Nutuk/20. bölüm/Vesika 264
Saltanat-ı milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisi’nde cereyân eden tarihî celselerden:
1 Teşrinisani 38’de saltanat-ı milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisi’nde cereyân eden tarihî celsede Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin îrâd buyurdukları mühim nutuk:
Arkadaşlar! İstanbul’da gayr-i meşrû’ bir sıfatı şahsına atfeden Tevfik Paşa evvelâ hususî ve mahrem olarak ordularınızın Başkumandanına, müteakiben onu jurnal eder tarzda açık bir telgrafname ile Meclis-i Âli’ye mürâcaatta bulundu. Dikkat buyurulursa gelen telgrafname ile efkâr-ı umumiye-i İslâmiye teşvîş edilmek isteniyor. Bu telgrafnamedeki zihniyet, istiklâlimizi imhâya çalışan düşmanlarımıza karşı dava-yı mukaddesemizi müdafaada fiilen ve hukukan muvaffakiyetlere mazhar olan Hükümet-i Milliyemizi dûçâr-ı zaaf etmeğe ma’tûftur. mâna ve mantıktan âri olan bu telgrafnamenin muhteviyâtı; Meclis-i Âlinizin mevcudiyetile tahakkuk eden bir şekli, bir hakikati tekrar mevzu-i bahis etmemizi istilzam eyledi. Şekl-i idâremizde mündemic bulunan hakikat, Türkiye halkının, mukadderâtına bi’l-fiil ve bizzat vâzıü’l-yed olması, hâkimiyet-i milliyesini, saltanat-ı milliyesini üç seneden beri kendi elinde bulundurarak dava-yı mukaddesesini müdafaa etmekte bulunmasıdır.
Bu hakikatin tecellisi, bir bâtılın zevâlini müeddi oldu. Bu bâtıl, gayr-i meşrû’, gayr-i makul olan şey bir milletin hukuk-ı hâkimiyet ve saltanatının bir şahıs uhdesinde temsil edilmesine müsaade edilmesiydi.
Bu nokta üzerinde bütün milletin ve arzu-yı millete tebaan millet vekillerinden terekküb eden heyet-i celîlenizin tabii surette vermiş olduğu kararı, birçok defalar birçok arkadaşlarımızın muhtelif vesilelerle ifade etmiş olmalarına rağmen ben de bir arkadaşınız sıfatıyla bu kürsüden aynı şeyi tekrar edeceğim. Beni beş on dakika daha dinlemek lutfunda bulunmanızı ricâ ediyorum. (Hay hay sesleri)
Arkadaşlar; tavzîh-i hakikat için hep beraber Türk tarihi ve İslâm tarihi üzerinde kısa ve serî bir nazar geçirmeye muvafakat buyurur musunuz? Efendiler, bu dünya-yı beşeriyette asgarî yüz milyonu mütecâviz nüfustan mürekkeb bir Türk millet-i azîmesi vardır. Ve bu milletin saha-i arzdaki vüs’ati nisbetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır.
Efendiler, bu umku isterseniz iki mikyasla ölçelim: Birinci vâhid-i kıyasî, edvar-ı kable’t-tarihiyeye ait mikyastır. Bu mikyasa göre Türk milletinin cedd-i âlâsı olan Türk namındaki insan, İkinci Ebü’l-beşer Nuh Aleyhisselâmın oğlu Yafes’in oğlu olan zattır.
Tarih devrinin tedârik-i vesâikte pek müsamahakâr olan ilk safhalarına biz de müsamaha edelim. Fakat en bâriz ve en maddî ve en kat’î delâil-i tarihiyeye istinâden beyan edebiliriz ki, Türkler on beş asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyâtına tecelligâh olmuş bir unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bu Türk Devleti ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi.
Efendiler! Yine malûmdur ki, dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır. Ve bunların Asyaî kısmı Ceziretü’l-arab’da mütekâsif olarak arz-ı mevcudiyet eder.
Mazhar-ı nübüvvet ve risâlet olan Fahr-i âlem Efendimiz bu kütle-i Arap içinde Mekke’de dünyaya gelmiş bir vücud-ı mübarekti.
Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; âdât-ı ilâhiyenin tecelliyâtına bakarak diyebiliriz ki; insanlar iki sınıfta, iki devirde mütâlaa olunabilir. İlk devir beşeriyetin sabavet ve şebabet devridir. İkinci devir, beşeriyetin rüşd ü kemâl devridir.
Beşeriyet birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle iştigal edilmeyi istilzam eder. Allah, kullarının lâzım olan nokta-i tekemmüle vusûlüne kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla iştigali lâzime-i ulûhiyetten addeylemiştir. Onlara Hazret-i Âdem Aleyhisselâmdan itibaren mazbût ve gayr-i mazbût ve namütenahi denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat peygamberimiz vasıtasıyla en son hakayık-ı diniye ve medeniyeyi verdikten sonra artık beşeriyetle bi’l-vasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrâk, tenevvür ve tekemmülü her kulun doğrudan doğruya, ilhamat-ı ilâhiye ile temas kabiliyetine vâsıl olduğunu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki Cenâb-ı Peygamber, hatemü’l-enbiyâ olmuştur ve kitabı, kitab-ı ekmeldir. Son peygamber olan Muhammed Mustafa Sallâllahüaleyhivesellem 1394 sene evvel Rumî Nisan içinde ve Rebiülevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu. Gün doğmadan! Bugün o gündür.
Fi’l-hakika Arabî tarihlerinde bu akşam yevm-i velâdetin tamam sene-i devriyesine tesâdüf ediyor. İnşallah bu hayırlı tesâdüftür. (İnşallah sadaları) Hazret-i Muhammed eyyâm-ı sabavet ve şebabetini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nuranî, sözü ruhanî, rüşd ü rü’yette bîbedel, sözünde sadık ve hilm ve mürüvvetçe sâire fâik olan Muhammed Mustafa evvelâ bu evsâf-ı mahsusa ve mütemâyizesiyle kabilesi içinde “Muhammedülemin” oldu. Muhammed Mustafa peygamber olmadan evvel, kavminin muhabbetine, hürmetine, itimâdına mazhar oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve 43 yaşında risâlet geldi.
Fahr-i âlem efendimiz, namütenahi tehlikeler içinde bîpâyân mihnetler ve meşakkatler karşısında yirmi sene çalıştı. Ve din-i İslâm’ı tesise ait vazife-i peyamberîsini ifaya muvaffak olduktan sonra vâsıl-ı âlâ-yı illiyyin oldu. Kendisinin mazhar-ı irşâdâtı olan bütün Müslimîn bilhassa Ashâb-ı Güzîn birçok gözyaşı döktüler. Fakat mukteza-yı beşeriyet olan bu hâl-i teessürün bî-fâide olduğunu derhal idrâk eden erbâb-ı fetanet Peygamberin arkasından ağlamak değil, mesalih-i ümmeti bir an evvel hüsn-i temşiyete mazhar edecek tedbir almak kanaatiyle toplandılar. Resul-i Ekreme halife olacak bir emîr intihâbı mevzu-i bahis edildi. Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı ve enfâs-ı vâpesînini yaşarken Ebubekir’in kendisine halef olması muvâfık olacağını muhtelif tarzlarda işaret dahi buyurmuşlardı. Buna nazaran toplanıp resmen bir intihap yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğuna hükmolunabilirdi. Halbuki bu intihap keyfiyeti o kadar basit olmadı. Bilakis mesele çok müzakerelere, münakaşalara ve çok esaslı ihtilâflara ma’rûz kaldı. Emr-i intihâbda mühim olarak üç muhtelif nokta-i nazar tebârüz etti. Bu nokta-i nazarlardan birisi makam-ı hilâfete istihkak, mesalih-i ümmeti rü’yet edebilmek için lâzım olan kudret ve kifayetin kaide ittihâzı idi. Buna nazaran makam-ı hilâfet en kuvvetli ve en nüfûzlu ve en reşîd kavmin olacaktı. Bu nokta-i nazar cumhûr-ı sahabenin idi.
