Selahattin Demirtaş'ın 14, 15, 16 Şubat 2018'deki savunması

Vikikaynak, özgür kütüphane

14 Şubat[değiştir]

I. Bölüm[değiştir]

Dokunulmazlığın sağlanması, parlamento ve milletvekillerini korumak Meclis’in yasama yetkisini korumaktır. Milletvekilleri yargılanmaz değildir. Ama usule uygun yargılanır. Milletvekilinin yargılanamayacağı bir konu var bu da mutlak dokunulmazlıktır. Bunun nedeni milletvekilinin söz söyleme hakkıdır. İfade özgürlüğünü aşan, içeriği suç oluştursa dahi sorumlu tutulamaz milletvekili konuşmalarından. Milletvekilin asıl gücü eyleminden çok sözüdür. Bu konuda soru sorulamaz, ifadeye çağrılamaz.

İddianame adı altında sunulan belgeye dair de açıklama yapmak istiyorum. Benim aklanma hakkım da var. Ama benim terör örgütü kurduğum iddia ediliyor. Benim buna cevap vermem gerekiyor. Ben yargılanmadan asla korkmam. 1300 soruşturma açtılar, tamamen konuşmalarımla ilgili. Ben kişi olarak davranamam, milletin iradesini korumak zorundayım. Savcılıkların Adalet Bakanlığı isteği doğrultusunda karar aldığı bir süreçte her fezlekeye şüphe ile yaklaşmak gerek.

Bu iddianame okunamaz, Çünkü şu anda birey olarak ben yargılanmıyorum, yargılanan temsil ettiğim halk iradesidir. Bu nedenle iddianame okunamaz. Bireysel olarak yargılanmaktan kaygım yok. Ancak temsil ettiğim halkın yargılanmasına izin vermem.

Dokunulmazlık bu kadar önemli, böyle olacaksa savunma yapmam o zaman. Dokunulmazlığı kaldıran Erdoğan’sa buna dair söz söylemem gerek.

Tutuklanmamdan önceki dönemde medyadaki yayınlara bakın. Bu kadar yayını “Demirtaş uzaylı” diye yapsalardı Türkiye’nin yarısı benim uzaylı olduğuma inandırılmıştı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından önce medyaya taşınan manşetlerle bir algı operasyonu oluşturulmuştur.

Dokunulmazlığın kaldırılmasında siyasi saiklerle hareket edildi. Amaç HDP’yi siyasetten tasfiye etmekti. Bu süreç İçtüzük hükümlerine de aykırıydı. İçtüzük Kanarya Sevenler Derneği tüzüğü değildir, İçtüzük Anayasanın önemli bir parçasıdır.

Milletvekili Meclis kararı olmadıkça tutuklanamaz. Buna rağmen 15 aydır tutuklu bulunuyorum. Mahkeme bu denetimi de 15 ay boyunca yapmadı. Milletin iradesini korumanız lazım Selahattin Demirtaş’ın değil! Parlamento korkuyor, yargının cesur olması lazım. Denetim ancak böyle sağlanır. Her gün kanunlar çıkarılıyor, Anayasa değişikliği yapılmaya çalışılıyor, milletin iradesi olan bizler de bu olanları bir hücrede izlemek durumunda bırakılıyoruz. Biz de izliyoruz, yargı da izliyor.

CHP, Anayasa Mahkemesine götürmediği için yapılan değişik Anayasa Mahkemesi denetiminden geçemedi. Ana muhalefet partisi "Anayasaya aykırı ama evet" dedi. Fakat Anayasa Mahkemesine de götürmedi. Bizim de sayımız yetmedi. Şimdi siz mahkeme olarak Demirtaş'ı korumak için değil, halkın iradesini korumak için durma kararı verip Anayasa Mahkemesine gönderin.

Anayasa değişikliği ile geçici madde koymak Meclis kararı değildir. Anayasaya aykırı bir düzenlemeye evet derken ne oldu işte CHP milletvekili de içeride.

Anayasa değişikliği kişiye özel yapılamaz. 132 milletvekilinin milletvekilliğini kaldırmak kişiye özgü düzenlemedir.

Politik saiklerle, anayasaya aykırı, kişiye özel bir düzenleme yapıldı. 1 yıl içinde 3 bin arkadaşımız tutuklandı. HDP durup dururken suç işleme kararı mı aldı? Yargı bir anda HDP hakkında karar mı aldı? Anayasa değişikliğini yapmak için HDP’yi kriminalize etmeleri gerekiyordu o nedenle usule uygun olmayan şekilde bizleri tutukladılar.

31 fezlekeden 1 fezleke tarafıma tebliğ edildi. Geri kalan 30 fezlekeden gizlilik kararı sebebiyle haberdar olamadık ama 31 fezleken savunmam isteniyor. Soruşturmadan bu yana dosya önünüze siyasi saiklerle geldi. Ancak siz usule aykırılıkları gidermek yerine, heyet olarak emniyet müdürlüklerine yazı yazarak başka deliller elde etmeye çalıştınız. Şu ana kadar adil yargılanacağıma dair en ufak bir izlenim edinmedim. Lehime olan delillere dair tek işlem yapılmadı. Heyet olarak bugüne kadar olan hukuk rezaletine ses çıkarmadınız. İçeride de olsak dışarıda da olsak bu ülkenin demokratikleşmesi için çalışmaya devam edeceğiz.

AKP Sözcüsü; “Meclis’te tutuklamadık, uzun süre tutuklamadık” diyerek yargı yerine karar verdiklerini alenen beyan etmiş oldu. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu düşünülebilir ama öyle değildir. Demokrasi güçleri bugüne dek büyüyerek geldi.

Dokunulmazlıkları politik gerekçelerle kaldırılıp asılan başbakan var. Geçmişte cezaevine girmeyen genel başkan yoktu. Hepsi olağanüstü dönemlerin mahkemeleriydi. Şimdi de OHAL döneminde başka bir partinin siyasetçileri olarak yargılanıyoruz. Şu dakikaya kadar adil yargılanacağıma dair en ufak izlenim edinmedim. Lehime olan delillere dair tek işlem yapılmadı. Heyet olarak bugüne kadar olan hukuk rezaletine ses çıkarmadınız...

Benim itirazlarımı dinlemeniz lazımdı. Biz bu ülkenin yurttaşlarıyız. Bu vatanın evlatlarıyız. Biz bu ülkenin paryaları değiliz. Adalet mülkün temelidir. Sarsılırsa mülk sarsılır. Yargıçların hukukun egemenliği ilkesini sonuna kadar savunması gerekir. Yapmazsanız sıkıntı olur. Yaparsanız ne olur yurttaş sıkıntı yaşar. Türkiye batmaz. Demokratik bir ülke olacak. Bunun için var gücümüzle çalışacağız. Bu suçu işleyenler yargı önünde hesap verecekler.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 1.bölümü". hdp.org.tr. 14 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

II. Bölüm[değiştir]

Birkaç alıntı ile başlamak istiyorum. Tabii ki bir belgenin başına iddianame yazmakla hukuken iddianame haline gelmiyor. Yakın tarihimizde çok sayıda kumpas, yalan, iftira davaları ortaya çıkmıştır. Bu iddianame de bir kumpas ve komplo iddianamesidir. Birileri başına iddianame yazdı diye benim de iddianame olarak kabul etmemi beklemeyin.

“Yalan herkesi yok etmek için kullanılan ilk silah oldu. En teknolojik silahlar ateşlenmeden önce yalan söylenir. Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği yurttaşları ya da devleti aldatmak için söylenebilir” der Platon. Devletin en büyük günahlarından biri kendisini yurttaşlarından ayırıp onları kandırmak için yalan kullanmasıdır. Yalan devletin tekelindedir, devlet yalan söyler, devlet adına hareket edenler de aynısını yapar. Devlet mitolojik bir varlık olmuştur artık ve Leviathan giderek büyümektedir.

En teknolojik silahlar, tüm dünya devletleri tarafından ateşlenmeden önce yalan silahı kullanılır. Ülkemizde de halen geçerliliği olan bir moda. Yalan onu söyleyen ve onu hedef alan arasında ezilmiş kişiyi hedef alır. O palavraya inanmayan ve onu tekrar ederek yalanın taşıyıcılığını yapana ne denir? Ayın elemanı mı, halkla ilişkiler amiri mi?

Hassas totaliter rejimlerde sık rastlanır yalana. İnsana kendisini güçsüz hissettirir. Kendi ayakları üzerinde direnme ve yalanı ifşa etme gücünü yitirirsiniz.

Orwell şöyle der: Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir. Elimden geldiğince gerçeği paylaşmak için çabalayacağım. Orwell der ki, hiçbir şey yasa dışı değildir. Çünkü artık yasa yok.

Anayasa’nın ayakların altına alındığı bir dönemde kanunları ihlal ettiği söylenen yasa koyucu olarak yargılanmaya başlandım. Berger bir romanında şöyle der: “Biz yasaların dışında doğduk, ne yaparsak yapalım yasaları çiğniyoruz. Onlarsa yasaların tam içinde doğmuşlar, ne yaparlarsa yapsınlar yasalar koruyor”.

Bizim de karşı karşıya olduğumuz durum budur. Benim suçlu olup olmadığıma benim söylediklerime bakarak karar vermeyeceksiniz. Benimle ilgili söylenenlere bakarak karar vereceksiniz. Benim hakkımda söylenenlerle, algılarla oluşturulmuş bir iddianamedir. Benimle ilgili ne söylediklerini anlatmak durumunda kalacağım bu yüzden.

Nasıl bir azılı teröristmişiz algısı yaratıldı. Bu algı üzerine fezlekeler hazırlandı, bu algı üzerine iddianame hazırlandı, kabul edildi, dokunulmazlığımı tanımayarak iddianameyi yüzüme okudunuz. Dolayısıyla benim ne söylediğim değil başkalarının benim hakkımda ne söylediğini tartışarak karar vereceksiniz. Nihayetinde kafanızda şekillenen karar böyledir.

