İşlevselcilik Açısından Kuyu Motifinin Türk Kültürü, Edebiyatı ve Sinemasına Yansımaları/Klasik ve yeni Türk edebiyatında kuyu motifi

Vikikaynak, özgür kütüphane


  Klasik ve yeni Türk edebiyatında kuyu motifi
  Halk edebiyatından örneklerini verdiğimiz kuyu motifinin Klasik Türk edebiyatında veyeni edebiyatta, benzer ve farklı işlevleri taşıyan karşılıkları mevcuttur. Klasik Türk edebiyatında, kuyu motifi aracılığıyla telmih ve teşbih yapıldığı görülür. Sevgilinin büyüleyici bir güzelliğe sahip olduğunun anlatıldığı bazı beyitlerde, Harut ve Marut adlı büyü yapan meleklerin hikâyesine telmihte bulunulur. Bu iki meleğin, güzel bir kadına kapılıp hatalı işler yapması ve tanrı tarafından kuyuya asılarak cezalandırılması, sevgilinin söz konusu kuyudaki büyücülerden biri olduğunun iddia edilmesiyle bağlantılı olarak ele alınır (İnce, 2007).Böylece hem geçmişteki bir olaya telmih yapılır hem de sevgili büyücüye benzetilerek teşbih yapılır. Kuyu bu kullanımlarda, söz sanatının yapılmasına yardımcı olan unsur işlevi görür.Divan şairlerinden Nedim’in, konuyla ilgili bir beyti ve metnin günümüz Türkçesine aktarımı aşağıda verilmiştir:

“Gamze-i fettânını koydun ki yıktı ‘âlemi
Bahse dalmışken çeh-i Bâbil’de câdûlarla sen” (Levend, 2017: 223)
Günümüz Türkçesine aktarımı:
“Sen Babil kuyusunda cadılarla sohbet ederken fettan yan bakışın da âlemi yıktı, harap etti” (İnce, 2007: 112).