İkinci nokta-i nazar, o güne kadar nusret-i İslâm’a hizmet eden kavmin hilâfete müstahak addedilmesiydi. Bu, ensârın nokta-i nazarı idi. Üçüncü fikir ise kuvvet-i karabeti iltizâm idi. Bu da Haşimîlerin nokta-i nazarı idi. Bu üç nokta-i nazardan ittifak-ı ârâ ile birini tercih etmek ve emr-i intihâbı intâc eylemek mümkün olamadı. En nihayet teşettüt ve fetretin derhal önüne geçmek lüzumuna kani olan Hazret-i Ömer’in tesiriyle Hazret-i Ebubekir’e bi’at olundu. Görülüyor ki, ilk halifenin intihâbında temâyülât-ı umumiyenin tabii temerküzünden ziyade şahsî tesir tesbit-i şekl etmiştir. Efendiler, bu muhalefet ve münakaşatın nabemahâll olduğunu zannetmeyelim. Hakikaten emr-i hilâfet milel-i İslâmiye’ce en büyük bir maslahattır. Çünkü Efendiler, Hilâfet-i Nebeviye, ehl-i İslâm arasında rabıta olan bir emârettir. Ve ehl-i İslâm’ın kelime-i vahdet üzere ictimâlarını temîn eden bir emârettir.
Emâret işte Cenâb-ı Hakk’ın bir sır ve hikmetidir ki, teessüsü daima satvet ve kuvvetle meşrûttur. Ândan maksad-ı aslî de def’-i fesâd ve hıfz-ı asayiş-i bilâd ve tanzim-i umûr-ı cihât ile mesalih-i âmmeyi hüsn-i tanzim ve tesviyeden ibarettir. Bu dahi ancak satvet ve kuvvete menûttur; âdetullah bu vechile câri olagelmiştir. Buna nazaran yukarıda izah ettiğim üç muhtelif nokta-i nazardan birincinin — ki kuvveti ve nüfûzu olan kavmin, milletin vâris-i hilâfet olması noktası idi — diğer nikat-ı nazara müreccah ve galip olması tabiidir ve Hazret-i Ebubekir’in bi’t-tesir makam-ı hilâfeti işgal etmesi isabet oldu. İşte bu suretle, zaman-ı saadetten sonra hilâfet unvanıyla bir emâret-i İslâmiye teşekkül etti.
Fakat Efendiler, peygamberin vefatıyla derhal her tarafta irtidâd başladı, irtica başladı, isyan başladı. Hazret-i Ebubekir bunları bertaraf etti; vaziyete hâkim oldu. Bir taraftan da tevsi-i hudûd-ı emâret-i İslâmiye’ye tevessül eyledi. Ebubekir, son demlerine yaklaşınca kendi intihâbındaki müşkilâtı tahattur etti ve Hazret-i Ömer’i vasiyetname ile bizzat intihap etti.
Hazret-i Ömer’in zaman-ı hilâfetinde memâlik-i İslâmiye fevkalâde denecek derecede sür’atle tevessü eyledi, servet çoğaldı. Halbuki bir milletin içinde servet ve gına husûlü beyne’n-nâs ağrâz-ı dünyeviyenin hudûsünü ve bu da ihtilâl ve fitnenin zuhûrunu bâis olmak bu âlem-i kevn ü fesadın mukteza-yı ahvâlindendir. İşte bu nokta; Hazret-i Ömer’in zihnini tahdiş ediyordu. Bir de Hazret-i Ömer tahattur ediyordu ki Resul-i Ekrem, mahrem-i esrarı olan havâss-ı ashâbına şunu demişti: “Ümmetim düşmanlarına galebe edecek. Mekke, Yemen, Kudüs ve Şam’ı fethedecek, Kisra ve Kayser’in hazinelerini taksim eyleyecektir ve fakat ondan sonra aralarında fitne ve ihtilâl ve nefsaniyetler hâdis olarak mülûk-i sâlifîn mesleğine gideceklerdir...” Hazret-i Ömer bir gün Huzeyfetülyemani Radiyallahüanh Hazretlerine, deniz gibi temevvüc edecek fitneyi sorduğu zaman aldığı cevapta; “Senin için ândan beis yok; senin zamanınla onun arasında kapalı bir kapı vardır.” dedi.
Hazret-i Ömer sordu:
Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?
Huzeyfe: Kırılacak!.. dedi.