Tarihte bir çok hukukçunun yaptığı bir tespittir: “Kanıtın yokluğunda ağır cezanın kendisi kanıt haline gelir.” Demirtaş için 3 yıl ceza isteyemezsiniz. Kamuoyunu ikna edemezsiniz 2 yıl isterseniz. 150 yıl istemeniz gerekli. Begoviç için istenen ceza da böyledir. Yaptığı tek şey İslam Deklarasyonu’nu yayımlamasıdır. Begoviç de 5 yılını cezaevinde geçirdi, çıktı devlet başkanı oldu.

Hafif bir ceza şüphe doğurur, sert bir ceza verilirse şüpheler giderilmiş olur. Nazilerin yöntemi, meşrulaştırma biçimi buydu.

Begoviç, deklarasyon yayımlandıktan sonra vatan haini ilan edildi. “Eğer gerçekten suçlu olsaydım adil yargılanırdım. Adil yargılanmadım çünkü masumdum” dedi. Uzun yıllarını hapiste geçirdi, iki de kızı vardı.

Olaylar tarihsel olgulara, coğrafyalara göre değişir, ama zulüm her yerde zulümdür. Faşizm her yerde faşizmdir. Bunu meşrulaştırabilecek bir dayanak tarih boyunca bulunamaz. Elbette meşrulaştırmak için siyasal meşruiyetler oluşturmuşlardır. Tarihe zulüm olarak geçmiştir bunlar. Kendi dönemlerinde başarı olarak geçse de, zaman tarih yazmaya geldiğinde faşizm, baskı, zulüm olarak anılmıştır.

Ben de böyle bir dönemde, faşizan baskıların estirildiği bir dönemde adil olmayan yargılanmayla adına iddianame denen bir metne cevap veriyorum.

Öyle bir dönemdeyiz ki, insanlar çocuklarını cezaevinden kurtarmak için avukata değil AKP il başkanlarına gidiyorlar. Mahkemeniz açısından herhangi bir iddiada bulunamam tabi.

İlginçtir, güçlü iktidar, güçlü lider, lidere bağlı söylem o kadar meşrulaştırılıyor ki, 15 ay önce bunu kabul etmezdim. Türkiye’yi kurtaracak olan kişiler, partiler değil halkın kendisidir. Ona güvenmeyen, inanmayanın hiçbir kalıcılığı yoktur. Ama onlar kendi döneminin kudretlileridir.

Örneğin Erdoğan şöyle bir demeç verse şu saatte ve “Kardeşim milletvekili tutuklanır mı” dese, bizleri tutuklu yargılayan heyetlerin çoğu “sabah olsun da tahliye edelim” diye uyumaz. Tabii mahkemenizi itham etmeyeyim. Recep Tayyip Erdoğan, “tutuklu milletvekili yargılamak milletin iradesine hakarettir” desin, içeride vekil kalmaz. Ben bu şekilde tahliye olacaksam olmayayım. Dolayısıyla bu dosya üzerindeki baskıya kim boyun eğer bilmiyorum, ama benim boyun eğmeyeceğim kesin. Bu bir kumpas davasıdır, tüm aşamalarda hukuki olarak elimden geleni yapacağım.

Bu dosya ne zaman biter bilmiyorum. AİHM’e kadar aşamaları var. Benim dosyama müdahale ettiğini söylediğim kişi nasıl bir yürütme gücü kullanıyor. Erdoğan, o kadar her şeye muktedir mi? Değil tabii, ondan büyük Allah var, ama bakın neler yapmış:

Örneğin belediye başkanlarına kayyum atanması; Efkan Ala direndi, onu görevden aldı, tüm belediye başkanlarını görevden adlı. Üniversitelerde rektörlük seçimlerini kaldırdı, kendisi atamaya başladı. Bunu parlamento yapmadı. Mesela Beşiktaş stadyumunun bitirilmesi emrini bir Cumhurbaşkanı nasıl vermiştir. Ne ilgilendirir Cumhurbaşkanı’nı? TEOG sınavlarını kaldırmıştır. Niye öyle istemiştir? Ne soran olmuştur, ne sorgulayan olmuştur. Üniversite giriş sınavlarını acilen değiştirmiştir. O kadar acele etmiştir ki, ÖSYM telaşla öğrencileri perişan etmiştir. Her mahalleye imam hatip açılacak demiştir. AKP’li belediye başkanları istifa etsin demiştir. Belediye başkanlarını ağlaya ağlaya, burnunu çeke çeke istifa ettirmiştir. İmamlara nikah yetkisi isteseniz de istemeseniz de çıkacak demiştir ve çıkmıştır. Parlamentonun açılış kapanış saatlerini kendisi belirlemiştir. Bugün sabaha kadar çalışacaksınız veya kapatın, tatil yapın demiştir. Parlamento açılış kapanış saatleri tüzüğe göre değil majestelerinin keyfine göre belirlenmiştir. Meclis İç Tüzüğü onun talimatıyla değişmiştir. Ülkede tek bir yargıç, Danıştay, Sayıştay gıkını çıkarmamıştır. Bunlar örnek sadece. Başkanlık sistemine geçişe kendisi karar vermiştir. Algıyı yaratmış, kampanyaları yönetmiş, bizleri tutuklamış, hileyle hurdayla getirmiştir. Yardımcı doçentliği kaldırmıştır. Parlamento tartışamamıştır bile. KHK’leri tek tek incelemiş, MGK toplamadan, Bakanlar Kurulu toplamadan MGK tavsiye kararı varmış gibi yaparak KHK’leri çıkarmıştır. Tek başına 650 kanunda değişiklik yapmıştır.

Tuhafınıza gitmiyor mu? Ben 3 tane kanunu ihlal ettim diye 15 aydır hücredeyim. Buna kimse itiraz etmeyecek mi? 650 kanun değiştirmiş. Biz itiraz ederiz OHAL’in sürekli uzatılmasına. 80 milyon, bir kişinin iki dudağından çıkacaklara mahkum olmuş. Savcı bey beni ülkeyi bölmekle suçluyor, alın size bölücülük. Ülkenin tüm kurumlarını bölmüş. Ama Cumhurbaşkanı vatana ihanet dışında hiçbir şeyle suçlanamaz. Vatana ihanettir bu, daha ne olsun? Tüm kurumları bypass ederek, milletin iradesini gasp ediyorsa, bunun adı vatana ihanettir.

Ahmet Arif şöyle diyor, 33 kurşun şiirinde:

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız

Karşıyaka köyleri, obalarıyla

Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,

Komşuyuz yaka yakaya

Birbirine karışır tavuklarımız

Bilmezlikten değil,

Fıkaralıktan

Pasaporta ısınmamış içimiz

Budur katlimize sebep suçumuz,

Gayrı eşkiyaya çıkar adımız

Kaçakçıya

Soyguncuya

Hayına...

Uzun süredir ele geçirdiği fırsatı, milletin kendisine verdiği gücü muhaliflere karşı kullandığı anlayış, benim iddianamemi hazırlatan anlayıştır. Husumet benim Cumhurbaşkanı adayı olmamla başlamıştır. Tanık dinleteceğim. Şimdi savcılık iddianameyi KCK sözleşmesinden kopyala yapıştır yapmış ya. Ben 5 yaşındaydım PKK kurulduğunda. Beni PKK’yi kurmakla suçluyorsunuz ya. Ama savcılık bir kılıf uydurmalı. Bu ilk defa mı başımıza geliyor. Keşke ilk defa olsaydı. Bir şok yaşasaydık. Ama İstiklal Mahkemeleri’nden beri bu böyle.

Benim iddianamemde savcı öyle bir algı yaratmış ki, kronolojik olarak bile dizmemiş. Bir oradan almış bir buradan almış; sanki peş peşe aynı gün yapılmış gibi iddianameye koymuş. Bunu yaparken açıkça bir siyasi saikle hareket etmiş, çünkü mevcut kudretli iktidarın temsilcisi olan şahsın yarattığı algı nedeniyle onun hedefe koyduğu kişileri cezalandırmak bir paye olabilirdi.

Ama o kadar telaş yapmış ki; ben düzgün bir iddianameyi hak etmiyor muyum. Suçla özdeşleşmiş bir iddianame hak etmiyor muyum? Hiç mi siyasi faaliyetim yok benim iddianameye koyacağın, KCK, PKK tarihini iddianameye koymuşsun. Acelen ne, referandum. Bir yurttaş niye tutuklanır? Bütün tutuklama koşullarının aynı anda olması, her sanık için de özel olarak değerlendirilmesi gerekir. Niye tutuklandım. Bunun hukuki gerekçesi yoksa siyasi gerekçesi var. İşte o da referandum. Çalakalem, kopyala yapıştır, 31 fezleke bir araya getirilmiş. Bazılarını da dışarıda unutmuşlar.

Şahsımla ilgili de özel bir hassasiyeti var. Sadece partimle ilgili değil. 2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen, hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz 2 şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik. Diğer maddeler mavi boncuk olarak yer aldı.

Boykot kararı aldık. Ne yaptılar biliyor musunuz? “Bunlar İmralı’dan talimat alıyor” diyorlardı ya. Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye, referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için. İnkar ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik. Hem yazıda öyle bir şey yok. Abdullah Öcalan’ın el yazısı. Defalarca adada, 8 defa ben İmralı’ya gittim. Yazı şu:

“Partimiz hangi kararı verirse saygı duyuyoruz. Ama Anayasa değişikliği acaba yeni bir diyaloğun, çözüm sürecinin önünü açar mı, parti olarak değerlendirmenizi rica ediyorum.”

