“
|
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının en önemli sorunlarından birisini, en önemli sorumluluklarından, kendisine yüklediği sorumluluklarından birisini konuşmaya çalışıyor. Bu toplantının zabıtlara -muhterem heyetinizin dışında- ve duvarlara yapılmış olmasını esefle karşılıyorum. Dünyada bilinmeyen hiçbir şey yok. Eğer akşam televizyonları açarsanız, dünya televizyonları, bu işin başını çeken ülkelerin kendi halklarına ne kadar açıklıkla sorunu anlattıklarını görürsünüz. Nihayet fedakârlık isteyecekseniz, bir fedakârlık isteyecekseniz, onu milletten isteyeceksiniz. Millet doğruları nereden öğrenecek?.. Milletin doğrulan öğrenme yen evvela bu müessesedir. Çünkü, bu müessese aslında en büyük kamuoyudur. Bir temsilî Meclisin seçilmiş değerli üyeleri, millet adına ülkede olup bitenleri her zaman konuşmalı ve vatandaş bundan haberdar olmalıdır. Kaldı ki, neticesi savaşa varabilecek olan bir karardan, bunun gerekçelerinden vatandaş doğru şekilde haberdar olursa, birtakım menfi sözlerin tesiri altında kalmaz, ülkenin birliği, beraberliği o zaman sağlanır. Birlik içinde, beraberlik içinde olalım demek, onun icabını yapmakla mümkündür. Onun icabını yapmadan, o çeşit çağrıları vatandaşa anlatmak mümkün değildir. Onlar bir korku unsuru olmaktan ileriye gitmez. Acaba niçin bu celse açık celse değildir, niçin bu toplantı halkımızdan gizlenmiştir, niçin televizyonla yayılmamaktadır? Gerçekten bunları düşündüğümüz zaman, bu müessesenin sorumluluğuyla ve nihayet yetki isteyen Hükümetin sorumluluğuyla bunların bağdaşmadığını ifade etmeliyim.
Bu. ciddî bir olay. Ciddî bir olaysa ancak milletle bu işlerin içinden çıkabiliriz. Milletten koparak, ondan olayları saklayarak bir yere varmak imkânı yoktur. Üzüntülerimi ifade etmeliyim. Bu toplantı açık olmalıydı ve bu toplantı televizyondan milletimize ulaştırılmalıydı. Dün akşam Amerikan Temsilciler Meclisinin Dışilişkiler Komisyonunda Amerika Dışişleri Bakanı Baker'ın beyanını ve milletvekilleri tarafından Baker'a sorulan soruları dinledikten sonra, burada bizim bu toplantımızın kapalı olmasını hüzünle karşılıyorum. Yalnız Amerikan halkına değil, bütün dünyaya açık bir toplantıyı, bu işin mihmandarlığını yapan, önderliğini yapan Amerika yaptıktan sonra ve Amerika Dışişleri Bakanı, eğri doğru, yalan yanlış her suale gayet ciddiyetle cevap verdikten sonra, acaba biz, bu kürsüde 20'şer dakika konuşarak, bu işe önem mi verdiğimizi gösteriyoruz, önem vermediğimizi mi gösteriyoruz?.. Tüzük öyle efendim; ama, pek çok kere burada toplantılar yaptık ki, o zamanı artırmak mümkündür ve nihayet tüzüğü çiğnemeden, tüzüğün maksadına hizmet edecek şekilde bu topluluğu, bu Yüce Heyeti çalıştırmak, ülkeye daha yararlı yapmak mümkündü.
Şimdi, Hükümetin iki sayın üyesi buraya geldiler, niçin bu toplantının yapıldığını söylediler. Evvela ifade edeyim; Anayasanın 92 nci maddesine göre, söz konusu olan durum; Meclisin izin vermesidir. Meclisin izin verme, daha doğrusu birisine izin verme yetkisi verme gibi bir hakkı yoktur. Meclis kendisi izin verecek. Ben bu yetkiyi sana vereyim de, sen bunu istediğin gibi kullan diye ne bunu hükümete verebilir ne başkalarına verebilir; kimseye veremez.