Hazret-i Ömer: Öyleyse artık kapanmaz dedi ve izhâr-ı teessüf etti. Hakikaten kapı kırılmak mukadderdi. Çünkü memâlik- i İslâmiye vüs’at bulmuştu, iş çoğalmıştı. Bu şekl-i emâret ve bu tarz-ı idâre ile her yerde adâlet-i kâmile icrası müşkil olmuştu. Hazret-i Ömer bunu idrâk ediyor, sıkılıyor ve Allah’ına yalvararak diyordu ki: Yarab! Ruhumu kabzet.
Ömer bir gün ağlarken sebebi soruldu:
“Nasıl ağlamayayım ki, Fırat kenarında bir oğlak zayi olsa korkarım ki Ömer’den sorulur!” diye cevap verdi.
Evet, Hazret-i Ömer (Radiyallahüanh) artık hilâfet unvanı altındaki tarz-ı emâretin bir devlet idâresine nâkâfi olduğunu, bir zatın kendi faziletinde, kendi kudretinde ve hatta kendi mehabetinde olsa dahi bir devletin idâresine nâkâfi olduğunu bütün mana-yı şâmiliyle idrâk eylemişti. Hatta bu endişe ile idi ki, Ömer kendinden sonra artık bir halife düşünemez oldu. Kendisine oğlunu tavsiye ettikleri zaman “Bir haneden bir kurban yetişir” dedi. Abdurahman bin Avf’ı çağırdı:
“Ben seni veliaht eylemek istiyorum” dedi. O da; “Bana kabul et diye rey ve nasihat eyler misin” dedikte Ömer:
“Edemem” dedi. Abdurrahman: “Vallahi ben de ebediyyen bu işe giremem” dedi. En nihayet Ömer, en makul noktaya temas etti; emâret, devlet ve millet işini meşverete havale etti. Ömer’den sonra ashâb-ı şûrâ ve bütün halk mescidi lebaleb doldurdu ve orada bazı şâyân-ı dikkat vaziyetlerle yine idâre-i ümmeti, intihap ettikleri bir halifeye tevdî ettiler.
Hazret-i Osman halife oldu. Fakat kırılmaya mahkûm olan kapı, artık kırılmıştı. Memâlik-i İslâmiye’nin her tarafında bin türlü kîl ü kal ve adem-i hoşnûdî başladı. Zavallı Osman âciz ve nâçîz bir vaziyete düştü. O kadar ki, Şam Valisi Muaviye onun hayatını muhafaza etmek için nezd-i himayetkârîsine davet etti. Buna muvafakat edemeyen Hazret-i Osman’a taraf-ı vilâyetpenâhiden muhafaza-i nefs için asker göndermeyi teklif etti. Bunların hiçbirisine, meydan kalmadı. Her tarafta isyan eden muhtelif mıntakalar halkı Medine’de, evinin içinde Hazret-i Osman’ı taht-ı muhasaraya aldı. Ve zevce-i muhteremesinin yanında şehit etti. Birçok gürültülü ve kanlı vakayiden sonra Hazreti Ali (Kerremallahüveche) makam-ı hilâfete getirildi.
Tekrar edelim ki, kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla beraber Irak başka bir şey, Yemen başka bir şey, Suriye başka bir şey, ve hıtta-i Hicaziye de bambaşka bir şeydi.
Hicaz’da bir halife; Suriye’de kuvvete istinâd eden bir vali ile Sıffin’de karşı karşıya gelmeğe mecbur oldu. Muaviye Hazret-i Ali (Kerremallahüveche)nin hilâfetini tanımıyor ve bilakis onu hûn-ı Osman ile itham eyliyordu. Vazifesi âlem-i İslâm’da ahkâm-ı Kur’âniye’nin temîn-i tatbikatından ibaret olan halife, mızraklarına mesahif-i şerife geçirilmiş Emeviye ordusunun karşısında muharebeyi kat’a mecbur oldu. Bi’z-zarure tarafeyn hakemlerinin vereceği karara tebaiyete söz verdi. Muaviye’nin murahhası Amr İbnülas ile Hazret-i Ali’nin murahhası Ebumuse’l-eş’ari tahkimnameyi tanzim için karşı karşıya geldikleri zaman Hazret-i Ali hâzır bulunuyordu. “Emirü’l-müminîn Ali ile Muaviye arasında tahkimnamedir” diye yazılan cümleye derhal Muaviye’nin murahhası itiraz etti ve dedi ki: “O, Emirü’l-müminîn kelimesini oradan kaldır. Sen yalnız emrinde bulunanların emîri olabilirsin. Şam ahalisinin emîri değilsin.”