Destekleyin ya da desteklemeyin demiyor. Bunu İmralı’nın talimatı diye hükümet getirdi. Bizim İmralı’dan talimat aldığımızı söyleyenler Öcalan’ın el yazısıyla getirdi. Kabul etmedik. Boykot tavrımızı sürdüreceğiz dedik, uzlaşı istiyorsanız diğer maddelerde, HSYK ve dil-kimlik ile ilgili değişiklikleri geri çekin dedik. Kabul etmedik.

Majesteleri öfkelendi tabii; “hani İmralı’dan talimat alıyorlardı” demiş bakanlarına. Onlar da “bilmiyoruz vallahi” demişler. Bizimle ilgili asıl kriz o zaman başladı. Sen misin biz Oslo’da çözüm süreci yürütürken benim anayasa değişikliğimi desteklemeyen. Partimize karşı siyasi baskıyı başlatan bizatihi kendisidir.

Niye bu iddianameler siyasi saiklerle hazırlandı, niye benimle husumeti var anlatıyorum. Tanıklarını da dinleteceğim.

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi. 2014’te de İmralı çözüm süreci vardı. Hiçbir şekilde Cumhurbaşkanı adayı olma talebim yoktu. Ama partim beni aday gösterme kararı aldı. Onur duydum. Ne yaptı? İmralı üzerinde adaylığımı geri çekme baskısı yaptı. Tanıkları var. Devlet adına görüşmeyi yürüten heyet, “Beyefendi (Erdoğan) çok rahatsız oldu adaylığınızdan, hem çözüm süreci yürütülüyor hem niye aday oldunuz” dedi.

“Biz kendisinin kölesi miyiz?” Cevabım buydu. Biz demokratik siyaseti güçlendirmek için çözüm süreci yürütüyoruz. Biz PKK’ye silah bıraktırmak için uğraşıyoruz da, HDP’ye siyaseti bıraktırmak hedefler arasında değil. Biz demokratik siyasette güçleneceğiz deyince niye rahatsız oluyor? Çözüm sürecinin ruhuna bu aykırıdır.

Kampanyasının ortasında, gene tanık dinletebilirim, şu anda yüksek bürokraside görevli birisi geldi ve “beyefendi çok rahatsız” dedi. “İkinci tura kalmamın kendisi açısından ne yararı var, çözüm sürecini hiç mi düşünmüyor.” Çünkü anketler yüzde 10’un üzerinde gösteriyor beni, diğer aday Ekmelettin İhsanoğlu beklenen oyu alsaydı ikinci tura kalıyordu. Cevabım aynen şu oldu: “Kendisine söyleyin demokratik siyasete inanıyoruz. Demokratik bir şekilde de çalışmamızı yürütüyoruz. Bunun çözüm sürecine nasıl aykırı olduğunu iddia edebilir. Ben aday oldum son güne kadar da kampanyayı en güçlü şekilde yürüteceğim”.

İnanamıyorum, niye uğraşsın ki, koskoca Cumhurbaşkanı bir siyasetçiyle niye uğraşsın. Uğraşır, uğraşacak çok şey bulur. 7 Haziran seçiminde parti olarak seçime girmeyelim diye İmralı üzerinden bize baskı yapmaya kalkıştılar. Devlet İmralı Heyeti, “çözüm sürecine aykırıdır” dedi. “20-25 milletvekili neyinize yetmiyor, bağımsız girersiniz” dedi. Niye? AKP’ye 400 milletvekili lazım. Tek başına Anayasa değiştirecek. Bir gün sonra HDP, PM kararı olmamasına rağmen parti olarak seçime gireceğini açıkladı. Partim 7 Haziran’da parti olarak seçime girmeliydi. Doğru yaptı. PM de hemen ardından oy birliği ile bu kararı aldı. Çünkü kendisi engellemeye çalışıyordu. Kandil’in, İmralı’nın talimatlarıyla Demirtaş şunu yaptı diyenler bana, partime bunları yaptırmaya çalıştılar. Biz halkımızın gücünü esas aldık. Doğru kararlarla adımlar attık. Yine sadece benimle ilgili bir mesele olsaydı, sineye çeker, hapiste ömür boyu yatardım. Ama benim binlerce arkadaşım cezaevinde.

Tutuklama kampanyası ne zaman başladı hepsini ispatlayacağım. Bu bir siyasi partinin yargı eliyle tasfiyesidir. Kendi beyanı var. “Artık biz yargı yoluyla parti kapatma istemiyoruz” dedi. “Partinin içini boşaltacağız” dedi. Temelde insanlığa karşı bir suç işlendi. Partililerimize karşı, siyasi düşüncelerinden dolayı, sistematik bir şekilde, yargı eliyle. Bunu yapanların tamamı TC Devleti’nde ilelebet AKP iktidarı olacağını düşünmüyorlardır. Er veya geç hesap verecekler, bu iddianameyi hazırlayanlar da dahil olmak üzere.

Bu kadar baskıya rağmen 7 Haziran-1 Kasım seçimlerinde demokratik siyasetten taviz vermedik. 2 seçimde de ağır baskılara rağmen, Hazine yardımı almamamıza rağmen, parti binalarımız, 120 parti binamız, Genel Merkezimiz dahil ateşe verilmesine rağmen barajı aştık. Genel Merkezimiz güvenlik güçlerinin gözleri önünde saatlerce yandı. Yakan kişi de 45 gün tutuklu kaldı, tahliye oldu. Mersin, Adana binalarımız havaya uçuruldu. Kayseri binamız yakıldı. Partililerimiz katledildi. Sorumluları yok.

Bu iddianame bu siyasi saiklerle hazırlatıldı. Fezlekeler önceden vardı, ama iddianameye dönüşmesi yenidir. Her fezleke için ayrı dava açılmalıdır. Ama hiçbirinin birbiriyle alakası olmayan fezlekeler birleştirildi. Emir büyük yerdendi. Demirtaş’ın tutuklanması gerekiyormuş. Aliya İzzet Begoviç’in dediği gibi, 150 yıl istenecek ki, kamuoyu ikna olsun. 2 yıl olsa nasıl tutuklayacaksınız. Desinler ki, 150 yıl isteniyorsa, demek ki, bir şey yapmış.

İddianamenin hazırlanmasına giden süreçte Diyarbakır’da 5 Haziran’da benim de katılacağım mitingde IŞİD katliamı yaşandı. Çıktık serinkanlı sükunet çağrıları yaptık. Fakat birilerinin içi soğumamış olacak ki, 7 Haziran’dan sonra Suruç’ta bileşenimiz ESP gençlik yapısı, Kobane’ye oyuncak götürürken paramparça edildi. Daha 7 Haziran’dan yeni çıkmışız. Diyarbakır katliamını yapanlar Suruç katliamını yapanlarla bağlantılı çıktı. Doymamışlar. Ankara Garı’nda katliam yaptılar. 102 arkadaşımız katledildi. Bizler tüm o katliamlar içinde, linç devam ederken seçimi kazanıp parlamentoya gittik.

Öfkesinin büyüklüğü budur. Baş eğmez bir irade vardır. Onu çıldırtan budur. Oysa ben cumhurbaşkanı olsam, diz çökmeyen muhalefetten gurur duyarım. Ama hazmedemiyor. İlle intikamı alınacak. 15 Temmuz darbe girişimi de buna fırsat sağladı. Bütün güçleri elinde topladı, milli dini duygularla algı yaratarak bugüne kadar getirdi.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 2.bölümü". hdp.org.tr. 14 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

III. Bölüm[değiştir]

İddianamenin hazırlandığı dönemin siyasi atmosferini, alt yapısını anlatmaya çalıştım. Çünkü iddianame benim siyasi faaliyetlerimi kapsıyor, fakat birbirinden bağımsız fezlekelerin içeriği itibariyle de o dönemin siyasi atmosferi çok daha geçmişe uzanan bir süreçtir. O dönemle hem yakın hem geçmiş döneme ait alıntılardan yararlandım. Birazdan kovuşturma aşamasının da detaylarına girdiğimde farklı bir durumla karşılaşmadığımızı ifade edeceğim.

İddianameye konu 31 fezlekenin 12’si şu anda FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla tutuklu olan savcılar tarafından hazırlandı. Aralarında başsavcıların da olduğu bu 12 savcı tutuklu. 8 fezleke ise hakkında erteleme kararı verilen fezlekeler. Yani 20 fezlekenin bir kısmı erteleme, bir kısmını hazırlayanlar FETÖ’den tutuklu.

Bu fezlekeler niye hazırlandı? Bu fezlekelerin hazırlandığı dönem hangi siyasi ilişkilere gebeydi, altında yatan saik nedir? Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcı vekili mal bulmuş mağribi gibi atladı da, bu FETÖ savcılarının hazırladığı fezlekeleri niye ince eleyip sık dokumadan iddianameye koydu, onu da tartışmak lazım. Çünkü her fezleke ayrı ayrı değerlendirildiğinde, tanıklarla birlikte, iddia ediyorum ki, iki çözüm sürecini de bitiren FETÖ’nün faaliyetleridir, AKP’nin de işbirliğidir.

Bizim de Fethullah Gülen Cemaati ile hiçbir zaman kanımız ısınmadı. Terör örgütü ilan edilmedikleri dönemlerde de cemaate kanımız ısınmamıştı. Bunu da defalarca dile getirdiler. O nedenle şahsıma ve partime karşı husumetleri vardır.

Ergenekon davasında, Balyoz davasında, şike davasında kumpaslar tespit edildi. Ne güzel. Adil yargılamanın gereği yapıldı. Peki, bu KCK Ana Davasını hazırlayan başsavcılar nerede? Bugün iddianamede okuduğunuz dinlemeyi yapan, dinleme kararını alan, iddianameyi hazırlayan emniyet görevlisinden savcısına, başsavcısına kadar hepsi FETÖ’den tutuklu. Hepsi kumpas. Türkiye’nin esas kumpas davası KCK davalarıdır. Çünkü ortada fol, yumurta yokken yasa dışı dinleme kararlarıyla, dinlemelerin içeriği çarpıtılarak, ortada olmayan dinlemelerle belge üreterek, bana ait olmayan konuşmalar bana aitmiş gibi gösterilerek başlatılmıştır.

