mı altındaki medresesî müesseseye girdimdi ki o da hususî bir mektep demekdi. Ayrıca bir daire açmıştı, oraya ecnebîleri kabul ediyordu. Biz beş altı ecnebî genci idik. Müdür-ü mektebin ―ki ayni zamanda sahib-i müessese idi ailesiyle beraber yemek yiyor. duk. Hususi hocalardan ders alıyorduk. Güya darülfünuna girmek için hazırlanıyorduk. Lakin tedrisat yolunda değildi. Hocalar işi baştan savma tutuyorlardı. Pek uzakta olduğumuz için darülfünun derslerinden, Paris'in diğer kemalatından istifade edemiyorduk. Bu sefer Cenevre gözümde tütüyordu. Bir yandan hoca Gros'nun Bonivar sokağındaki sakin evi, o güzide tedrisatı, bir yandan yakınımızdaki darülfünun, tiyatro ve saire hayalimden çıkmıyordu. Ay nihayeti yine İsviçre'ye döndüm. Artık ilkbahar yaklaşıyordu. O latif Cenevre ki Avrupanın nezafet itibariyle o zaman en birinci şehri idi, bana bu sefer bir derece daha güzel göründü. Yine aynı hocadan ders alıyordum. Fakat Mont Blanc caddesinde Pension Richardet dedikleri bir nev'i misafirhanede oturuyordum. İsviçre'nin böyle misafirhane hayatı, hususiyle bir Türk genci için garip olduğu kadar cazibelidir, çünkü tanımadık, görülmedik bir âlemdir. Bu misafirhanenin sahibi kadın yetmişlik hoş ihtiyar idi. Halinden, tavrından anlaşıldığı üzere temiz, belki de kibar bir aileden idi. Sevk-1 ihtiyaç ile bu işe girmişti. Bu pansiyonda ikamet edenler çoktu. Ekseriyetle de kadın idi. Madame Richardet'den rica ettim, Fransızca mümarese edinmek için beni sofrada bu lisanı iyi bilen birinin yanına koysun. İlk akşam sofraya indim, yerimi gösterdiler, oturdum. Yemekte kalabalık idik. Ekseriyetimizi ihtiyar kadınlar teşkil ediyordu.
Daha o zamana kadar öyle bir ecnebî cemiyetinde bulunmadımdı. Bu cemaattan sıkıldım, kızardım. Sağ tarafımda uzun boylu, sarı saçlı latif bir hanım vardı. Solumda ise öyle güzel değil, fakat kıskıvrak, bir parça yaşını almış bir kadın oturuyordu. Kitaplarda okuduğuma, ağızdan işittiklerime müsteniden odaya girince lüzumundan fazla bir itibar ile selam verdimdi. Sahibe-yi hane ben gelmeden evvel kim olduğumu anlatmış olmalı ki herkes bana merak ile bakdı, çünkü o tarihde, 1888 iptidalarında Cenevre'de Türk nevadirden idi, şimdi olduğu gibi değildi. Zaten o vakitler Türk Avrupa'da alelitlak bir nev'i garibe idi. Montesquieu'nün Acem Mektupları'ndaki2 «İnsan nasıl Türk olabilir?»> kavl-1 marufu henüz dillerde idi.
Sofraya oturdum. Solumdaki kadın bana ikram olmak için kâh önüme tuzluğu uzatıyor, kâh da ayni tarzda başka cemileler gösteriyordu. Sağımdaki hanım ise hiç iltifat etmiyordu. Ancak arasıra o iri, o güzel gözlerini her tarafa olduğu gibi benden yana da hafif bir ibtisam ile atfeyliyordu. Ben ortada eziliyor, bozuluyor, ne yaptığımı, ne söylediğimi bilmiyordum, çünkü ömrümde ilk def'a olarak böyle, bu çeşid kadın meclisinde bulunuyordum. Yavaş yavaş uzaktan uzağa işittiğim mükâlemelerden anladım ki o genç hanım bir rus kızı, öbürü de bir ingiliz idi. O bana daha mültefit göründüğü için zor bela o ingiliz hanımına : «Londra'lı mısınız?» diyebildim. O da tuhaf, lakin soğuk bir eda ile «Hayır, değilim.» cevabını verdi. Mükâlememiz kesildi, mahcubiyetim daha ziyade arttı. Öyle sanıyordum ki sofradakiler bana bakıyorlardı, benimle için için eğleniyorlardı. Belki de öyle idi. Böyle sıkıldığımı uzaktan gören sahibe-yi hane güyâ imdadıma yetişti «Genç Efendi, sizi oraya oturttuk ki o muazzez küçük hanımı eğlendiriniz,» dedi, «halbuki siz ağzınızı açmıyorsunuz. Civanmertlik böyle mi olur?» dedi. Beni daha ziyade mahcup etti. Yemeğin sonları idi. Peynir yiyorduk. Var kudret-i beyanımla o güzel komşuma «Mademoiselle, peynir sever misiniz?» dedim. Kızcağız, yine müteaccibâne gözlerini üzerime dikdi. Kuru bir tebessümle cevap verdi ve sustu. Ben biçare ise müsahabeyi herçebadabad devam ettirmek derdiyle: «Biraderiniz peynir sever mi?» demeğe kadar vardım. Sual-ı ahmakanemin cevab-ı müstehakı sükût ise de o mademoiselle ufak bir kahkahadan nefsini men edemedi ve bana da fakat nüvazişle: «Benim biraderim yok ki. O ne tuhaf sual» dedi. Lakin öyle rifk ile dedi ki aramızda bu sefer tabii bir sohbet başladı. Selâmet doğrulukta olduğunu bildiğim için o güzel hanıma iztirabımın sebeplerini anlattım. Acemiliğimi, ilk def'a olarak böyle latif bir mecliste bulunduğumu söyledim. Sözlerimden, safdilliğimden o da mahzuz oldu. Mademoiselle Rozenşild ismini taşıyan bu rus kızı Petersburg'dan, oldukça maruf bir aileden imiş ve minelgaraib Nazım Paşa¹¹³ merhumu pek güzel tanıyormuş. Bir gün bana merhumun iki çocuğu ile beraber çıkardığı bir zabit resmini gösterdi. «Bu efendiyi tanıyor musunz? Sadrazam Ali Paşa'nın damadıdır. Petersburg'da ataşemiliter idi.» dedi. Na- zim Paşa'yı nereden tanıyacaktım. Fakat tabiî Ali Paşa'yı biliyor- dum. Ondan uzun uzadıya bahs eyledim, «papier entêté» fıkrasını anlattım.
Günler geçtikçe Mademoiselle Rozenşild ile münasebetimiz 91