Frau Döppke saatine baktı ve kalktı. Beraber istasyona doğru yürüdük.
Kadın, Ankaradan ve Türkiyeden pek memnundu:
«Ecnebilere bu kadar hürmet edilen bir memleket görmedim!» diyordu. «İsviçre bile, refahını ecnebi seyyahlara borçlu olduğu halde, böyle değildir. Halk her yabancıya âdeta zorla evine girmiş biri gibi bakar... Halbuki Türkiyede herkes, bir ecnebiye bir kolaylık yapmak için sanki fırsat bekliyor; sonra Ankara pek hoşuma gidiyor!»
Yaşlı kadın boyuna konuşuyordu. Küçük kız beş on adım ileriden gidiyor, eliyle yolun kenarındaki ağaçlara dokunuyordu. İstasyona bir hayli yaklaştıktan sonra, son bir kararla, fakat mümkün olduğu kadar lâkayt görünmeğe çalışarak, söze başladım:
«Berlinde akrabanız çok mudur?»
«Hayır, pekçok değil... Ben asıl Praglıyım, Çek Alınanlarından... İlk kocam da Holandalı idi... Neden sordunuz?»
«Ben oradayken, sizin akrabanız olduğunu söyliyen bir kadın görmüştüm de...»
«Nerede?»
«Berlinde... Bir resim sergisinde tesadüf etmiştim... Galiba ressamdı...»
Kadın birdenbire alâkalandı:
«Peki... Sonra?» dedi.
Ben tereddüt ederek:
«Sonra... Bilmem... Bir kere mi ne konuşmuştuk... Güzel bir tablosu vardı... O vesile ile...»
«İsmini hatırlıyor musunuz?»
«Galiba Puder olacaktı... Öyle ya, Maria Puder! Tablonun altında imzası vardı... Katalogda da yazıyordu...»
Kadın cevap vermiyordu. Tekrar kendimi topladım:
«Tanıyor musunuz?» dedim.
«Evet, akrabam olduğunu size ne diye söyledi?»
«Bilmem... Galiba ben oturduğum pansiyondan bahsetmiştim de, o da benim orada bir akrabam vardır, de-