“KCK sorumlularından talimat aldı” diye okuduğunuz isimlerin büyük kısmı burada, milletvekilleri. Ben grup başkanvekiliyken genel başkan yardımcısıyla konuşmuşum; KCK sorumlusundan talimat aldığımı yazmış savcı. Kamuran Yüksek’in, Selma Irmak’ın, Nadir Yıldırım’ın o dönem görevi ne? Araştırmamış. Bunların hepsini KCK sorumlusu olarak kodlamış, resmi görevi, benimle parti içi ilişkisi var mı hiç bakmamış. Bazısı milletvekili, bazısı genel başkan yardımcısı. Ben o dönem örgütsel hiyerarşi açısından onların altındayım. Örgütten sorumlu eş genel başkan yardımcım, “şurada miting var, milletvekili gönder” der. Bunların hepsi kumpas, komplo.

FETÖ darbe davalarını gören bir mahkemesiniz, ana davalar sizde. Bu konuya hakimsiniz. Paralel devlet dediğimiz yapılanmanın önemli bir kısmı deşifre edildi, yargı karşısında hesap veriyor. İyi, güzel. Peki, FETÖ yargısının bize yönelik husumeti niyeydi? Bunu niye yargı tartışmadı? Niye bize yapılan komplo olarak sayılmıyor? FETÖ’nün açtığı bütün davalar gözden geçiriliyor da, KCK adı altında yapılan siyasi operasyonlara niye kimse şüpheyle bakmaz? Yani FETÖ ne yaptıysa yanlıştır, Kürtlere yaptığı her şey doğrudur. Bu kadar basit. Bu davada bunu da sorgulamalısınız.

Bakın yıl 2010, bizim boykot ettiğimiz referandumda, HSYK’da ideolojik yapılanmaya yol açar eleştirimiz vardı, dinlemiyorlardı. 2010 HSYK düzenlemesinden sonra, HSYK’da ağırlıklı bir Cemaat yapılanması gerçekleşti. Yargının önemli kısmını ele geçirdiler. Yargı aleni bir şekilde Cemaate teslim edildi. Kim tarafından? İktidar tarafından. O dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan şöyle diyordu: “Dünyanın dört bir yanından, okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerimi kutluyorum. Okyanus ötesinden mesajlar olduğuna göre, bizim de bu mesajı verenlere mesajımız olmalı. Kampanyanın en büyük destekçisi olarak Cemaati kutluyor, desteğinin devamını diliyorum.” Bakın 17-25 Aralık henüz olmamış.

Benim Cemaatle ilgili konuşmalarımı parlamentodan da isteyebilirsiniz. 2013, 12. ay: “KCK operasyonlarında biz insanların ne yaptığını biliyorduk. Hem hukukçu olarak hem siyasetçi olarak biliyorduk. İş adamları geliyor yaşadıklarını anlatıyordu. Her bölgenin bir Cemaat bölge sorumlusu vardır. (Bu sözler 2013’te, ortada darbe yok, paralel diyen yok, sular seller gibi gözyaşları akıyor, Pensilvanya’yı yıkamalar, yağlamalar) Ve bu bölge sorumlusu, kendine bağlı Cemaat elemanlarını gizli toplantılara davet eder. Bazılarında valiler, emniyet müdürleri, başsavcılar, rektörler, akademisyenler vardır. MİT’in, Emniyet’in bundan haberi yok mu? Gizli toplantılar bilinmiyor mu? Bu toplantılarda o bölgede o ay yürütülecek faaliyetler tartışılıyor. Cemaat’in bölge sorumlusu yeri geldiğinde valiye talimat veriyor. Rektöre şunu doçent yapacaksınız, şunu profesör yapmayacaksınız, şunu tutuklayacaksınız, şunu tahliye etmeyeceksiniz diyecek kadar detaylı meseleler tartışılıyor.”

TBMM 03.12.2013 tarihli grup toplantımda söylüyorum bunları. Bitmiyor. Ondan iki önceki grup toplantımda söylediklerim: Paralel devlet, barış ve çözüm sürecinde önümüzü en fazla kesen, AKP’nin de çok da rahatsız olmadığı, zaman zaman kullanmak istediği ya da yargı veya bürokrasi eliyle paralel devleti işlettiği çözüm süreçlerinde çok daha net ortaya çıkıyor. Eğer paralel devlet anlayışı tasfiye edilmiş olsaydı özel yetkili mahkemeler olmazdı. Özel yetkili mahkemeler paralel devletin yargı organıdır.” Grup toplantısında söylemişim.

Yani böyle Türkiye’de sanki her şey gizli saklı oldu, kimse bilemedi, engelleyemedi. Yahu Selahattin Demirtaş söylemiş bunu. 50 bin konuşmama soruşturma açmışlar da niye buna açmamışlar. Çünkü bu konuşmanın yargı konusu olmasını istemiyorlar. Ya da bir tane savcı niye beni tanık olarak çağırmamış. “Bunu söylüyorsun da bildiğin bir şey mi var” dememiş.

2012, 7. ayda yaptığım grup konuşmam: Cemaat’in izni olmadan nefes alamayanlar, Pensilvanya’dan talimat gelmeden hareket edemeyenler çıkmış bize, “bunların iradesi yok” diyor.

2011, tam 7 yıl önce yaptığım konuşma: “Bizimle ilgili paralel devlet iddiasında bulunanların kendisi paralel devletin ta kendisidir. Cemaat örgütlenmesi paralel devletin ta kendisidir. Emrinde polis gücü vardır, medya vardır, yargı gücü vardır. Devlet içinde devlet haline gelmişlerdir. (7 yıl öncesinden bahsediyorum, ben kâhin değilim.) Cemaat’in lideri bellidir, seçimle iş başına gelemezler, kimse Cemaat’in söylediğinin dışına çıkamaz. Kimin nereye atanacağına Cemaat karar verir.” İsmini koymuşuz; paralel. 7 yıl önce söylemişim bunları.

Yine 2012, 6 yıl önce: “Ben merak ediyorum, mesela Türkiye’de Fethullah Gülen’i sorgulayabilecek savcı var mı? Kendisi 12 Eylül darbesini desteklemiş, övmüş, darbeye zemin hazırlamıştır. Aynı şekilde 28 Şubat darbe girişiminin zeminini hazırlamıştır. ABD’de yaşayan Fethullah Gülen darbecidir.”

Şimdi, bu adamların bana hazırladıkları fezlekeleri iddianameye koymuşlar. Siz de bana okuyorsunuz oradan. Bir milletvekilini tutuklamadan hiç değilse şu 12 FETÖ’cü savcı tarafından hazırlanan fezlekeler boyutuyla bir inceleseydiniz. Bir milletvekilini tutuklamadan, onuruyla, itibarıyla, siyasetiyle oynamadan önce bir baksaydınız, biz yargının adil bir yargılama yaptığına ikna olabilirdik.

2012’de yaptığım konuşma: “Gülen’in ekibi, kadroları vali, polis, savcı, milletvekili, bakan, öğretmen olur. Her yerde Gülen’in zihniyetinde hareket ediyorlar. Gülen’in talimatıyla kurdukları hücre örgütlenmeleriyle her yeri yönetiyorlar. Sanıyor musunuz ki, Diyarbakır Valisi tek başına karar alabiliyor. (Hüseyin Avni Mutlu Diyarbakır Valisi, o dönem)”

2013, 29 Kasım konuşmam: “Vali, rektör ve kaymakam Cemaat’in yereldeki gizli çekirdek kadrosuna danışmadan karar alamıyor. Merak ediyorum, kendinde bu gücü görebilen kaç tane vali var. Emniyet müdürlerinin çoğu bu Cemaat’in kentlerdeki yarı gizli yapılanmasına danışmadan karar alabiliyorlar mı?”

Bunları ben konuşurken Cemaat’in savcısı, emniyeti izliyorlardı. Benim basın açıklaması yaptığım yerdeki kameralardan biri emniyet kamerasıydı. O kamerayı tutan bile Cemaatçi’ydi. Onu savcının önüne koyuyorlardı. Hükümet bize hakaret üzerine hakaret sayıyordu biz bunları söylerken.

2010’da HSYK’da yapılan değişiklikle birlikte şekillenen yapı aleni bir şekilde çözüm süreçlerini hedefledi, AKP’yi de kandırarak diyeceğim ama suçlarını hafifletmek olur, teşneydiler kandırılmaya. Savcıların birçoğu “talimat almayız” diyor, ama benim yanımda Adalet Bakanı bir tane başsavcıyı aradı. Bir problem vardı. Eş Genel Başkanım, milletvekiliyim; şu anda Türkiye’de tanımadığım, ilişkide olmadığım siyasetçi yok. Bir soruşturma sürecinde ihlal var, benim yanımda başsavcıyı aradı, “Nasılsın canım iyi misin? Filan dosya var, onu bir getir de biz de bakalım” dedi. Hayretler içerisindeydim.

Öyleydi. Şimdi yapılıyor mu bilmiyorum. İnşallah yapılmıyordur. Bakan başsavcıyı arayıp, canımla cicimle inceledi, iddianameyi öyle hazırlattı. Bunlar bitti mi? Bilemem. Fakat dolaylı baskının haddi hesabı yok. Yargı içindeki bu durumu ortaya koymazsak, iddianamenin yüzüme okunduğu dönemde nasıl bir faciayla karşı karşıya olduğumuz anlaşılamaz. Şu anda görevden ihraç edilen hakim ve savcıların listesi beş bine yaklaştı. Tüm hakim ve savcıların yüzde 45’i FETÖ’cü olmaktan açığa alındı.