Yapılan yanlıştır ve aslında bu Meclisin kendisini saf dışı etmesidir. Bana göre bunun gerekçesi de yoktur; gerekçesi olsa da yanlıştır. "Efendim, bizim çoğunluğumuz var, yaparız..." Bu çoğunluğun olması, bunun yapılmış olması, yanlış yapılmış olmasını önlemez. Çünkü, bu hak. Meclisin hakkı, devredilmez, vazgeçilmez, bölünmez haklarından birisidir ve mademki bu hak dev- redilebiliyor. o zaman savaş hali ilanı iznini geçen defa olduğu gibi Hükümet bu defa niye istemiyor? Bu da bir kamuflajdır. Yani, savaşa götürmek gibi bir durum yok orta yerde, savaş ilanı gibi bir durum yok, bakın böyle bir yetki söz konusu olursa, savaş çıkarır gelirsiniz gibi bir korkudan toplumu kurtarmak için. bana göre bir kamuflajdır. Yapacağınız iş zaten dışarıya asker göndermeye izin vererek, içerde başka ülkelerin askerlerini buludurarak yapacağınız iş zaten savaşa geliyorsa, savaş ilanı bir emrivakiyi kabullenmekten, bir şekli yerine getirmekten ibaret kalır; aynen olmuştur : Goben ve Breslau gemilerinin boğazlardan geçip, Kırım limanlarını bombardıman etmesine izin verdikten sonra, Birinci Dünya Harbinin ilanı bir şekilden ibaret kalmıştır.
Onun içindir ki, bana göre burada da, asker gönderme veya başka askerleri, ülkemizde başka askerlerin bulunmasına izin verme yetkisini devredebiliyorsa Meclis, öbürünü de devretmemesinde hiçbir anlam yoktur. Binaenaleyh Meclisin elinde bir şey kalıyor değil.
Neden bunun üzerinde bu kadar titiz davranıyoruz? Neden titiz davranılmalı?
Şimdi, Sayın Dışişleri Bakanı, burada geldi, ne dedi : "Millî menfaatların gereği." İyi; ama, bu nedir millî menfaat? Ama bu şudur; millî menfaat, milletin yüksek menfaatlan, milletin âli menfaatları... Bu, her halde bugün milletin yüksek menfaatlarınm ne olduğunu "Canım ben söylüyorum, sen anla; bu ciddî bir iştir, bunu anlamayacak ne var" şeklinde geçiştiremezsiniz.
Bu kararın alınmasında milletin âli menfaatinin ne olduğunu söylemeye mecbursunuz. Hükümet bunu söylemeye mecbur. Bu kararı ne yapacaksınız?.. Farz ediniz ki bu kararı bu Meclisten aldınız. Ne yapacaksınız bu kararla? Bu Meclise bunu söylemeye mecbursunuz. "Efendim, biz ne yapacağımızı biliyoruz, siz karışmayın" diyorsanız, bu, tabiî ki, demokrat bir anlayışa sığmaz. Çünkü, aslında, bizim düşüncelerimiz yönetimi ne kadar rahatsız ederse etsin, bizim düşüncelerimize vicdanınızda cevap bulabiliyorsanız, doğru yapıyorsunuz. Cevap bulamıyor da onu gürültü patırtıyla bastırıyorsanız, o zaman vicdanınız sizi bir gün rahatsız edecektir. Bugün olmasa yarın edecektir.
Sonra, -bu, Türkiye'nin çok önemli bir konusu- buradan bir savaş çıkarsa, bu savaşa sizi destekleyenlerin çocukları gidecek de başkaları gitmeyecek değil ki. Onun için, gelin, beraberlik sağlayın. Beraberliği nasıl sağlayalım? Beraberliği, bu kararı "Millî menfaatler böyle icap ettiriyor, ülkenin âli menfaatlan böyle icap ettiriyor" gibi yuvarlak laflarla geçiremezsiniz. Ben bunu size söylemiyorum, herkese söylüyorum. Yani "Bugün artık Türkiye'de ne uçurumun kenarına geldik", ne de "âli menfaatlarımız böyle icap ettiriyor" gibi, eskiden korkutucu olan sözler kimseye hitap etmiyor. Bir şuurlaşma, bir bilinçleşme vardır. Bu menfaatların neler olduğunu bilelim. Şimdi, bu menfaatlan beraberce düşünelim. "Efendim, bölgede istikrar bozulmuş, onun için biz bu kararı istiyoruz" bu istikrarı biz mi düzelteceğiz? Bölgede istikrar ilk defa mı bozuluyor? Bölgede istikrar zaten var mı? Daha "intifada"nın birinci gününe gelindi. Lübnan karmakarışık, İran'la Irak sekiz sene harp etti. O zaman bunları bölgede istikrar bozuldu saymadık yahut böyle bir kararın gerekçesi için "Bölgede istikrar bozuldu" diye gelip, "İran'la Irak harp ediyor, buradan bize bir şey sıçrayabilir; binaenaleyh. Hükümete böyle bir yetki devrinde bulunun" diye kimse gelmedi.
