayrılıyorduk?
Maria Puder son birkaç dakika zarfında biraz sükûnetini kaybetmişe benziyordu. Bunu tesbit edince memnun oldum: Onun hiç sarsılmadan gittiğini görmek, beni herhalde pek üzecekti. Mütemadiyen elimi tutup bırakıyor:
«Ne mânâsız şey?... Ne diye gidiyorsun sanki?» diye söyleniyordu.
«Asıl sen gidiyorsun, ben daha buradayım!» dedim.
Bu sözümü farketmemiş göründü. Kolumdan tuttu.
«Raif... Şimdi ben gidiyorum!» dedi.
«Evet... Biliyorum!»
Trenin hareket saati gelmişti. Bir memur vagon kapısını örtüyordu. Maria Puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane:
«Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim...» dedi.
Evvelâ ne demek istediğini anlamadım. O da bir an durdu ve ilâve etti:
«Nereye çağırırsan gelirim!»
Bu sefer anlamıştım. Ellerine sarılmak, öpmek için atıldım. Maria içeri girmiş, tren sessiz sadasız hareket etmişti. Bir müddet onun bulunduğu pencerenin yanında koştum, sonra yavaşladım, elimi sallıyarak:
«Çağıracağım... Muhakkak çağıracağım!» diye bağırdım.
Gülerek başını salladı. Yüzü ve bakışları bana inandığını gösteriyordu.
İçimde yarı kalmış bir konuşmanın üzüntüsü vardı. Niçin dünden beri bu noktaya temas etmemiştik? Niçin bavul yerleştirmekten, yolculuğun zevklerinden, bu senenin kışından bahsetmiş, fakat asıl kendimize ait olan şeylere hattâ yaklaşmamıştık? Ama belki bu daha iyi idi. Uzun uzun konuşacak ne vardı? Hepsi ayni neticeye varacak değil miydi? Maria en iyi şekli bulmuştu... Muhakkak... Bir teklif ve bir kabul... Kısa, münakaşasız ve he-