Yarı yarıya üyesi terörist olmaktan açığa alınmış bir yargı fezlekelerle bizi terörist olmakla suçladı. İroniye bakın. Aynı yargı. Onların tamamı görev başındaydı. Dokunulmazlığımız kaldırıldığı günde de görev başındalardı. Hepsi bizi bekliyorlardı. Ellerine düşsek de gereğini yapsalar diye bekliyorlardı. Sizin elinize düştük, onların hepsi içeride. Ama dokunulmazlığımız kalktığında hepsi görevdeydi. Benim 7 yıldır teşhir ettiğim ve bir türlü gereğinin yapılmadığı yargı tamamıyla görevdeydi. Biz diyorduk ya, “yargıya güvenmiyoruz, bu yargıya ifade verilmez, bağımsız tarafsız değil.” Siz misiniz bunu söyleyen diye hakaret yağdıranlar 3-4 ay sonra 5000’ini görevden aldı. Çok sürmedi de, Mayıs-Temmuz. Ben Mayıs’ta bu yargıya güven olmaz diyordum, nasıl ifade verelim, Cemaat’in elinde diyordum. Aynı Cumhurbaşkanı, aynı Başbakan Türk yargısına hesap verecekler diyordu. Ortaya çıktı ki, tırnak içinde söylüyorum, Türk yargısının yarısı teröristmiş. Bu nasıl iş?

Atmosferi çarpıtmanın, yokmuş gibi davranmanın âlemi yok. Bizim karşı olduğumuz sürecin gerçekleriyle bugünkü aynı. Kim savunabilir? Çıksın savunsun, Cumhurbaşkanı desin ki, ”15 Temmuz öncesinde yargı bağımsızdı. Selahattin Demirtaş da o yargıya ifade vermem diyerek hakaret etti”, diyebilir mi? Diyenin alnını karışlarlar, FETÖ’den içeri atarlar. Ama diyebiliyorlar. Biz gerçekleri konuşurken onlar kamuoyunu aldatma peşindeler.

Cemaat-AKP limoniliği dershaneler tartışmasıyla başladı. Anayasa Mahkemesi’nin tutuklamayı devam ettiren kararlarında, ifadeye vermeye gitmemiş olması diyorlar. İfade vermeye gitseydi tutuklamazlarmış. Fakat bu ülkenin Cumhurbaşkanı oğlunu 17-25 Aralık’ta ifade vermeye göndermedi. Abdullah Gül, “Hakan Fidan’ı ifadeye ben göndermedim” dedi. Hakan Fidan Cemaat yargısı tarafından ifadeye çağrıldığında gitmedi, yasa çıkarıldı. Kim göndermedi. Gül diyor ben göndermedim, Erdoğan diyor ki, ben göndermedim. Payeyi paylaşamıyorlar. Hangi yargıya güvenmiyorlardı, bizi göndermek istedikleri yargıya. Bizim, ifade vermeye gitmeyiz dediğimiz yargıya. Kimse de kendilerine “Sen nasıl Türk yargısına kafa tutarsın, seni ensenden tutar içeri atarız” diyemedi. Neydi bunun nedeni? Bugüne kadar yargı buna cevap verebildi mi? Anayasa Mahkemesi dahil. Benimle ilgili tarihin en skandal kararlarından birini verdi. Bir asliye ceza mahkemesinin sahte belgeleriyle, olmayan delilleriyle skandal bir karar verdi.

Erdoğan AYM’nin Can Dündar kararıyla ilgili, “ben bu kararı tanımıyorum, saygı da duymuyorum” dedi. Şimdi ben muhalif bir milletvekiliyim, tavrımı söylerim anlaşılır. Fakat bu kadar muktedir birinin bu sözlerine karşı yargının bir şey demesi lazım. Gücü Selahattin Demirtaş’a, Figen Yüksekdağ’a, İdris Baluken’e yetti. Siz misiniz yargıyı tanımayan, ki biz de yargıyı tanımıyoruz demiyoruz… Buna rağmen bu linç kampanyasını yürütenler bizatihi yargıyı tanımayanlar, hukuku katledenler, Anayasa’yı askıya alanlardır. Sizler bunların talimatıyla bir yargılama kampanyası başlattınız.

Bakın yıllara göre hakkımda hazırlanan fezleke istatistiği: Erdoğan’ın “dokunulmazlıkları kaldırılmalıdır” dediği günden bu yana artmıştır. 58’i Erdoğan’ın bizimle ilgili kampanyayı başlattığı günden sonra hazırlanmıştır. Bu da tutuklu olduğum dosyanın yıllara göre fezlekeleri. Yine 21 tanesi son 1,5 yılda alelacele, bir kısmı ise Cemaat savcıları tarafından hazırlanmıştır. Şike davasında, Ergenekon’da kumpas vardı da bunlarda da olmuş olabilir mi diyen bir kişi çıkmadı. Yahu bu yargı bizim de yargımız. Niye benim arkadaşlarım, niye binlerce HDP’li bu haktan yararlanamıyor? Neden bir tane onurlu bir karar göremiyoruz?

Bütün gücü elinde tutan “Anayasa kararına uymuyorum, kabul etmiyorum” diyemez. Bunu söylediği anda Anayasa bitmiştir. Bu ülkede bir tek onun eleştiri hakkı var, geri kalanını da hapse atın.

Bakın Anayasa Mahkemesi Can Dündar kararını açıkladığında, AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan önce “AYM kararı sevindiricidir” demiş. Sonra Erdoğan konuşmuş, karara uymuyorum demiş. 2 gün sonra Bülent Turan hemen kameraların karşısına geçmiş: “AYM’nin yaptığı yargı gaspıdır” demiş.

Adalet Bakanı aynı şekilde yargıyı yönlendirmeye çalışmış. “Anayasa Mahkemesi büyük baskı altında” diye uzun bir demeç vermiş.

Grup konuşmamda şunu demişim: “Hakikaten yargılanmaktan korkan insanlar değiliz. Öyle mahkeme, cezaevi görmemiş milletvekilleri değiliz. Biz ülkemizde adil bir yargı olsun diye çok uğraşıyoruz. Anayasa değişiklikleri döneminde, referandum döneminde çok uğraştık. Tarihimizde tek bir bağımsız mahkeme yoktur maalesef. Cumhuriyet tarihinde örneği yoktur. (Politik mahkemelerden bahsetmişim burada). Bunların döneminde kötü oldu demiyorum, hep böyleydi. Başka ülkelerin örneklerine bakıyorsunuz, üst yargı organları özellikle Anayasa Mahkemeleri, siyasetin tıkandığı yerde, demokrasinin işlemediği yerde, siyasilerin ele geçirdiği güçle hukuk düzenini altüst ettiği yerde, totaliter diktatörlük rejimini inşa etmeye çalıştıkları yerde, Anayasa Mahkemeleri devreye girmiştir. Çünkü düzeni korumakla sorumludurlar aynı zamanda.

Biz mahkemeleri tanımıyoruz demiyoruz. Bizler adil ve bağımsız yargı olmadığını söylüyoruz. Sorumsuzluk yönünden gözden geçirilmeden hakkımızda soruşturma yapıldı. Anayasa Mahkemesi bile cımbızladı konuşmalarımızı. Mahkeme karar verirken konuşmanın bütününe bakar. AYM sahte delil üretti hakkımda, ‘sırf haksız tutuklama yoktur’ demek için. “Bizi normal bir yargılamaya davet etselerdi asla çekinmezdik. Ama bu süreçte Saray’ın talimatıyla çalışan yargı, parlamento, hükümet ve medya var. Sanki adil yargılama olacak gibi bir aldatmacaya figüran olmayacağız.” Açıklamamız budur. Yargıyı tanımıyoruz, efendim biz yargılama yetkisini tanımıyoruz. Bunların hepsi gerekçeydi. Tutuklamalar bunların üzerine kuruldu.

İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi ‘Mehmet Altan kararını tanımıyorum’ dedi. ‘Benim görevime kast etmiş’ dedi. Aynı AYM sizin de görevinizi gasp etti, sesiniz çıkmadı. Sahte delil üretti, esasa girdi, ‘kaçma şüphesi var’ dedi ya. Sizin dosyanızla ilgisi yok. Bu yüzden tutuklanmamışım. Ama AYM dedi ki, ‘bunun kaçma şüphesi olduğu için tutuklanması normaldir.’ Bir şey demediniz. Benim dosyamda esasa girdiler. İnfazı bitirdiler. Siz çıkıp demediniz ki, içeriğe giremezsiniz.

Kulislerde konuştular. Kendi aralarında ‘Altan kararına bu kadar itiraz ediyorsunuz da, Demirtaş kararı da aynısıydı, ona neden sesiniz çıkmıyor’ diye AYM üyeleri sitem ettiler. Niye? Onun da cevabını siz vereceksiniz, siz benim mahkememsiniz, benim hakkıma sahip çıkmadınız. Sizin yetkinizi gasp etti AYM, bir şey demediniz. ‘Sahte karar ürettin’ diyemediniz. Velhasıl dokunulmazlıkların kaldırıldığı dönemde nasıl oluşturulduysa, aynı algı yandaş yazarlarca oluşturuldu. Neden tutuklandığımızın gerekçeleri günlerce yazıldı. Herkes aynı konuyu her gün yazıyorsa şüphelenirsiniz, kumpas var dersiniz. Ahmet Kekeç, Hüseyin Gülerce, Yakup Köse, Aydın Ünal, Kurtuluş Tayiz, Kurtuluş Tayiz, Kurtuluş Tayiz... Bu çok çalışmış! Emin Pazarcı, Kurtuluş Tayiz...