  Klasik edebiyatta sevgiliyi anlatmak için kullanılan kuyu motifinin yeni edebiyata daha farklı işlevleri üzerinde taşıyarak dahil olduğu görülür. Kuyunun bilinmeyenlerle dolu derinlikleri çağdaş yazarların bir kısmında kaosa girmişlik etkisi uyandırır. Bazı durumlarda kuyu, kahramanı içine çekerken bazılarında ise kahramanın kuyuya inmeyi istediği görülür.Kahramanın istemsizce bir kuyuda olduğunu düşünmesine Nezihe Meriç’in Bir Kara Derin Kuyu hikâye kitabı örnek verilebilir. Yazar, 1980’li yıllarda yazdığı ve yirmi yıl öncesine de yer verdiği hikâyelerde, dönemin siyasî gerginliklerine, yaşanan maddi zorluklara, insanların olumsuz anlamdaki değişimlerine, eski güzel günlere olan özlemine, yazmakla ilgili sorunlarına değinir. Değinir, çünkü bunları çok derin ve vurgulu bir şekilde anlatmadan, günlükhayatın küçük parçaları gibi küçük cümlelerle, kısa sözlerle ifade eder. Talat Sait Halman,eserin başında yazarın “Yaşadığımız şu günleri anlamaya çalışmak, beni çok yordu. Yazmak,giderek büsbütün zorlaşıyor benim için” (Meriç, 2019: 217-218) cümlelerine atıf yaparak,Meriç gibi oldukça duyarlı bir yazarın, bulunduğu zulüm, kargaşa ve umutsuzluk dolu ortamın, yazmasına engel oluşturduğuna küçük bir vurgu yaptığını belirtir (Halman, 1991).Meriç’in yaşadığı zor şartlar ve yazı yazamayışı onun hikâyelerinin kara, derin bir kuyuda yazıldığı hissini verir. Burada kitaba ismini de veren kuyu, umutsuzlukla dolu ortamı anlatan bir metafor işlevi görür.
  Kıbrıs’ta, kuyu kavramının karanlık bir geçmişi ve kayıp vatandaşları çağrıştırdığı bilinir.Rum ve Türk halklarının yaşadığı adada, 1950’lerin sonlarından 1970’li yıllara kadar süren, terör ve yer altı örgütlenmesi kaynaklı çatışmalar, katliamlar yaşanmıştır. Bu durum Kıbrıs Türk edebiyatına da yansır. Yaşanan olaylarda cesetleri kuyulara atılan vatandaşların, yıllar sonra bulunan naaşlarının ve olaylara şahitlik eden halkın yaşamının edebi eserlere konu teşkil ettiği görülür. Kuyuya atılma olgusunu somut gerçekliğiyle ele alan eserlere, Bülent Dizdarlı’nın 2014’te yayımlanan Kuyu Mezarları Ülkesi romanı örnek verilebilir. Romanda, dedesinin Rum teröristler tarafından öldürülüp yıllar sonra bulunduğuna dair haber alan yaşlı bir kadının, yaşadığı yer olan İngiltere’den Kıbrıs’a kısa süreli dönüşü anlatılır. Yaşlı kadın, geriye dönüş tekniği kullanılarak Kıbrıs’ın çatışmalarla dolu günlerine, dedesini ve eşini kaybettiği günlere döner.Eserde kuyu, bir metafor değil doğrudan somut bir varlık olarak ele alınır. Kuyunun, görülmesi istenmeyen şeyleri kapatan, saklayan bir işlev üstlendiği görülür (Aylanç, 2013).
  Kuyu motifi ekseninde oluşturulmuş bir başka eser ise Kıbrıslı yazar Ümit İnatçı’ya ait olan, 2016’da yayımlanan Kuyu/ İç ve Hiç romanıdır. Roman, kuyunun somut bir varlık olmanın yanı sıra içinde pek çok derin anlamı taşıyan çok yönlü bir metaforik anlatımın kullanıldığı anlam zenginliğiyle dolu bir eserdir. Romanın kahramanı Ahmet, daha önce de bahsi geçen, kuyuya inmeyi isteyen kahramanlardandır. Ahmet’in yıllar sonra Kıbrıs’a dönüşü ve babasının gömülü olduğu kuyuyu arayışı, bu arayış içinde kendi duygu dünyasında meydana gelen iniş ve çıkışlar eserde anlatılır. Kahraman adaya geldiğinde, kaldığı evin bahçesine bir kuyu kazmaya başlar. Kendisini ve çevresini anlamlandırmak amacıyla kendi zihnindeki kuyuya inmesini kolaylaştırmak için kazdırılan bu kuyu, kahramanın kendi derin, çıkmazlarla ve ikilemlerle dolu düşünce dünyasını da temsil eder. Metin Karadağ, yazarın kuyu kazdırmakla, bireyin içindeki kuyuların kazılarak “gize yüklenmiş olanların” aydınlığa çıkarılmasını dilediğini belirtir (Karadağ, 2017). Romanda, eserin kahramanı Ahmet, Kıbrıs’a borçlu olduğunu fakat bir yandan da Kıbrıs’tan öç alması gerektiğini düşünür. Ahmet bu öç duygusunun, içinde bir kuyu kazdığını, kendisinin de bu kuyuya öfkesini, iç bulantılarını, baş dönmelerini hapsettiğini belirtir. Burada kuyunun, görmek istenmeyen şeylerin gömüldüğü bir kuyu işlevine sahip olduğu görülür. Ahmet’in öfkesi, içindeki kuyuyla kalmayıp bahçeye kazdığı kuyuyla da ilişkilendirilir. Ağabeyine, kazdıkları kuyuya ya öfkesini ya da babasının katilini gömeceğini söyler. Burada kuyu soyut bir halden somut bir hale geçerek, istenmeyenin ortadan kaldırılması, gömülmesi işlevinin sürdüğünü gösterir. Yıllar önce babasının öldürülüp atıldığı kuyu ise Ahmet için kirli ve kötü düşünceleri ifade eder, babasıyla ilgili bilinmeyenleri “dibi karanlık kuyu” (İnatçı, 2016: 107) olarak adlandırır. Burada kuyunun,karanlık ve olumsuz duygulara ev sahipliği yapan bir mekân işlevini taşıdığı görülür. Romanda Ahmet’in, Rozana adlı bir kadının rahim ağzını kuyu ağzına benzettiği bir bölüm vardır.Bu da kuyunun cinsel açıdan bir işlevi olduğunu gösterir. Birlikte olacağı kadının vajinasına bakan kahramanın, bunu içinde kayıp bir cesedin var olduğu bir kuyuya benzetmesi Jung’un anne arketipini akıllara getirir. Burada, Jung’un Dört Arketip adlı eserine, anne arketipinin tezahürlerinden olan kuyuya bir atıf vardır (Jung, 2019). Kuyu, rahim işlevi görür. Rahmin içinde var olan kayıp cesedin kahramanın kendisi olduğu ortadadır. Çünkü Ahmet, ölmediğini öğrendiği babasıyla karşılaştıktan sonra, geride kalan kuyunun kişileşmiş bir varlık,kendisi gibi kayıp bir kişilik olduğunu söyler. Burada kuyunun yaşayan bir varlık olması, hem Türk halk inançlarıyla paralellik taşır hem de buna yeni, kişisel anlamlar yüklenir. Kuyu adeta bir insandır. Romanın sonunda kahramanın kuyunun başına geçip doğmuş olmanın pişmanlığını ve yeniden doğmanın arzusunu hissetmesi, soyunup kuyuya girmesi ve vücudu soğuyana kadar burada beklemesi anne arketipine yapılan göndermelerdir. Kuyudan bir çocuk ağlamasıyla, çamurlu ve yaralı şekilde çıkan Ahmet, annesinin resmine bakıp ağlar ve hayatına devam eder. Böylece rahim işlevi gören kuyunun, bir anneye dönüşerek, doğum yoluyla yaratma işlevi üstlendiği görülür.