Hazret-i Ali, isminin başındaki sıfatın kaldırılmasına muvafakat etti. Bundan sonra iki taraf murahhasının yekdiğerine karşı kullandığı âdi hile cümlece malûmdur. Bunda muvaffak olan Amr İbnülas Muaviye’ye hilâfetini tebşîr etti.
Diğer taraftan Hazret-i Ali de hükkâmın hükmüne sadık kalacağına söz verdiği halde biraz tereddüdü müteakib icra-yı hilâfete devam etti. Görülüyor ki Resulûllahın vefatından yirmi beş sene kadar kalîl bir zaman sonra âlem-i İslâmiyet içinde, İslâm’ın en büyük zevâtından ikisi karşı karşıya iddia-yı hilâfet ile arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta beis görmediler. En nihayet hilesinde muvaffak olan, saf ve nezih olanı mağlûp ve evlâd u ayâlini mahv ü perişan eyledi ve bu suretle hilâfet unvanı altındaki emâret-i İslâmiye’yi yine hilâfet unvanı altında saltanat-ı İslâmiye’ye tahvil etti. Saltanat-ı Emeviye, büyük istilâlar yapmakla beraber baştan nihayete kadar hûnin ve elîm vakayi ile ancak doksan seneyi doldurabilmiş ve Hicret’in 132. senesinde Arap milleti, selâtin-i Emeviye’yi başlarından atmış ve yerine başka namda bir devlet tesis etmiştir. Bu devlete, Devlet-i Abbasiye ve devletin re’s-i kârında bulunan insanlara da halife derlerdi.
Merkez-i faaliyeti Irak’ta bulunan Hilâfet-i Abbasiye’nin mevcudiyetine rağmen Endülüs’te dahi “Halife-i resulûllah” ve “Emirülmüminîn” unvanlarıyla asırlarca saltanat sürmüş hükümdarlar mevcuttu. Beyânâtıma mukaddeme olarak izah etmiştim ki, bundan 1500 sene evel, yani hicret-i nebeviyeden iki buçuk asır evvel Orta Asya’da muazzam bir Türkiye Devleti mevcuttu. Kable’l-islâm mevcut olan bu devletlerin sahibi Türkler, bundan 1000 sene evvel İslâm’ı kabul ettiler.
Evvelâ şarka doğru tevsi-i memâlik ederek Çin hudûduna kadar icra-yı nüfûz eylediler. Hulefâ-yı Abbasiye zamanında bu civanmert, asalet ve şecaatle benâm olan Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler. Hulefâ-yı Abbasiye’nin taht-ı idâresinde bulunan bu yerlerde iktisâb-ı nüfûz ettiler. En yüksek idâre ve emr ü kumanda makamına irtika eylediler.
Dördüncü asr-ı hicride idi ki, Selçuk hükümeti namı altında muazzam bir Türk Devleti teşekkül etti. Bu devletin namı altında icra-yı faaliyet eden Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya, diğer taraftan cenuba, İran ve Irak’a ve Suriye’ye, garbe, Anadolu’ya nüfûz eyledi.
Bağdat’ta oturan Hulefâ-yı Abbasiye bu Türk Devlet-i muazzamasının daire-i nüfûzuna girmişti. Fi’l-hakika bu Türk Devleti beşinci asır evâsıtında Maveraünnehir ve Harezm’i, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok memâliki zaptla hudûdunu Kâşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz’e ve Bahr-i Ahmer ve Bahr-i Umman’a kadar tevsi etti ve Bağdat’ta bulunan Hulefâ-yı Abbasiye’yi yed-i ihtiyâr ve idâresine aldı.
Bağdat’ta aynı merkezde Melikşah namında Türk hâkimiyetini temsil eden bir zat ile halife namını taşıyan Muktedibillâh yanyana oturdular ve akraba oldular. Bu vaziyeti biraz tahlil etmek isterim.
