burada atılmış duran kitaplar, bana tamamen yabancı görünüyorlardı. Bavullarımı açarak kendime lâzım olan bazı şeyleri aldım, bir gazeteye sardım. Bu sırada hizmetçi kız içeri girerek:
«Sizin bir telgrafınız var, üç günden beri bekliyor!» dedi ve katlanmış bir kâğıt uzattı.
Evvelâ hiçbir şey anlamadım. Hizmetçinin elindeki telgrafı bir türlü alamıyordum. Hayır, bu kâğıdın benimle bir alâkası olamazdı... Onun içindekini öğrenmemek suretiyle, etrafımda dolaşan bir felâketi uzaklaştırabileceğimi ümidediyordum.
Hizmetçi beni hayretle süzdü, bir hareket yapmadığımı görünce, telgrafı masanın üzerine bırakarak gitti. Yerimden fırladım, bu sefer, ne olacaksa biran evvel olsun diye, süratle telgrafı açtım.
Eniştemdendi. «Baban öldü. Yol parasını telledim. Derhal gel!» diyordu. Hepsi bu kadardı. Dört beş basit, mânası gayet açık kelime... Buna rağmen uzun müddet elimdeki kâğıda baktım. Her kelimeyi teker teker ve bir kaç defa okudum. Sonra kalktım, biraz evvel hazırladığım paketi kolumun altına sıkıştırdım, dışarı çıktım.
Ne olmuştu? Etrafımda hiçbir şeyin değişmediğini görüyordum. Herşey biraz evvel gelirken olduğu gibiydi. Ne bende, ne beni saran eşyada bir başkalık vardı. Maria herhalde pencerede beni bekliyordu. Buna rağmen artık yarım saat evvelki «ben» değildim. Binlerce kilometre uzakta, bir insan yaşamaz oluvermişti; bu vaka günlerce belki de haftalarca evvel olduğu halde, ne ben, ne Maria herhangi bir şey sezmemiştik. Günlerin birbirinden farkı yoktu. Fakat birdenbire, avuç içi kadar bir kâğıt, herşeyi altüst ediyor, beni bu dünyadan alıp oraya götürüyor, benim buraya değil, telgrafın geldiği uzak yerlere ait olduğumu hatırlatıyordu.
Burada birkaç aydan beri beni saran hayatı sahici