Olayı küçümsemiyoruz. Önemli bir olaydır, yalnız kraldan ziyade kralcı olmaya, kahramanlığa soyunmaya, birtakım yerlerin gözüne girmeye gerek yoktur.
"Efendim, böyle bir olay yok". Tamam, o zaman gelin, millî menfaatlanmızın ne olduğunu söyleyin. Hükümete sesleniyorum : Şimdi bu yetkiyi aldınız. Bu yetkiyle ne yapacaksınız? Suudi Arabistan'a asker mi göndereceksiniz? Körfeze gemi mi göndereceksiniz, yoksa Türkiye'nin kuzeyinden ikinci bir cephe açılmasına mı müsaade edeceksiniz? Ne yapacaksınız bu kararla? Yahut, "Efendim, bilemiyoruz, Türkiye birtakım tehlikelere maruzdur. Onun için bu karan istiyoruz" diyemezsiniz; çünkü, 12 Ağustos günü yapılmış bulunan toplantıda Türkiye bir saldırıya maruz kalırsa, ona karşı koyma yetkisini zaten aldınız. Şu anda Türkiye'nin bir saldırıya karşı koyması ihtimaliyle, Türkiye açıkta değildir; o yetki elinizde var. Bana göre o da yanlıştır; çünkü, zaten Türkiye bir saldırıya maruz kalırsa, Türkiye'nin güvenlik mekanizması, Türkiye'nin güvenlik kanunları, Türkiye'nin güvenlik hizmetleri otomatik işler. Yani, huduttaki komutanlar otomatik o
saldırıyı defetme yoluna giderler, dönüp yetki aramaya gelmezler; çünkü, onun mantığı yoktur.
Ben bu kararın mantığını arıyorum ve yine size gayet açıklıkla söylüyorum ki, hiçbir siyasî mülahazayla değil, böyle bir kararın ülkeme ne getireceğini, ne götüreceğini sesli düşünerek huzurunuzda bunları söylüyorum. Bakınız, bu işin başını Birleşik Amerika Devletleri çekiyor. Sayın Dışişleri Bakanı diyor ki, "Biz, müttefiklerimizle beraber bir tavır takındık." Bizim bu olayda müttefiklerimizle beraber bir tavır takınma mecburiyetimiz yoktur. İttifaklar her şey için değildir, ittifakların muayyen sahası vardır; onlar bize her şey için angaje değildir, biz onlara her şey için angaje değiliz. Biz ahde vefayı gösteririz, neyi taahhüt ettiysek onu yaparız. Bizim müttefiklerimize taahhüt ettiklerimizin dışında hiçbir ahdimiz yoktur, ne taahhüt ettiysek o. Binâenaleyh, acaba bu sözü neden söylemiştir, onu anlayamadım; ben mi yanlış anladım? Çok dikkatle dinledim. "Müttefiklerimizle beraber vaziyet aldık." O zaman, Doğu ile Batı arasında köprü nasıl olacaksınız? Diyorsunuz ki, "Biz. Batı ile Doğu arasında köprüyüz." Sizin müttefikleriniz Batılılar. Doğuda cereyan eden bir olaya karşı vaziyet aldıysanız; köprü iki yakayı birleştirecek, yakalardan birisi elinizden gitmiş, askıda kalırsınız. Zaten Türkiye'nin bugün sıkıntısı budur. Türkiye, Doğu ile Batı arasında köprü olma rolünü yitirdi, daha da çok yitirmeye doğru gidiyor.
Şimdi yine soruyorum: Bu kararla, Türkiye'ye bir tecavüz vaki olursa onu karşılayacağız diyemezsiniz; çünkü onun kararını 12 Ağustos'ta aldınız lüzum olmadığı halde. Şimdi bu kararı ne yapacaksınız? "Türkiye'nin âli menfaatları böyle icap ettiriyor" ile bizi ikna edemezsiniz, kimseyi ikna edemezsiniz ve ben anlamadıktan sonra, ben bunu vatandaşa nasıl anlatacağım? Âli menfaat- lar böyle icap ettiriyormuş... Benim vatandaşım soracak, "Neymiş bu âli menfaatlar?" diye.