Neden tutuklanmamız gerektiğini yazmışlar. ‘Terör destekçisi bedelini öder.' Cumhurbaşkanı Erdoğan. Biz tutuklanmışız, grup toplantımıza çok sayıda yabancı heyet gelmiş. Güneş Gazetesi manşeti, ‘PKK’nin üst aklı Meclis’te.’ Milletvekilimiz Nihat Akdoğan’a bizimle aynı gece operasyon yapılıyor, evinde bulunamadı. Birkaç gün sonra gözaltına alındı. Güneş Gazetesi, ‘İnine kaçarken yakalandı’ dedi. Kendisi gidip savcıya ifade verdi, tutuklandı. Bunlara inandı insanlar. Şaka değil böyle kurdular hakkımızdaki kumpasları, AKP de, Cemaat de. Şaka değil, böyle yaptılar. Sürekli bu algıyı güçlendirmek istediler. Bunların bir kısmını aktarmıştım dokunulmazlıkların kaldırılması döneminde. Aynı algı iddianame hazırlık sürecinde de yaşandı. AKP Milletvekili Şamil Tayyar’ın iddiası basına yansıdığı için tanık olarak dinletebilirsiniz. “FETÖ’nün bir elamanı nasıl olur da Demirtaş’ın iddianamesini hazırlamakla görevlendirilebilir, şaşıyorum” diyerek, basına demeç verdi. Çağrılması lazım. İddianamemi hazırlayan savcı gönderildi. FETÖ’cü olmakla suçlanan savcı yaranabilmek için elinden geleni yaptı. Keşke başarılı bir hukukçu olsa ve iyi bir iddianame çıkarabilseydi, ama malzeme bu. Baskı altında. Kendini ispatlamanın yolu Demirtaş’a en ağır suçlamaları yöneltecek bir iddianame hazırlamak. O yüzden 31 fezlekeyi toplayıp 50 klasöre çıkartan bir savcı. Şu anda biz sanığız, ama Yargıtay Başkanı az önce benim dosyamı ne kadar yönlendirdiğini söylediğimiz kişiyle çay topluyor. Bu Yargıtay benim dosyamı inceleyecek!

Bizatihi benimle ilgili 2-3 yıldır kampanya yürüten, partimle ilgili algı yaratan Recep Tayyip Erdoğan ile Yargıtay Başkanı ailecek çay topluyorlar. Bu, yargının içinde bulunduğu durumun vahim görüntüsüdür. Recep Tayyip Erdoğan’ın oturduğu koltuk Parlamento Başkanı’nın koltuğu. Parlamento Başkanı, muavin koltuğu gibi yan tarafta oturuyor. Parlamento Başkanı’nın koltuğu kimsenin malı mülkü değildir. Milli iradenin temsilidir. Erdoğan’ın koltuğu değildir. Dosyam yarın AYM Başkanı’nın önüne gittiğinde, şu fotoğrafta yürütmenin önünde başını eğen AYM Başkanı tarafından incelenecek bu dosya. Danıştay Başkanı’nın kızı Saray’da işe alınmış. Bunlar üst yargı kurumlarının başkanları. Bir hukukçu olarak insan utanıyor.

Biz tutuklandık. Parlamentonun üçüncü büyük partisiyiz. Protokolde yerimiz var. Biz tutuklanır tutuklanmaz Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Yargıtay sitesinden ismimizin çıkartılmasına karar verdi. Arkadaşlarım yazı yazdı Yargıtay’a. Resmî görevi olarak halen Eş Genel Başkan olduğumuzu. Yargıtay’dan halen cevap yok. Yargıtay bizimle ilgili hükmünü kesinleştirmiş. Suçlu ilan etmiş. Tutuklanmamızın hemen birinci ayında. Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi’nde AKP’nin seçim müziği çalıyor. Aynı mahkeme bizim milletvekilimizin cezasını 15 gün içinde onayladı. Nasıl güveneceğiz. Yargıçlar Sendikası Başkanı Karadağ’ın uzun bir yazısı çıktı. Son derece önemli yerlere değindi ve sürgün üstüne sürgün oldu. En son emekli oldu.

Arkadaşlarım bana bir müjdeyi verdiler de; sayın Başbakan Binali Yıldırım, gazeteci Deniz Yücel ile ilgili “Bir iki güne kadar iyi haber çıkacak” demiş. Ben o mahkemenin yargıcı olsam yerin dibine girerim.

Ben soruşturma aşamasında bile kendimi savunamamışken, yargı neler yaptı. Benim kendi fotoğrafımın ilçe binamızda asılı olmasına ceza vermiş. Benim ile Figen Yüksekdağ’ın fotoğraflarına el konuldu. Şanlıurfa 4. Sulh Ceza Mahkemesi, “Selahattin Demirtaş ve vekilliği düşürülen Figen Yüksekdağ’ın resminin bulunduğu, resminin yanında ‘Hayır’ ibaresi bulunduğu tespit edilen billboardun yasaklanmasına, görüldüğü yerde el konulmasına.” Tutukluluğumun beşinci ayı. Daha karşınıza çıkmamışım, siz daha suçlu muyum bakmamışsınız dosyaya. Mersin Valiliği aynı şekilde. Diyarbakır Valiliği, ‘yasaklanmasına.’

Sulh Ceza Mahkemesi’nin tutuklanma kararını okumak istiyorum. Tutukluluğumuzun birinci ayı. İstanbul’da operasyon yapılıyor. Sulh Ceza Hakimliği tutukluyor. ‘Yapılan değerlendirme sonucunda şüphelilerin savunmalarından ve dosyadaki tüm delillerden anlaşıldığı üzere, şüphelilerin HDP üyesi ve yöneticisi oldukları, HDP’nin halen meşru bir siyasi parti olmasına karşın genel başkanları ve bir çok yöneticisinin silahlı terör örgütü olan PKK/KCK ile hareket ettiği, bu örgütten gelen talimatlar doğrultusunda hareket ettiği, şüphelilerin de HDP üyesi olarak PKK üyesi gibi hareket ettikleri dosyada mevcut delillerde değerlendirmek suretiyle tutuklanmaları.’ Bu bir Sulh Ceza Hâkimliği kararı. ‘HDP’nin Eş Genel Başkanları terör örgütü yöneticiliğinden tutuklu olduğuna göre ve bunlar da HDP üyesi olduğuna göre, bunlar da terör örgütü üyesi olmuş’ demiş hâkim. Yargının bize yaklaşımı buydu.

Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı, Selahattin Demirtaş’ı övmekten soruşturma başlattı. Böyle bir ortam. Bize bu şekilde davranan yargı, genelde böyle miydi, yoksa bize mi denk geliyor? Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldıranlar insanlık suçu işlediler. Peki bunu yapanlar bizim gibi gece yarısı evi basılarak mı alındı? Yapılmaması lazım, insan haklarına aykırı. Onlar milletvekili, HDP’li değil ki! Emniyete davet edildiler. Gözaltı yapılmadı, zorla getirme kararı alınmadı. Herkesin avukat hakkı vardır, onların İçişleri Bakanı hakkı varmış. Sosyal medyada gördük. Peki bunların büyük bir kısmına tanık sıfatı verildi. Sanık sıfatı küçük bir kısmına verildi. Duruşmaya çıkmadan tahliye edildiler. Bir HDP’liye Eş Genel Başkanı fotoğrafı nedeniyle tutuklama veriliyorsa, hiç değilse birkaç ay da bunlara tutuklama yapabilselerdi, onu da yapamadılar.

Sedat Peker, kendisini mafya lideri olarak tanıtıyor. Akademisyenlere, ‘akan kanlarınızla duş alacağız’ dedi. 11 yıl ceza istendi. Peki evi basılıp mı ifadeye götürüldü? Ne gerek var, Sedat Peker HDP’li değil ki! En son savcıya bir ifade gönderdi. Duruşmaya gelmiyor. Hastadır, yorgundur. Zorla getirme kararı bile çıkarmıyor. Bu kadar hoşgörülü olan bir yargı bir önceki Eş Genel Başkanımız Serpil Kemalbay’a aynı hoşgörüyü göstermiyor. İfade vermek için savcılığa gidiyor, ‘Hayır Emniyet’te kalacaksın 7 gün, sonra savcı’ diyorlar.

Böyle bir ortamda iddianamem hazırlandı, böyle bir ortamda sorgumu yapıyorsunuz. Tabii bir de benim kayınbabam etkili bir AKP’li değil. Damat kontenjanı da var. Konyaspor Başkanı’nı FETÖ’den ifadeye çağırdılar, serbest bıraktılar. Tutuklansın demiyorum. Bunlar eşitsiz, adaletsiz örnekler olduğu için söylüyorum. Davutoğlu’nun arkadaşı, tabii ki tutuklanmaz. Biz Davutoğlu’nun arkadaşı değiliz, ne yapalım muhalifiyiz.

Burdur’da dövülerek öldürüldü bir kadın. Tutuksuz yargılanıyor sanık. Döverek öldürüldü kadın. Kadının yüzüne kezzap atıp tecavüz girişiminde bulundu, yargı tutuklamadı. Yüksekova’da bir güvenlik görevlisi 4 kişiyi öldürdü, tutuklanmadı. Diyarbakır Newroz’unda Kemal Kurkut, öğrenci, arkasından ateş edilerek öldürüldü, zanlının polis olduğu tespit edildi, maktulün silahsız olduğu bir basın çalışanının fotoğraflarıyla netleşti, tutuksuz yargılanıyor polis. Tek bir gün gözaltı bile görmedi.

Bizler parti binamız yakılırken suç duyusunda bulunduk. Kayseri binamız bir grup tarafından sarıldı. Taşladılar ve ateşe verildi. Orada hak biter. Güvenlik güçleri müdahale etmedi. Güvenlik güçleri, ‘biz halledeceğiz’ deyip sessiz sedasız gönderdiler. Parti Genel Merkezi avukatları suç duyurusunda bulundu güvenlik güçleri hakkında. Kayseri Emniyet Müdürü, hakkında soruşturma yapılmasına gerek yok diye izin vermiyor. Soruşturma açılamıyor.