Türk hakanı ki, muazzam bir Türk Devleti’nin hâkimiyet ve saltanatını temsil ediyor, temasında bir hilâfet makamının ayrıca mahfuziyetinde bir beis görmüyor. Eğer böyle bir mahzur görseydi zaten yed-i idâresine aldığı makamı ortadan kaldırmak ve o makama ait sıfat ve salâhiyâtı kendi makamında memzûc bulundurmak mümkün idi. Hazret-i Selim’in takrîben beş asır sonra yaptığını eğer isteseydi Melikşah daha o zaman Bağdat’ta yapmış olurdu. Müşarünileyhin belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse o da, Türkiye Selçuk Devleti’ne daha sadık ve makam-ı hilâfete elyak diğer birinin Halife Muktedibillâh’a halef olmasını temîn etti.
Fi’l-hakika Muktedibillâh’ın veliaht olan oğlunu azl ve onun yerine kendi torununu ikame için halifeyi tazyik etti.
Melikşah ölmeseydi bu böyle olacaktı.
Şimdi Efendiler, makam-ı hilâfet mahfûz olarak onun yanında hâkimiyet ve saltanat-ı milliye makamı — ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir — elbette yan yana durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında âciz ve nâçîz bir makam sahibi olmaktan daha âli bir tarzda bulunur; çünkü bugünkü Türkiye Devleti’ni temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün kuvâsıyla o makam-ı hilâfetin istinâdgâhı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdanî ve dinî bir vazife olarak taahhüd ve tekeffül ediyor.
Mütâlaat-ı tarihiye silsilesi üzerinde birkaç adım daha beraber atalım:
Bu adımlarımız bizi bugünkü şekl-i idâremizin ne kadar tabii, ne kadar zarurî ve Türkiye için ve bütün âlem-i İslâm için ne kadar nâfi ve musîb olduğu neticesine îsâl edecektir.
Efendiler; Orta Asya’da devlet üstüne devlet teşkil etmiş olan Türkler, daha garpta İran Selçukîleri ve Anadolu’da da Rum Selçukîleri namı altında pek muazzam ve pek mütemeddin devletler teşkil etmişlerdir. Konya’da merkez-i hükümetlerini tesis etmiş olan Rum Selçukîleri, malûm-ı âlileri olduğu üzere 699 senesine kadar muhafaza-i mevcudiyet eyliyorlar. Ma’rûz İslâm Türk Devletleri icra-yı faaliyet ederken Cengiz Han namındaki cihângîr Karakurum’dan çıkarak 559 senesinde hudutlarını Çin Denizi’ne, Bahr-i Baltık’a, Bahr-i Siyah’a kadar tevsi eyliyor. Cengiz’in torunu Hülâgû idi ki, 656 sene-i hicrisinde Bağdat’ı zapt ederek Halife-i Abbasî Mutasım’ı idam ediyor ve bu suretle dünya yüzünde fiilen hilâfete hâtime veriyor. İrtihâl-i Fahr-i âlemden sonra birinci Halife-i resul Ebubekir ne dünyayı istemiş, ne dünya ona teveccüh eylemişti.
İkinci halife Hazret-i Ömer, hayat-ı ictimâiyedeki temevvüc âtın gayr-i kabil-i tevkif olduğu kanaatini hayatında yakînen idrâk ederek muztaribü’r-ruh olarak vefat etti.
Hazret-i Osman’a gelince, mukadder olan tehacümât içinde kanını kitabullaha akıtarak terk-i dünya eyledi.
Hazret-i Ali, hilâfeti uhdesinde takarrür ettirememek ve ehl-i beyt-i resûlün hukukunu muhafaza edememek bedbahtîsiyle giryan oldu.
Emevîler doksan seneden fazla hilâfeti muhafaza edemediler. En nihayet nüfûz-ı hilâfeti Bağdat surlarına kasra mecbur olan Abbasî Halifelerinin sonuncusu Mutasım’ı, evlâd u ayâliyle ve sekiz yüz bin kişi Bağdat ahalisiyle beraber Hülâgû’ya kurban verdiler.