Muhterem milletvekilleri, efendim, bizim dinamik bir politika takip etmemiz lazımmış ve bir potansiyel düşmana karşı bir dinamik politika. Bakınız, dün akşam Baker'ın söylediklerinin içerisinde hedef olarak Saddam yok. Baker ne diyor "Amerika'nın hedefleri nedir diyor izah ediyor. Dörttür. Bunlardan birincisi Kuveyt'in Irak'ın elinden kurtarılması. İkincisi, rehinelerin kurtarılması. Üçüncüsü, bu işler olduktan sonra burada bir güvenlik sistemi meydana getirilecek, bu güvenlik sisteminin mutlak manada bir daha böyle olaylar çıkmayacak biçimde yapılması. Dördüncüsü de, Kuveyt'in meşru idaresinin yerine konmasıdır." Soruyorlar, Kuveyt'in meşru idaresi Şeyh El Sabah'a karşı Amerika'nın bir taahhüdü var mı? Onu niye yerine getirtip oturtmak için Amerikan çocuklarını çöllerde telef edelim? Milletvekillerinin sorduğu bu. Ona verdiği cevap "Evet, mademki biz bu işe bulaştık, öyle girdik işin içerisine ve biz bu ahdimizi tutmak mecburiyetindeyiz, yoksa bize başkaları inanmaz". İşte bu.
Şimdi soruyorum; Türkiye Cumhuriyetinin hedefleri nedir? Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin politikasının hedefi nedir? Ne yapmak istiyorsunuz? Yani bunlar Amerika'nın hedefleri. Bu hedeflerin gerçekleşmesine yardımcı olmak istiyoruz... Neyle? Bakınız, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini bugün aktive eden, harekete geçiren müttefikleri değildir. Resmen aktive eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunun kararıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunun kararı olmasa Türkiye Cumhuriyeti diğer memleketler gibi ambargoya da iştirak edemez. Etmez. Mecbur değildir; ama Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Kurulu bir bağlayıcı karar vermiştir, Türkiye bu ambargoya iştirak etmiştir. Sayın Hükümet Başkanı, "İşte bunu yaptık canım, bunun nesi yanlış? Bunun dışında ne yaptık ki?.." diye soruyor. "Buna bir itirazınız var mı?" diye soruyor. Bunun sorulacak bir tarafı yok. Şimdi soruyoruz. Şimdi var soracağımız: Peki bu karan aldıktan sonra ne yapacaksınız?
Efendim, olayların seyri sırasında bugünden göremediğimiz "unforsee (görünmeyen) birtakım meseleler çıkabilir, sorunlar çıkabilir onları karşılayacağız? Ne çıkabilir? Irak'tan bir tecavüz mü bekliyoruz? Türkiye Irak'tan bir tecavüz mü bekliyor? Gayet açıklıkla söyleyelim: Eğer Türkiye Suudi Arabistan'a asker gönderecekse, o zaman Türkiye bu ihtilafın bir parçası olur. Henüz Birleşmiş Milletlere dahil ülkelerin hiçbirisi, Amerika hariç, o da Irak halkını değil, Irak Hükümetini ve Irak'ın bu yaptığı işi hedef alıyor, henüz kendisiyle Irak'ı bir husumet haline getirmemiştir. Bu karar ve bu kararın uygulaması Türkiye'yi Irak'la hasım hale getirebilir, hem herkesten önce getirebilir. Bizim de korktuğumuz budur.
Türkiye'nin herkesten evvel Irak'la hasım hale gelmesinde hiçbir yarar yoktur.
(ANAP sıralarından "Zararı da yoktur" sesleri)
Vardır. Çok zararı vardır. Şöyle vardır: Biz komşuyuz IrakTa. Eğer deniyorsa ki. gayet açıklıkla söyleyelim, Hükümetin gelip bu sözleri de burada cevaplaması lazım. Benim anladığıma göre, sokaklarda dolaşan laflara göre, "Efendim, biz bu işte daha aktif bir vaziyet almalıyız. Üç sebepten dolayı. Bunlardan birincisi, işte harita değişecek. Harita değişince pasta çıkacak ortaya. Bu pastayı paylaşacağız."