Anormal olan kısmı şu; soruşturmaya gerek yok ve izin alamadım diyen savcı benimle ilgili fezleke düzenliyor, Kayseri Emniyet Müdürü’ne iftira atmaktan. Figen Yüksekdağ ile birlikte biz sanığız. İftira suçu işlemişiz. Asliye Ceza Mahkemesi’nde sanığız, yargılanıyoruz. Fezleke Meclis’e geldi. Şaka gibi. Bu yargı bizi yargılıyor.

Birisi sinkaflı küfür ediyor, twit atıyor. Melih Gökçek de bu küfürü retwitliyor. Doğrudan ismim geçiyor. Suç duyurusu yapıyor avukatlarımız, takipsizlik kararı veriliyor şahısla ilgili. Takipsizlik kararına itiraz yapılmasına rağmen, itiraz kesinleşmiş gözüküyor. Buraya kadar Türkiye’de olur diyebilirsiniz. Fakat anormal olan şu: Melih Gökçek’e hakaretten bana fezleke hazırlanıp Meclis’e gönderildi. Böyle bir yargı bizi yargılıyor. Bu ülkenin siyahileri olarak görülüyor HDP’liler. Gücü eline geçirdiği her an bize baskı yapıyor.

Ben yargıyı eleştiriyorum, ama güzel kararları yok mu? Güzel kararlarından birini okuyayım, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararı: Şikayet edilenler Aydın Ünal, Leyla Şahin Usta, ikisi de AKP milletvekili. Bize hakaret etmişler. Partimizin avukatları suç duyurusunda bulunmuş. O kadar güzel bir karar verilmiş ki. Bugün iddia makamının sorumsuzlukla ilgili ne düşündüğünü pek duyamadık, ama buradan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sorumsuzlukla ilgili ne düşündüğünü öğrenelim.

Uzun uzun anlatmış yasama sorumsuzluğunu. Bu nedenle bu milletvekilleri bu sözleri parlamento içinde söylediği için kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar vermiş. Selahattin Demirtaş’ın dosyasına sıra gelince neden yapmıyorsunuz? 15 aydır bu duruşmada bile taleplerimizi reddediyorsunuz. Biz nasıl yargıya inanacağız? Parlamentodaki konuşmamla fezlekelerdeki ifadeleri karşılaştırmadan sen sanıksın diyorsunuz.

Benim dosyama bakan 5’inci heyetsiniz. Niye size verdiler onu da bilmiyorum. Neden buraya geldi bilmiyorum. Neden 2’ye zorla getirildi, 2 kabul etmedi bilmiyorum. Biliyorum da, şu aşamada bilmiyorum diyeyim. Birazdan detaylarıyla anlatacağım niye olduğunu.

Çünkü sizler parlamentoyu bombalamış adamları yargılıyorsunuz. Aynı heyet parlamentonun üyelerini de yargılıyor. Bu nasıl bir ironidir. Darbe yargılaması yapan bir heyet nasıl parlamentonun darbeye muhatap olmuş, bombalanmış bir üyesini yargılar, onu da anlamakta güçlük çekiyorum. Ayhan Bilgen, milletvekili arkadaşım. Bizim dokunulmazlığımız kalktıktan sonra çok sağlam bir bilgiyle benim ve Gültan Kışanak’ın darbe ana davasına dahil edilmemiz için AKP tarafından baskı yapıldığını söyledi. Bakmışlar, ‘efendim zor, nasıl birleştireceğiz bu davaları’ demişler. Onlara dedim ki, "Bir de bir şekilde FETÖ’ye bulaştıralım derseniz, darbe davasını sulandırırsınız, ona yazık olur bize değil". Bizim zaten 100 tane fezlekemiz var, ne yapacaksanız orada yapın, bari şu darbe davasını sulandırmayın. Darbe sanığı olarak karşınıza çıkarmak için komplo başarısız oldu, ama darbeyi yargılayan heyetin sanığı olduk. Bu başarıldı. Bu ilginç.

Şimdi bütün bunlar, yargı üzerinde baskı oluşturup algı yaratılırken, her şeyin bir siyasi süreci vardı, siyasi bir ajandası vardı iktidarın. Buna uygun yargıyı dizayn etme süreci vardı. Ergenekon, Balyoz davaları buna uygun yürüdü. İçeriğine ilişkin tartışmalıdır. Onu tartışmıyorum. Fakat savcısı da yine Erdoğan’dı. Arkasında duruyordu. KCK davalarının savcısı benim diyordu. Hepsi de FETÖ’nün açtığı davalardır. Aynı kişi şimdi benimle ilgili bir algı yaratmaya çalışıyor, benimle ilgili mahkeme önüne çıkmadan bir baskı yaratmaya çalışıyor. Tıpkı dokunulmazlık sürecinde yaptığı gibi.

Cumhurbaşkanı’nın, yürütme, yargı, basın üzerinde etkili bir gücü var. Açıklamalar yaptığı zaman etki yaratıyor. G-20 Zirvesi’nde, tutukluyum, suçlu muyum belli değil, ‘O şahıs teröristtir’ diyor. Ülkenin Cumhurbaşkanı Almanya’da. Bütün gazetelerde manşet oluyor. Ben mahkemeye çıkmak, savunma yapmak istiyorum, ama ortada mahkeme yok. 15 aydır ben iddialara karşı cevap veremiyorum. Ben de ‘tarih kimin terörist olduğunu gösterecek’ demişim.

Atatürk’e hakaretten yakın zamanda bir şahıs tarafından işlem yapıldı, tutuklandı. Erdoğan’a bir gazeteci Atatürk Havalimanı’nda soruyor, ne diyorsunuz? Şunu diyor: “Olay çok çirkin, şüphesiz ki, annelerin bu işe karıştırılması son derece çirkin. Ama olay yargı sürecine girdiği için kendimi yargı yerine koymak suretiyle değerlendirmem doğru olmaz.’ Çok hassas yargı konusunda. Atatürk’e hakaret konusunda. Muhtemelen ideolojik olarak da kendisine yakın bir şahsiyet yargılanıyor. Zaten tahliye oldu. Dosya şu anda sürüncemede.

Kavurmacı ile ilgili soru soruyorlar, ‘Tamam da’ diyor, ‘Bu konu yargıyla alakalı bir konu, yargı süreci devam ediyor, ben buna bir şey diyemem’ diyor. Kavurmacı dosyası. Demirtaş sorulduğunda ‘terörist’ diyen AKP Genel Başkanı, nedense bu tür dosyalarda yargıya müdahale edilmemesi konusunda mesaj veriyor.

Beni yargılayacak mahkeme netleşmiyor bir türlü. Netleşiyor, siz beni çağırmıyorsunuz. Avukatlarımla talepler iletiyorum. Yeni Şafak gazetesi, AKP’nin yayın organı, ‘Hem katil hem şovmen’ diye olmadığım duruşmada manşet atıyor. Sen misin bu taleplerde bulunan. Çünkü algı yaratma ve algıyı yönetme bir süreçtir. Bu süreci yönetmezlerse üzerinizde baskı oluşturamazlar. Olur da bu algıdan sıyrılır, özgürce karar verirseniz, Demirtaş konusunda adil yargılama yaparsanız diye korku ve panik içindeler.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 3.bölümü". hdp.org.tr. 14 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

15 Şubat[değiştir]

IV. Bölüm[değiştir]

Avukat arkadaşlarıma, izleyici arkadaşlarıma, dayanışma için burada bulunan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Duruşmanın aleniyeti öncelikle kamuya tümüyle açık olmasıyla gerçekleşir. Birkaç ziyaretçinin içeri girmesi kamuya açık olduğu anlamına gelmez. Gazeteciler sarı basın kartı olmadan da içeri girebilir. İzleyiciler içeri girmeye çalışıyorlar, milletvekillerimiz bile duruşma salonuna ulaşmakta zorlanıyorlar. Aslında bu dava 3 yıldır basın üzerinden hazırlanıyorduysa, basına bu kadar güveniliyorduysa keşke duruşma canlı yayınlansaydı, isteyen internetten, televizyondan izleyebilseydi. Beni suçlamaya gelince son derece aleni bir şekilde yapılıyor bu, yargılamaya gelince engellenmeye ve kısıtlanmaya çalışılıyor. Özellikle izleyicilerin buraya ulaşamaması için özel bir tedbir alınıyor iktidar tarafından. Duruşma da Sincan’da görülüyor, güvenlik gerekçesiyle. Asıl mahkemem Diyarbakır’da, güvenlik gerekçesiyle buraya getirildi. Ankara merkezde güvenlik yoksa yeniden duruşmanın nakli istensin dedik. Bu da yapılmadı. Şimdi Sincan’da, başka bir ilçede başka bir yargı çevresinde, başka bir ağır ceza yargı çevresinde duruşma yapılıyor, sizler de buraya gelip beni yargılıyorsunuz. Dolayısıyla mümkün olduğunca kamudan, halktan uzaklaştırılmaya çalışılan bir yargılama süreci izliyoruz.

Benim saklayacak bir şeyim hiçbir zaman olmadı. Görünen o ki, iktidar bu duruşmada konuşulanları ya da konuşulacakları kamuoyundan gizlemeye çalışıyor. En nihayetinde iletişim çağındayız, teknoloji çağındayız. Türkiye’nin en ücra köşesine kadar burada söylediklerim ulaşacaktır. Hükümetin bugüne kadar muhalefet üzerinde, yargı üzerinde, medya üzerinde, benim dosyam üzerinde yaptıkları teşhir olacaktır.

