yanından ayrılmadım. Yiyecek ve meyva almak, yahut pansiyona uğrayıp çamaşır değiştirmek için onu bir ikisaat yalnız bırakmağa mecbur olunca, zaman bana korkunç derecede uzun görünüyordu. Onu kolundan tutup, bir kanapeye oturturken, veya sırtına ince bir hırka bırakırken, hayatımı bir başka insana vakfetmiş olmanın nihayetsiz saadetini duyuyordum. Pencerenin önünde karşı karşıya oturup, saatlerce dışarıyı seyreder, hiçbir şey konuşmaz, yalnız arasıra birbirimize bakıp gülerdik; onu hastalığı ve beni saadetim çocuklaştırmıştı. Birkaç hafta sonra biraz daha kuvvetlendi. Güzel havalarda beraber sokağa çıkıp yarım saat kadar dolaşmağa başladık.
Dışarı çıkmadan evvel, onu itina ile hazırlıyor, eğildiği zaman öksürük tuttuğu için çoraplarını bile giydiriyordum. Sonra kürk mantosunu sırtına geçiriyor, merdivenlerden ağır ağır indiriyordum!.. Ve evden yüz elli metre kadar ötedeki bir kanapede biraz dinleniyorduk. Oradan Tiergarten’deki gölcüklerden birinin kenarına gider, yosunlu suları ve kuğuları seyrederdik.
Ve bir gün herşey bitti... O kadar basit, o kadar katı bir şekilde bitti ki, ilk anda işin azametini anlamak benim için mümkün olmadı... Yalnız biraz şaşırdım, bir hayli üzüldüm; fakat bu hâdisenin hayatım üzerinde bu kadar büyük, bu kadar değişmez bir tesiri olacağını asla düşünmedim.
Son günlerde pansiyona gitmekten çekiniyordum. Odamın parasını peşin olarak vermiş olmama rağmen, oraya hiç uğramayışım, evsahiplerinin bana karşı biraz soğuk davranmalarına sebeboluyordu. Bir gün Frau Heppner:
«Başka bir yere taşındıysanız, haber verin de polise bildirelim. Sonra bizi mesul ederler!» dedi.
Ben işi şakayla geçiştirmek istedim:
«Sizi bırakmama imkân var mı?» diyerek odama girdim. İçinde bir seneden fazla bir zamandır yaşadığım bu oda, birçoğunu Türkiyeden getirdiğim eşyalarım, şurada