vam etmiş ve bir hafta sonra, koma halinde ölmüş. Hiçbir şey söyliyememiş. Öleceğini asla tahmin etmiyormuş. Kendini bildiği en son dakikalarda bile annesine: «Öğrendiğin zaman hayret edeceksin; fakat sonra sen de memnun olacaksın!» gibi anlaşılmaz şeyler söyler, bir türlü adamın ismini vermezmiş. Annesi, Praga gitmeden evvel kızının kendisine sık sık bir Türkten bahsettiğini hatırlıyor. Fakat ne yüzünü görmüş, ne ismini biliyor... Çocuk dört yaşına kadar hastanelerde ve bakım evlerinde kaldı, sonra büyükannesi yanına aldı. Biraz zayıf ve durgun bir kız; fakat pek sevimlidir... Siz öyle bulmuyor musunuz?»
Olduğum yere düşüverecekmişim gibi bir dermansızlık hissettim . Başım dönüyordu. Buna rağmen dimdik ayakta duruyor ve gülüyordum:
«Bu kız mı?» dedim ve başımla vagonun penceresini gösterdim.
«Evet... Şirin değil mi? O kadar iyi huylu ve sessizdir ki!.. Kim bilir büyükannesinin nekadar göreceği gelmiştir!»
Kadın bunları söylerken, hep yüzüme bakıyordu. Gözlerinde âdeta düşmanca diyebileceğim bir parıltı vardı.
Tren kalkmak üzereydi. Vagona atladı.
Biraz sonra her ikisi yanyana pencerede göründüler. Çocuk lakayt bir tebessümle istasyonu ve arasıra beni seyrediyordu. İhtiyar ve şişman kadın beni bir türlü gözlerinin çemberinden bırakmıyordu.
Tren hareket etti. Onlara elimi salladım. Frau Döppke’nin haince güldüğünü farkettim.
Çocuk içeri çekilmişti...
Bütün bunlar, dün akşam oldu. Bu satırları yazdığım sırada aradan yirmi dört saatten biraz fazla bir zaman geçmiş bulunuyor.
Dün gece bir saniye bile uyuyamadım. Yatakta arkaüstü yatarak hep trendeki çocuğu düşündüm. Vagonun sarsıntılariyle kımıldıyan başını görür gibi oluyordum. Bol saçlı bir çocuk başı... Ne gözlerinin, ne saçlarının rengini,