Sayfa:Kastamonu Vaazı.pdf/4

Vikikaynak, özgür kütüphane
Bu sayfa doğrulanmış
cild 18 aded 464
252
(Sebilü'r-reşâd)


  Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor? Lâkin bu heriflere karşı olan buğzumuzu hiç bir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişemezsek yaşamamıza, bize emânetullah olan din-i İslam'ı yaşatmamıza imkân yoktur. Biz Müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Atalete, sefahate, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakkî ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar. Mademki dinin müdafaası farz-ı ayındır; mademki edâ-yı farzın mütevakkıf olduğu esbabı elde etmek farzdır; o halde düşmanlarımızın kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak efrad-ı müsliminin her birine farz-ı ayındır. Ne hacet! (Ve eıddû lehum mâsteta'tum min kuvvetin = Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya muktedirseniz derhal hazırlayınız.) emr-i ilahisi sarihtir. Şüpheye, tereddüde, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri, fesatları, fırkacılıkları, kavmiyetçilikleri, daha bin türlü ayrılık, gayrılık sebeplerini ebediyyen çiğneyerek elele, başbaşa vereceğiz. Hep birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfenkler, zırhlılar, şimendiferler, limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran yarım milyar Müslümanın bir kaç milyon firenge esir olmasını temin eden esbab ve vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek, Müslümanlar Allah'ın, Kitâbullah'ın, Resulullah'ın emrettiği, tavsiye ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça, ahiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, teâvün. Bir kere bunu elde edelim. Alt tarafı Allah'ın inayetiyle kolaylaşır.
  Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz, ancak bu birleşmek bize hiç bir vakit onların ezelî ve ebedî düşmanımız olduğunu, her fırsattan bi'l-istifade bizi mahvetmek en başlı emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icab ederse, mümkün olursa mütekabil, müşterek müttefikler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açıkgözlü bulunmamız lazım gelir.
  Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimat etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenab-ı Hak (İnnemel mu'minune ihvatun = Müminler birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir.) buyuruyorken yazıklar olsun ki biz o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camie geliyoruz. Huzûr-ı ilâhîde birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip pabuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz. Âyât-ı kerîme var, namütenahi ehâdîs-i şerife var ki efrad-ı müsliminden biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretiyle mesrur, musibetiyle, matemiyle mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali cemaat-i müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. "Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir" buyuran Resûl-i Hakîm Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri diğer bir hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki: "Dünyanın öbür ucundaki bir Müslimin ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücûdu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse, diğer uzuvların kâffesi o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir Müslüman da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil."
  el-Mü'minel li'l-Mü'mini Kelbünyâni yeşuddu ba'duhû ba'dan = "Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücuda getiren perçinlenmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır" hadis-i şerifini elbette işitmişsinizdir. Sahabe-i Kiram Rıdvânullahi aleyhim ecmaîn hazerâtı arasındaki vahdet, muhabbet, teâvün cümlenizin malûmudur. Bu din uluları, bu Allah'ın en sevgili kulları huzûr-ı ilâhîye cemaatle durdukları zaman saflar âdeta -marûf tabiri veçhile- sabun kalıbı hâlini alırdı. Birbirleriyle o kadar ittisal hâsıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslam, Aleyhisselâtü vesselam Efendimizin risalet-i celilelerinden itibaren yirmi otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı.
  Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, tarih-i İslam sahifelerini gözden geçirince Ashab-ı Kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor. (Eşiddâu alâl kuffâri ruhamâu beynehum) vasf-ı ilâhîsiyle tasvir buyurulan o kahraman fıtratlar hakîkat birbirleri hakkında ne kadar merhametkârâne derecelerde rikkatli idiler. Düşmanlarına karşı ise nasıl şedîd idiler! (Ezilletin alâl mu'minîne eizzetin alâl kâfirîne = Mü'minlere karşı mütezellil, mütevazı, halîm, selîm, şefik, rahîm; kâfirlere karşı ise vakur, metîn, mekîn, şedîd) olmak İslamın hasâisindendir. Yazıklar olsun, biz bu hasîsalardan, bu meziyetlerden, bu büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden