— Belli!
— Nereden belli?
— Geçende sizin dilden elime geçen bir aşk mektubundan!
— Nasıl beyağa, ister misin sana bizim çingeneceyi adamakıllı üğreteyim?...
— Kaç aydır aranızda dolaşırken yetişmiyor mu öğrendiğim?...
— Sen daha ne üğrendin ki? Vardır şinci Edirnekapı'da bir saraç Ahmet Bey, o, bizim çingeneceyi konuşur bizden daha iyi, su gibi... İsterseniz siz bana kemança üğretin, ben de size çingenece...
— Yeter öğrendiğim, istemem fazla.
— Üyle ise ben zatınıza tulum şişirmesini üğreteyim, siz de bana kemançeyi üğretin!
— Tulum şişirmek de nedir?
— Ben şişirmiştim ya, yazın bir iki keret sizin yanınızda... Amma kıyak şeydir ha, tulum şişirmek... Alırsın onu şüyle yumuşacık kucağına, dayarsın kamışını ağzına, üflersin, üflersin, o şişer. Sonra bulaşırsın onu çalmaya, hani yok mu ya o çalınırken insanın hayatı gider de bayatı gelir.
— Sen şimdi bırak tulumu, mulumu da... babanın meselesini anlat! Yemen'den buraya yaya gelen baban buradaki çingenelerin çadırına sokulup onlara çingenece selâm verdikten sonra ne oluyor?
— Ne olsun, onlara, ben de sizdenim, deyip karışıyor içerlerine... Uzatmayalım lafı, o da oluyor bir çingene..
— Ya anan?
— Anam, halis, su katılmamış çingenedir. Babam onların içine girdikten birkaç ay sonra onlardan