Ben geçen 12 Ağustos toplantısında da söyledim. "Harita değişecek, bu pastadan biz pay alacağız" dan kasıt, Kerkük ve Musul'un bize intikal edeceği ise, bir oyuna gelmeyin diyorum; çünkü Musul'un bize intikalinden memnun olmayacak kimse yoktur, yalnız, bir oyuna gelmeyin. Şöyle gelmeyin; bir taraftan "Yurtta sulh, cihanda sulh. Biz emperyalist değiliz" vesaire filan gibi lafları edip -yine bugünkü beyanların içinde de var- sonradan da, esas bu tezkerenin altında yatan; bir gün nasıl olsa harita değişecek, ne olacak? Irak parçalanacak, Irak bir masanın üstüne konup parçalanacak. Canım, Kerkük ve Musul bize geçse, fena mı? 100 milyon ton petrol bugünkü paralarla 17,5 milyar dolar eder... Buna itiraz edecek kimse yok; ama bu bir oyundur bana göre. Şöyle oyundur: Irak Kuveyt'i işgal etti diye Irak'ı emperyalist ilan edip, Kuveyt'i Irak'ın elinden almaya çalışanların Türkiye'ye Kerkük ve Musul'u vermeleri mümkün değildir beyler. Oyuna gelmeyelim; konjonktür o konjonktür değil; bir. İkincisi, eğer bu kargaşanın içinden Türkiye, pastadan alacağım pay diye Kerkük ve Musul'u aklından geçiriyorsa -kimse beni yanlış anlamasın, ben peşinen söyledim- ve bunun için fedakârlık yapmaya hazırlanıyorsa, fedakârlık yaptığıyla kalır; çünkü o zaman hem Kerkük ve Musul'u bize verecek olanlar, hem bütün Arap alemi sıkıntıya girer, hem biz, hem bütün Arap alemi, hepsi sıkıntıya girer. Ortada bir Hatay konjonktürü yoktur ve acaba bugüne kadar sessiz sedasız duran Sovyetler Birliği bizim 20 milyar dolar civarında bir petrol kârı, bir petrol parası almamıza razı olacak mı? Onu da bırakın bir kenara; evet, Türkiye komşularıyla iyi geçinmek mecburiyetindedir; menfaatidir. Batıyla da iyi geçinmek mecburiyetindedir, süper güçlerle de iyi geçinmek mecburiyetindedir, menfaatinin gerektirdiği kadar da komitmentlere, yani yükümlülüklere girebilir; ama Batıya teslim olamaz Türkiye. Gayet açıklıkla söylüyorum, evvela Batı itiraz edecektir Türkiye'nin 20 milyar dolarlık petrol parasına kavuşmasına. Çünkü siz, güçlü bir Irak'ın, güçlü bir Saddam'ın, Batı için tehlike teşkil ettiğini, Batı'nın söylediği yerde güçlü bir Türkiye'nin Batı için canciğer olacağını mı zannediyorsunuz? Kimse sanmasın, kimse sanmasın, kimse.
(DYP sıralarından alkışlar)
Batı'nın iki tane ön karakolu vardır: İsrail'dir ve Yunanistan'dır. Türkiye'yi ne ondururlar, ne öldürürler. Saz benizde olacak Türkiye onlara göre, yeşermeyecek. Çünkü, eğer Türkiye yeşerirse, elin parmaklan gibi adalar kesilmiş, Anadolu kimin elinde ise adalar onun elinde olmuş, kesilmiş. İşte Batı Trakya, şu kadar insan orada bugün bakımsız, vesairesiz, per ve perişan, evinin tamirine müsaade etmiyorlar ve "'Türkiye yavaş yavaş Kıbrıs olayında olduğu gibi buralara sarkar, sarkıntılık eder, öbür tarafta başka işler çıkar" diyorlar. Onun içindir ki, hiç kimse, Türkiye'nin böyle bir kargaşadan bir avanta koparıp, hatta bedelini çok ağır bile ödese bu avantanın, güçlü çıkacağını falan sanmasın. Böyle diyorlarsa, bunu diyenler yanılmaktadır; bir.
İkincisi, "Efendim, Saddam güçlendi, Saddam bizim için bir tehlikedir. Saddam'ın şimdi burnu kırıtmazsa yarın bizim başımıza dert olur. İşte Fırat suyu der, Dicle suyu der, şu der, bu der" konusu var. Şimdi potansiyel tehlike bu; yani potansiyel tehlike olayına geliyorum. Saddam bugün değilki, dün de sıradan potansiyel tehlike idi. Potansiyel tehlike arıyorsanız etrafınızda epeyi ülke var; bunların herbirisini potansiyel tehlike olmaktan çıkarmaya kalkmak bizi bitirir. Çünkü, devletler, politikalarını potansiyel tehlike olmaktan çıkarmaya göre ayarlamıyorlar, tehlikenin tehdit haline gelme ihtimaline karşı tedbir arıyor, o tedbiri ararken de ittifaklar arıyor. Nitekim Türkiye'nin Sovyetler Birliğine karşı yaptığı odur nitekim.