Hulefâ-yı Abbasiye’nin zaafını görmekle “Halife-i Resul-ûllah” ve “Emirü’l-müminîn” unvanlarını almış olan ve nüfûz-ı hilâfetleri Elhamra sarayının kapısından çıkamamaya mahkûm kalan Endülüs’teki halifelerin de beşinci asr-ı hicrî ibtidâsındaki akıbet-i feciası malûmdur. Bağdat’ta Hülâgû’nun ihdâs eylediği vaka-i mühimme neticesinde küre-i zemin üzerinde halife ve makam-ı hilâfet ma’dûm bir hale getiriliyor. Bundan üç sene sonra, yani 659 tarih-i hicrisinde idi ki, Hulefâ-yı Abbasiye neslinden Elmüstansır billâh isminde bir zat Hülâgû’dan kurtulup Mısır Hükümeti’ne iltica etti ve bu zat Mısır Meliki tarafından halife tanındı.
Bundan sonra on yedi zat halife unvanını hâiz olarak ve fakat hiçbir salâhiyeti, hiçbir tesir ve nüfûzu olmayarak doğrudan doğruya Mısır Hükümeti’nin himayesinde yekdiğerini istihlâf ile imrâr-ı hayat eylemiştir. Selçukî Devleti’nin idâresinde teşettüt-i umumî hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicrisinde Selçuk Devleti yerine Osmanlı Devleti’ni ihyâen tesis eylediler. Bu devletin ulularından Yavuz Hazretleri 924 tarih-i hicrisinde Mısır’ı zapteylediği zaman orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı halife olan bir zat buldu.
Halife sıfatının böyle bir şahs-ı âciz tarafından kullanılması âlem-i İslâm için şeyn olduğuna şüphe etmediğinden o sıfatı Türkiye Devleti’nin kuvâsına istinâd ettirerek ihyâ ve i’lâ eylemek üzere aldı.
Efendiler! Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti hilâfeti aldığı 924 tarihinden ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda devr-i itilâ denilen ve muvaffakıyât-ı mütevâliye ve azîme ile malî olan takrîben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra... Ondan sonra efendiler, inhitat, inhitat başlıyor.
Efendiler, devr-i inhitatın her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırıyor. Türk milletinin maddî ve manevî kuvvetlerini biraz daha fazla taksir ediyor.
Devletin istiklâlini darbeliyor, arazi, servet, nüfus ve haysiyet- i millet azamî bir sür’atle mahv u tebah oluyor.
Nihayet âl-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu pâdişâhı Vahideddin’in devr-i saltanatında Türk milleti en derin hufre-i esaretin önüne getiriliyor. Binlerce senelerden beri istiklâl mefhûmunun timsal-i asili olan Türk milleti bir tekme ile bu hufrenin içine yuvarlanmak isteniyor... Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, bîşuur, bîidrâk bir hain lâzımdı. Nasıl ki, kanunen idamı lâzım gelenlerin bile ipini çekmek için kalb ve vicdanı ulviyet-i insaniyeden mücerred bir mahlûk aranır. İdam hükmünü verenlerin böyle âdi bir vasıtaya ihtiyaçları vardır; o, kim olabilirdi?! Türkiye Devleti’nin istiklâline hâtime veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini imhâ eden, Türkiye’nin idam kararını ayağa kalkarak bütün endamıyla kabul etmek istidadında kim olabilirdi?.
(Vahideddin, Vahideddin sadaları, gürültüler...)
Paşa Hazretleri (devamla) — Maa’t-teessüf bu milletin hükümdar diye, sultan diye, pâdişâh diye, halife diye başında bulundurduğu Vahideddin.. (Allah kahretsin sadaları)
Vahideddin bu hareket-i denâetkârânesiyle yalnız kendinin lâyık olduğu bir muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı.
Vahideddin bu hareketle kendini öldürdü ve temsil eylediği şekl-i idârenin indirâsını zarurî kıldı. Fakat efendiler; millet, hiçbir vakit bu hareket-i hıyanetkârânenin kurbanı olmağa razı olamazdı. Çünkü millet, icâb-ı teâmül olarak başında bulunanların mahiyet-i hareketini sühûletle idrâk edecek rüşd ü kabiliyette idi.
Millet, tarihin vuzûhundan asırlardan beri dûçâr olduğu felâketlerin esbâbını bir anda hulâsa edebilecek hassasiyet ve intıbâhta idi.
