zannetmek, bunun devamına ümit bağlamak suretiyle nekadar yanıldığımı gayet iyi anlıyordum. Bir taraftan da bu hakikati hâlâ kabul etmemek için çırpınıyordum. Bunun böyle olmaması lâzımdı. Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi. Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması, bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte hep teferruattı. Bunların kendiliğinden düzelmesi, asıl büyük noktaya, birbirimizi bulmuş olmak hakikatine uyması lâzımdı.
Fakat böyle olmıyacağını da gayet iyi biliyordum. Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu oğuşturur ve bu minimini hâdise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgârla yerinden oynıyarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalıyabilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı? Kiremit mi mühim, kafa mı? diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalea yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de ayni tevekkülle katlanmağa mecburduk.
Acaba hakikaten böyle miydi? Dünyada önüne geçilemiyecek hâdiseler vardı ve biz bunların sebep ve mantıklarını anlıyamıyorduk, bu doğruydu; fakat bazı mantıksızlıklar ve yolsuzluklar vardı ki, gûya tabiattan örnek alınarak yapıldığı halde, yapılmaması pek mümkündü. Meselâ, beni Havrana bağlıyan şeyler neydi? Üç beş zeytinlik, birkaç sabunhane, kendilerini tanımayı asla merak etmediğim birkaç akraba... Halbuki buraya bütün hayatımla, bütün yaşıyan taraflarımla merbuttum. Şu halde neden burada kalamıyordum? Gayet basit: Havranda işler yü-