du. Zaten hastalığından beri hemen hemen hiç gülmemişti. Yalnız kendisini hastanede gördüğüm ilk günü beni tebessümle karşılamış, ondan sonra inatçı bir ciddiliği muhafaza etmişti. Bir şeyi rica ederken, teşekkür ederken, herhangi bir mesele üzerinde konuşurken, hep ciddi ve düşünceliydi. Geceleri geç vakte kadar başucunda bekler, sabahleyin erkenden gelirdim. Sonraları öteki odalardan büyükçe bir divan ve annesinin yatak örtülerini getirerek ayni odada yatmağa başladım. Yılbaşı gününün sabahı aramızda geçen hâdise, daha doğrusu, buna hâdise demek caiz değildi, o küçük konuşma, bir kelimeyle olsun anılmamıştı. Herşey, benim hastaneyi ziyaretlerim, onu alıp evine getirişim, buradaki hayatımız, üzerinde konuşmağa lüzum olmıyacak kadar tabii telâkki ediliyordu. Bu meseleler hakkında en küçük bir imadan her ikimiz de kaçıyorduk. Fakat, onun bir şeyler düşündüğü muhakkaktı. Odada birtakım işlerle uğraşıp gezinirken, kendisine yüksek sesle kitap okurken, gözlerinin mütemadiyen beni takibettiğini, hiç yorulmadan üzerimde durduğunu hissediyordum. Bende bir şeyler arıyor gib iydi. Bir gün, akşamüzeri, masa lâmbasının ışığı altında, kendisine, Jacob Wassermann’m «Hiç öpülmemiş ağız» diye uzun bir hikâyesini okuyordum. Burada, hayatında hiç kimse tarafından sevilmemiş ve kendisine bile itiraf etmediği halde, bir aşk, bir insan sevgisi bekliyerek ihtiyarlamış bir muallimden bahsediliyordu. Zavallı adamın ruh yalnızlığı, yalnız kendi içinde doğan ve hiç kimse tarafından sezilmeden gene çabucak ölen ümitleri usta bir kalemle tasvir edilmişti. Hikâye bittikten sonra, Maria uzun müddet gözlerini kapıyarak sustu. Sonra bana döndü, lakayt bir sesle:
«Yılbaşından sonra birbirimizi görmediğimiz günlerde ne yaptığım anlatmadın!» dedi.
«Hiçbir şey yapmadım!» diye cevap verdim.
«Sahi mi?»
«Bilmem...»