Tenezzüh (hikâye)

Vikikaynak, özgür kütüphane

Juli Hala çayını bitirdikten sonra penceresinin yanındaki koltuğa yaslanarak dışarıda yağan karların raks-ı hafif ve nâmütenahisine daldı. Bu yeni başlayan kış gününde onu büsbütün taciz eden, sanki daha ziyade yeise sevk eden bir can sıkıntısı vardı. Böyle fırtınalı, karlı günlerde hem-sinni olanlar odalarından çıkamazlardı. Fakat hiç olmazsa onların eğlenceleri vardı. Hâlbuki şimdi o çay içerek pineklemekten artık o kadar bıkmıştı ki... Ah yaz olaydı, hayat-nisâr güneşin altında kalın bastonuna dayanarak gezmeye çıkar, mesut aileler arasında yine evine avdet ederdi. Bazen bir iki eski refikasıyla tenezzühe çıkar, ne hoş zamanlar geçirir idi.

Pencerenin altında, havluda bir gürültü oldu. Juli Hala sıkıntısından silkinerek başını pencerenin camına yaklaştırdı, hafidleri mektebe gidiyorlardı. Al yanaklı, kuvvetli yavrucaklar... birbirlerine kartopları atarak, itişerek, karlara yuvarlanarak karların beyaz kesafetlerinde kayboluyorlardı. Juli Hala tahattur ediyordu ki kendisi de böyle çocukken karları ne kadar çok severdi.

Şimdi kendisini odasında oturmağa mecbur eden şu karları o vakit ne kadar çok severdi. Bu karlar... Bu her şeye karşı, pürşevk ü sürûr raks eden karlar, safiyet ve samîmiyetleriyle ne kadar muazzezdiler. Nihayet bir sevk-i gayr-i ihtiyarî ile kalktı, şimdi onun köhnemiş kalbinde bir iştiyak uyanmıştı: Şu karların içinde bir genç kız gibi gezmek, eğlenmek...

En kalın elbiselerini giydi, başını sardı. Odasından çıktı. Ev halkını hayretlerde bırakarak ve onların istifhamkâr sözlerine, “Ne zannettiniz, çıkıyorum işte...” gibi gülerek kapıdan çıktı. Yanaklarını bârid, karlı bir rüzgâr tırmalayarak istikbal etti. O hiç aldırmayarak yürüdü.

Biraz sonra döndü, evine baktı. Karanlık, siyah, uyuyan şu evden çıktığına o kadar memnun, o kadar şad uzaklaştı. Oh... Ne kadar güzel, beyaz, her taraf beyazdı. Ara sıra hayalî bir maça kâğıdının siyah noktaları gibi beyazlıklar içinde sekizer onar karga kümeleri geçiyordu. Şimdi bütün mâcerâ-yı hayatını gözlerinin önüne getirerek yoluna devam ediyordu. Şuralarda kaç defa böyle karlar yağarken gezmeye gitmiş idi. Küçükken buralarda attığı perendeler, kar topları pîş-i hayalinde ra’şelerle gülerek, onun artık uyuyan kanlarını bî-dâr ediyordu. Etrafına baktı, kimseler yoktu. Yere eğildi. Bir top yaparak havaya attı. Bunda tuhaf bir zevk bularak yoruluncaya kadar attı. Artık terlemişti. Terlerini silerken yanından bir gölge geçti ve onu tanıyarak, “Vay, Juli Hala” dedi, “buralarda ne yapıyorsunuz?”

Bu; kasabanın belediye doktoruydu. Juli Hala cevap verdi: “Biraz tenezzüh yavrum.”

“Böyle bir günde... Pek tehlikeli muhterem hala, pek tehlikeli.”

“Bilakis oğlum bana pek tatlı geliyor.”

Genç doktor gülerek ve uzaklaşarak: “Çabuk odana kaç hala” diyordu, “bu hava tehlikeli...”

Bu havanın, bu raksan, beyaz havanın nesi vardı? Juli Hala, sinniyle bu mevsimin arasında artık hâr bir rabıta-i hülya duymuştu. Kendisini bahar-ı hayatında gezdirerek, dolaştı. İşte şurada, sokağın içinde bir hatıra-i zî-hayatı vardı; eski âşığı... Kimse görmeden, kimse bilmeden ne hoş muâşaka ettiği şu bahçeli evin içinde ne kadar mesut dakikalar geçirmişti. O anda eski âşığını görmek istedi. Kapıyı vurdu, âşıkının hafidi açtı. O sordu: “Pederiniz evdedir değil mi?..”

“Evet, lâkin pek hasta.”

“Hasta mı?..”

“Evet, görebilirsiniz.”

Her yerinde eski ruhunun bir sâye-i yâdını gördüğü havludan, merdivenlerden geçti. Artık kumaşları, halıları solmuş olan odada garip bir hastalık kokusu uçuyordu. Âşığının kızları, torunları, yatağının başında ağlıyorlardı. O ilerledi, eğildi: “Mösyö Lui... Beni tanıyamadınız mı?”

Hasta tanıyamamıştı. İhtizâra yakın dakikaların sekerât-ı sükûnu onu sayıklatıyordu.

Juli Hala oradan çıktıktan sonra yine karların içinden, fakat deminki gibi münfail ve hayalperver olmayarak geçiyordu. Kaburgalarına doğru hafif, tedricen ziyadeleşen bir sızı onu ölüm düşüncelerine sevk etmek istiyor, sırtında, ensesine yakın bir ağrı ona refakat ediyordu. Nihayet eve gelebildi. Titreyerek soyundu, doğru yatağına yattı.

Hala Juli fena halde hasta. Bütün ailesi odasına toplanmışlardı... Gece nöbet birbirini takip etti. Nısfü’l-leylde gelen son nöbet onu pek sarstı. O saatte doktora haber göndermişlerdi.... Şimdi hepsi samit ve mâtemgîr.. Hala Juli dalgın ve bî-haber, bu sükûn-ı felâket içinde doktoru bekliyordu.

Kaynak: Ömer Seyfettin (Mart 2020). Polat, Nâzım Hikmet. ed. Bütün Hikâyeleri (4 bas.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 39-41. ISBN 978-975-08-1944-5  
Telif durumu:

Bu eser, kültürel öneminden ötürü Türkiye Cumhuriyeti'nde kamuya maledilmiştir ya da 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre eserin koruma süresi dolmuştur. Kanun'un 27. maddesine göre:

  • Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder.
  • Sahibinin ölümünden sonra alenileşen (herkesçe bilinir duruma gelen) eserlerde koruma süresi ölüm tarihinden sonra 70 yıldır.
  • 12. maddenin birinci fıkrasındaki hallerde (sahibinin adı belirtilmeyen eserlerde) koruma süresi, eserin aleniyet tarihinden sonra 70 yıldır; meğer ki eser sahibi bu sürenin bitmesinden önce adını açıklamış bulunsun.
  • İlk eser sahibi tüzelkişi ise, koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 70 yıldır.