Sayfa:Kastamonu Vaazı.pdf/5

Vikikaynak, özgür kütüphane
Bu sayfa doğrulanmış
cild 18 aded 464
Sayfa 253
(Sebilü'r-reşâd)

olmayanlara karşı yapmadığımız müdahene, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, asıcılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda. (Be'suhum beynehum şedîdun tahsebuhum cemîan ve kulûbuhum şettâ = Kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Hâlbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor) mealindeki âyet-i celile ki münafıklar vasfındadır. Bugün tamamiyle bizim hâlimizi gösterir oldu. Bundan ne kadar sıkılmamız icab der, artık onu siz takdir ediniz.


  Ey cemaat-i Müslimin! Kur'an-ı Kerîm tilâvet ederken birçok yerlerinde sünnet lafz-ı celiline tesadüf edersiniz. Evet mesela (Sunnetallâhilletî kad halet fî ibâdihî – sunnetallâhi fîllezîne halev min kablu - Ve len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ – Sunnete men kad erselnâ) gibi daha birçok âyât-ı kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz. Kitâbullah'daki sünnet Resulullah'ın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malûmu. Kur'an'ın sünneti ise Cenab-ı Hakk'ın ezelî ve ebedî olan kanunu demektir. Evet, Allahu Zü'lcelâl'in bu âlem-i hilkatte carî birçok kanunları var. Cemâdâtta, nebatatta, hayvanatta, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde, elhasıl bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar mahlûkat varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunları caridir. Bu kanunlar vaz'-ı ilâhî olduğu için insanların tertip ettikleri kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde meşiyyet-i ilâhiyye muktezasınca ibda' olunan bu hükümlerin, bu ahkâmın, bu kavânînin hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitâbullah da bize sarahaten bildiriyor. Şimdi diğer mahlûkatta, diğer âlemlerde hâkim olan sünen-i ilâhiyyeyi, yani Cenab-ı Hakk'ın ezelî ve ebedî kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hükmünü süren kanun-ı ilâhîyi tedkik edelim. Evet, milletlerde carî olan bu kanunun mahiyetini biz Müslümanlar doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'dan yani O'nun bize gönderdiği Kitâb-ı Hakîminden öğreniyoruz: Ümmet-i İslamiyyenin dünyada, ukbada felahını, necatını, saadetini, refahını, sâmânını temin eden evâmir-i ilâhiye yok mu, işte onların her biri Allah'ın bir sünneti, yani bir kanunudur. (Ve lâ teferrakû – tefrikadan, ayrılık gayrılık hislerinden uzak olunuz.), (Ve lâ tenâzeû fe tefşelû ve tezhebe rîhukum – Ey Müslümanlar birbirinize girmeyiniz, sonra kalplerinize meskenet, cebanet, acz, fütur çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz, hepsi elinizden gider.), (Vasbirû – sebattan, azimden katiyen ayrılmayınız.) İşte bunlar gibi birçok vesaya, birçok evamir var ki milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersek bunların muktezasına tevfik hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, bekası, istiklâli, mahkumiyetten selameti için aralarında vahdet hükümfermâ olması lüzumu bir kanun-ı ilâhî imiş!
  Ey cemaat-i Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi hevâsına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "Kale içinden alınır." sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimalde, garbda yetişen ne kadar Müslüman hükûmetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hâdis olan fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emevîler, Âbbâsîler, Fâtımîler, Endülüslüler, Gaznevîler, Moğollar, Selçukîler, Mağribîler, İranîler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler... Hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı Müslümanları dünyanın üç büyük kıtasına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesim cesim memleketlerin ortasında bir göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind Denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık rabıtası ırkı, iklimi, lisanı, âdâtı, ahlâkı büsbütün başka olan birçok kavmiyetleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Halîfe-i Müsliminin etrafında toplanmış, Kelimetullah'ı i'lâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücuda getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asya'nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
  Size bir vak'a anlatayım: Mısr-ı ulyâda dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla görüştüm. Bahsimiz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki:
  – Şaşıyorum. On beş milyonluk koca Mısır'da İngiliz askeri olarak