Millet, şahısların hırs-ı saltanat, hırs-ı tahakküm, hırs-ı istilâdan başlıyarak temîn-i menfaat ve rahat ve tevsi-i sefahat ve rezalet, ibzal-i israfat gibi hasîs maksatları için vasıta ve kuvvet olmak yüzünden kendi benliğini unutacak mertebede geçirdiği gafletlerin netâyic-i elîmesini derhal hulâsa edebilecek rüşd ü kemâlde idi. Artık milletin en makul ve en meşrû’ ve en insanî salâhiyetini istimâl etmek zamanı geldiğinde tereddüdü kalmamıştı.
Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti tesis eden ve bunların hepsini hâdisât ile tecrübe eyleyen Türk milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felâketlerin karşısında meftûr olduğu kabiliyet ve kudretle ahz-ı mevki etti. (Şiddetli alkışlar) Millet, mukadderâtını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efrâdı tarafından müntehap vekillerden terekküb eden bir meclis-i âlide temsil etti. İşte o meclis, meclis-i âlinizdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler.
Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir heyet-i hükümet yoktur ve olamaz.
Kendine sıfat-ı hilâfeti izafe eden bu mevki-i şahsî münhedim olunca makam-ı hilâfet ne olacaktır suali vârid-i hâtır olur!
Efendiler, Hulefâ-yi Abbasiye devrinde Bağdat’ta ve ondan sonra Mısır’da hilâfet makamının asırlarca müddet saltanat makamıyla yanyana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün dahi saltanat ve hâkimiyet makamıyla makam-ı hilâfetin yanyana bulunabilmesi en tabii hâlâttandır. Şu farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’ın saltanat makamında bir şahıs oturuyordu. Türkiye’de o makamda asıl olan milletin kendisi oturuyor.
Makam-ı hilâfette dahi Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi bîkudret veya mülteci bir şahs-ı âciz değil, istinâdgâhı Türkiye Devleti olan bir şahs-ı âli oturacaktır. Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı asrî bir devlet-i mütemeddine halinde her gün daha rasîn olacak, her gün daha mes’ûd ve müreffeh olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlıyacak; eşhâsın hıyaneti tehlikesine kendisini ma’rûz bulundurmayacak, diğer taraftan makam-ı hilâfet de bütün âlem-i İslâm’ın ruh ve vicdanının ve imanının nokta-i rabıtası, kulûb-ı İslâmiyân’ın bâdi-i inşirahı olabilecek bir izzet ve ulûhiyette tecelli edecektir.
Efendiler, Türkiye Devleti’nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti mefhûmlarının millet ve memleket için ne kadar kuvvet ve feyz ve halâs ve saadet vaat ettiğini izaha lüzum görmem. Üç senelik tecârib-i fiiliye ve bunun semerât-ı mes’ûdesi kâfi fikir ve kanaat verebilir itikadındayım. Bundan sonra makam-ı hilâfetin dahi Türkiye Devleti için ve bütün âlem-i İslâm için ne kadar feyzbâr olacağını da istikbâl bütün vuzûhuyla gösterecektir. (İnşallah sadaları)
Türk ve İslâm Türkiye Devleti, iki saadetin tecelli ve tezâ hürüne menba ve menşe olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır. (İnşallah sadaları)
Bu ma’rûzât ve izâhâta nihayet vermek için heyet-i aliyyenize şunu arz edeyim ki, bütün rüfekamın mevzu-i bahis olan meselenin esasında tamamen müttehid ve müttefik olduğunu büyük bir kanaat-i vicdaniye ve muhakeme-i fikriye ile beraber olduğunu görüyorum. Bu hal milletimizin cidden teşekkürünü mûcib bir haldir. Heyet-i celîlenizin nâmütenahi takdirat ve tebrikâtı istilzam eden bir hakkıdır.
Deminden mufassal bir takrir okunmuştu. Şimdi okunan bir iki takrir daha var. Her üçünün muhteviyâtı arz ettiğim gibi, nikat-ı esasiyede birdir. Binâenaleyh yapılacak şey, bu üçünü daha sarîh ve daha güzel bir tarzda tesbit etmek ve heyet- i celîlenizin rey-i kat’îsine iktirân ettirerek bir an evvel ilân etmek ve bu sayede bütün düşmanlarımızın aleyhimizde aldığı tedbirlere karşı mâni olmaktır. (Şiddetli alkışlar).