Sesi hiç değişmemişti. Yalnız benzinin solukluğu sarımtırak bir hâl almıştı. Yanına sokularak:
«Sen ne oldun? Bak gördün mü?» dedim.
«Birşey değil... Herhalde geçecek... Ama sen pek bitkin duruyorsun!»
«Hasta olduğunu bu gece Atlantik’ten öğrendim. Eve gittim, karşı dairenin hizmetçisi buraya getirdiklerini söyledi Gece içeri bırakmadılar, ben de sabahı bekledim!»
«Nerede?»
«Burada... Hastanenin etrafında!»
Gözlerini üstümde gezdirdi. Gayet ciddîydi. Birşey söyliyecekmiş gibi bir hareket yaptı, sonra vazgeçti.
Hemşire kapıyı araladı. Hastaya veda ettim. Başını salladı, fakat gülümsemedi.
Maria Puder, hastanede yirmi beş gün kaldı. Belki daha fazla tutacaklardı, fakat o, doktorlara burada sıkıldığını, evde de kendisine iyi bakacağını söyledi. Uzunboylu tavsiyelerle ve deste deste reçetelerle, karlı bir günde, hastaneden çıkıp evine geldi. Ben bu yirmi beş gün zarfında ne yaptığımı şimdi pek hatırlamıyorum. Galiba onu gidip gördüğüm, başucunda durarak, terleyen yüzünü, arasıra kenara kayan gözlerini ve büyük bir güçlükle nefes alan göğsünü seyrettiğim zamanların haricinde hiçbir şey yapmadım. Hattâ yaşamadım bile; çünkü yaşasam şimdi aklımda bu günlere ait hiç olmazsa küçücük bir hâtıra bulunurdu. Yalnız onun yanındayken içimi müthiş bir korku: Onu kaybetmek korkusu sarardı. Yatağın kenarından dışarı fırlıyan parmakları, örtünün nihayetini kabartan ayakları, daha şimdiden ölü bir hâl almışlardı. Hattâ yüzü, dudakları ve gülüşü de, bu korkunç değişmeye tâbi olmak için, küçük bir fırsat, bir ân bekliyor gibiydiler... O zaman ben ne yapacaktım? Evet, sükûnetimi muhafaza ederek, son işleriyle uğraşacak, mezarının yerini seçecek, bu sırada Pragdan dönmüş bulunacak olan annesini teselli edecek ve nihayet onu, birkaç kişiyle beraber, bir çuku-