Açıklıkla söyleyeyim; her halde Türkiye bir Saddam'ın karşısında yaprak gibi titreyemez. Saddam Türkiye'ye bulaşmaya kalkarsa elli defa kafasını kırarız, elli defa.
(DYP sıralarından alkışlar)
Kaldı ki bugün zaten Körfez krizinin sıkıntısı şudur: Saddam bu adımı atmıştır; Saddam geri çekilemez, Saddam geri çekilirse mahvolacak. Saddam geri çekilmezse mahvolacak; geri çekilirse mahvolacak. Binaenaleyh Saddam geri çekilmemeyi tercih edecektir; çünkü geri çekildiği zaman Saddam ne işe yarar? 8 sene İran'la harbetmiş, arkasından sıfıra müncer olmuş. Bütün harp sonrasında elde ettiklerini terketmiş, çekilmiş; şimdi bir de bunu yaptığı zaman Saddam'ı orada yaşatmazlar, kendi halkı yaşatmaz. Binaenaleyh Saddam bu işin sonuna kadar gidecektir. Zaten Saddam'ın bir Amerikan teklifini kabul etmesi mümkün değildir ve Saddam'ın hiçbir ihtimali yok bu işi savaşsız bırakmasına.
Savaş: Savaşı nasıl yapacaksınız, kim yapacak savaşı? İşte burada görüyorsunuz, Arabistan çöllerinden cephe açarak bu savaşı yapmak mümkün değildir. Geçen celsede de endişelerimi söyledim; Türkiye 2 nci bir cephe açmak, bir kuzey cephesi açmak tazyiki ile karşı karşıya kalacaktır.
Sayın Hükümet Başkanının beyanı var; diyor ki. dışarıdan gelecek -dünkü beyanıdır- yabancı kuvvetlerin Türkiye'de yer almasına ve bir kuzey cephesi açılmasına rıza gösterir misiniz? "Hayır" demiyor, "hayır" demiyor. Dışarıdan gelecek kuvvetlerin Türkiye'de yığınak yapmasına rıza gösterir misiniz "Hayır" demiyor. Ben ajans haberlerinden alıyorum bunu; yani "kuzey cephesi" tabirini gördüm sanıyorum, görmediysem bile "Yığınak yapmasına razı gösterir misiniz" diye soruluyor ve "Hayır" demiyor.
Ne olacak? Yarın siz bu kararı çıkardınız, bugüne kadar sizi kimse zorlayamazdı çünkü bu Meclisin hakkıdır, Meclisin işidir, biz bunu Meclisten geçirmedikçe yapamayız derdiniz.
Değerli milletvekilleri, vicdanî vazifemi yapmakla kendi kendimi yükümlü sayıyorum. Bakınız, aslında orta yerde bir slogan var; bu slogan şöyle : Bu petroller, yani 600 milyar varil petrol Arap halkınındır. Bu petroller kralların veya onların ecnebi ortağı şirketlerin değildir diyen ses...
(DYP sıralanndan alkışlar)
aslında diyen sesin tesir hâsıl etmemesi mümkün değil. Bunun tesir hâsıl etmemesi mümkün değil. Bu sesin sahibi kim olursa olsun. Bu sesin sahibi Saddam dahi olsa, bunun tesir hâsıl etmesi mümkün değil. Saddam'ı tahrif edebilirsiniz, bu sesi tahrif edemezsiniz.
Eğer Ortadoğu yeniden şekillenecekse, işte bu petrollerin bir avuç kralın veya bir avuç hanedanın değil, fukara halkların olduğu esasına göre şekillenecektir. Sanılıyomu ki, Sosyalizmin anavatanı olan Sovyetler Birliği bu sesin dışında bir sese kulak verecektir. Vermeyecektir. O zaman kendi iflasını, 70 senedir söylediği şeylerin tümünün iflasını ilan etmiş olur. Ve yeniden Ortadoğu şekillenirken Türkiye bu Ortadoğu'nun şekillenmesinden ne umuyor? Sayın Hükümetten onu istiyoruz. Gelin burada söyleyin. Ne umuyorsunuz bu şekillenmeden?
Pasta... "Efendim pastadan pay alacağız..." Pastadan ne pay alacaksınız; hangi pastadan ne pay alacaksınız?
|
”
|