Dün kaldığım yerden devam etmek istiyorum. İddianamelerin hazırlandığı dönemin, fezlekelerin hazırlandığı dönemin siyasi ilişkilerini, saiklerini, atmosferini anlatmaya çalıştım. Halen bu süreç bitmiş değildir. Kesintisiz devam eden bir siyasi süreçtir. Fakat her fezlekenin hazırlandığı dönemin kendine özgü siyasi ilişkileri de vardır. Hem parlamento açısından hem Türkiye kamuoyu açısından hem de bölgesel açıdan farklı siyasi gelişmeler vardır. İddianame öylesine hazırlanmış ki, 10 yıllık siyasi faaliyetler tek bir siyasi konjonktür içinde değerlendirilmiş. Bir siyasetçinin konuşmaları değerlendirilecekse, konuşmanın yapıldığı siyasi dönemin atmosferi, ilişkileri; bunlar ele alınmadan o siyasi konuşmanın içeriği tam olarak neye tekabül ediliyor bu anlaşılamaz.

İddianame kendince bir kurnazlıkla 31 davayı birleştirerek 10 yıllık siyasi konuşmaları, ki hayatım boyunca yaptığım konuşmalar 31 tane değil, 30 bin tane konuşma yaptım, ama cımbızlama yöntemi ile 31 fezleke seçilerek, birkaç tanesi öne çıkarılarak, bir fezleke üzerinden de kamuoyu yaratılarak, bir algı operasyonu ile tutuklamaya karar verildi.

CEMAAT OPERASYONLARI GÖRMEZDEN GELİNDİ

İddianame hukuk dışı saiklerle, yargının elde etmek istediği amaçtan uzak, AKP’nin elde etmek isteyeceği amaçlara dizayn sürecinden geçti. Bunun bir kısmı Cemaat yargısı tarafından yapıldı. Dün küçük bir kısmına değindim. 12 fezlekem Cemaat başsavcı ve savcılarınca hazırlandı. Onun dışında tutuksuz olduğum dosyalarda da benzer müdahaleler var. Ama özellikle son 1 yıldır hazırlanan fezlekeleri bir yana bırakırsak, ondan önce hazırlanan fezlekelerin tamamında aynı saik var.

Çözüm süreci vardır bir yanda, bizim hükümetle, AKP ile görüşmelerimiz var, Türkiye’de barışçıl yol ve yöntemlerle Kürt sorununun çözümü konusunda bir siyasi irade var. Bu irade her ortaya çıktığı dönemde de Cemaat’in yargı eliyle, medya eliyle müdahalesi vardır. Bunlar birçok alanda soruşturuldu, ortaya çıkarıldı. 17–25 Aralık, 15 Temmuz darbe girişimi somut örnekleridir. Fakat çözüm süreçlerine ve benim iddianameme, davama yansıyacak kadar gerçekleşmiş olan Cemaat operasyonları görmezden gelindi, örtbas edildi. İlginç bir şekilde Cemaat’in yaptığı yasa dışı dinlemeler, bana ait olmayan konuşmalar, ortam dinlemeleri, çarpıtılmış tapeler, üretilmiş tapeler, elde olmayan deliller konusunda yargılamalar yapıldı. Yargıçlar tutuklandı, kaçanlar oldu. Fakat bunlardan hiçbir ders çıkarılmamış gibi Selahattin Demirtaş’ın iddianamesine bunların hepsi konuldu. Hiçbir elemeye tabi tutulmadı.

Belediye eşbaşkanlarımız tutuklandı, kayyumlar atandı. Birçoğunun dosyasına bakıyorsunuz, Cemaat’in hem Emniyet İstihbarat’ta hem de yargıda etkili olduğu dönemlerde topladığı kanuna aykırı delillerle tutuklanıyorlar. Yani yeni bir faaliyetinden, yeni bir icraatından dolayı tutuklanmadılar. Özellikle adına KCK operasyonları denilen, bugün dosyanıza bir kısmı yansıtılan bütün bu algı, kumpas operasyonlarının devamı olarak hala biz bunun sanık olarak muhatabı oluyoruz. Bunlar ne zaman ayıklanacak, bizimle ilgili kısmına dair yargı ne zaman bir cevap verecek, savcılar bu konuda FETÖ’nün ürettiği delillerle dava açmaya ne kadar daha devam edecek. Bu tuzaklar, bu kumpaslar, siyaseti tuzağa düşüren, iktidarı tuzağa düşüren, AKP’yi tuzağa düşüren bütün bunlarla ilgili hiç değilse iç hukuka uygun bir değerlendirme ne zaman yapılacak. İddianame hazırlandı, soruşturma bitirildi, kovuşturma 15 aydır devam ediyor, ama merak ediyoruz. Gülen Cemaati’nin her türlü ilişkisi tüm boyutlarıyla deşifre olmuşken, yargılanıyorken, onların siyasete, yargıya yaptığı müdahaleler sonucunda biz neden hala sanık olarak muhatabız. Olsa olsa benim bu dosyada tanık olmam lazım.

OPERASYONU SİYASİ İRADE KOORDİNE ETTİ

Bize siyasi operasyon yapıldı derken, siyasetçi olarak hamaset yapmak için söylemiyorum. Milletvekillerine nasıl bir gözaltı operasyonu yapıldığını yargıçlar olarak herhalde basından izlemişsinizdir. Biz 5 ayrı Cumhuriyet Başsavcısı’nın soruşturduğu 12 milletvekili, Bingöl, Hakkari, Diyarbakır, Mardin, Ankara ve Şırnak; 6 Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma; örneğin Selma Irmak milletvekilimizle ilgili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma yürütüyor. İdris Baluken Milletvekilimizle ilgili Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma yürütüyor. Bizim usulümüzde koordinatör savcılık yok, merkez savcılık yok. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yerel savcılıkları koordine etmek gibi bir durumu yok. Herkesin ayrı başsavcısı var. Her şehir kendi başsavcılıkları nezdinde operasyon yürütür. Tabii ki, devam eden suçla ilgili birçok şehri ilgilendiren bir takip varsa o suçla ilgili koordine yapılır.

Fakat birbiriyle hiç alakası olmayan suçla ilgili, birbirinden haberi olmaması gereken bu 6 başsavcılık ne hikmetse 4 Kasım 2016’da gece 01:00’da 12 milletvekilinin evine aynı anda polis gönderiyor. Tesadüfe bak. 6 tane başsavcı kendi yürüttüğü soruşturma ile ilgili milletvekillerini gözaltına almaya karar veriyor. Hiç birbirlerinden haberleri yok, tesadüfe bakın, hepsi de 4 Kasım’da, hepsi de gece 01:00’de polisi kapıya gönderiyor. Bu kadar tesadüf inanılmaz iş. Kim koordine ediyor bunu? Daha önce avukatlarım itirazda bulundu. Ben de itirazlarımı ilettim. Kim koordine ediyor? 12 milletvekili, azılı katilleri, kaçmak üzere olan suçluları yakalarmış gibi yüzlerce polisle, kar maskeli polislerle evimizin basılmasını kim koordine etti? Bizler kaçmıyorduk, milletvekiliyiz, bir gün önce parlamentodaydım ben. Ama hayır, ille evimiz basılacak, evimizden alınacağız, hepimiz aynı saatte. Bunu ancak bir irade koordine edebilir. Siyasi irade.. Yargısal bir irade bunu koordine edemez.

Varsa böyle bir şey sormanız lazım. Taleplerimiz arasında olacak. Kimin koordine ettiğini İçişleri ve Adalet Bakanlarına sormanız lazım. Çünkü emniyet güçleri İçişleri Bakanı’na, savcılıklar da Adalet Bakanı’na bağlı. Eğer koordinasyon bakanlıklar üzerinden yapılmışsa, bunun dosyanıza yazılı olarak gelmesi lazım. Bir bakan parlamentonun üyesinin hangi saatte gözaltına alınacağına nasıl karar verir? Bunun sorulması lazım. Açık aleni bir suçtur. Yürütmenin böyle bir görevi yoktur. Yürütme, yargının verdiği bu konudaki kararları yerine getirir sadece. Durup dururken gözaltı, yakalama kararı alamaz. Milletvekilleriyle ilgili evin basılması kararı alamaz. Ama görünen o ki, kararı alan bakanlıklar. Savcılıklar burada sadece pratisyen olmuştur. Onun dışında 12 milletvekili aynı saatte, birbiriyle alakasız dosyalardan, birbiriyle alakasız şehirlerde nasıl gözaltına alınabilir? Bu öyle bizim es geçeceğimiz bir durum değil. Yargılamanın ileriki aşamalarında çok dile gelecek.

Gün gelecek bunlar iktidardan düşecek. Hiçbir iktidar sonsuza kadar kalmamış. Türkiye de, demokrasi aksasa da, demokratik bir hukuk devleti olarak gelişmesini sürdürecek. Ve bugünün bakanları, bugün bu siyasi operasyona imza atmış yargı elemanları günü gelecek bu kumpaslardan Türkiye’de adil yargı karşısına çıkacak. Bu hep böyle olmuştur. Devlet adına hareket edenler kapalı bir işlem yapsa da, devlet onu kendi içinde absorbe eder. Ama devlet adına değil bu, bu Cemaat adına. Bir parti adına, bir kişi adına hareket edenler hesap verirler. Bunun kaçarı yok. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bunun sayısız örnekleri var. Şu anda yargı bir devlet kurumu olarak bizi yargılama faaliyetini yürütmedi, millet adına da bir karar almadı. Siyasi iradenin, yürütmenin baskısı, iktidarın baskısı ile ne tür bir siyasi amaç elde edilmek isteniyorsa, ona odaklanmış bir şekilde faaliyet yürütüldü.

ANLATIKLARIM ERCİYES DAĞI, ULUDAĞ KADAR GERÇEKTİR

Şimdi ben bunları anlatıyorum ya, sanki bilinmez bir şey anlatıyormuşum gibi, hayır. Erciyes Dağı, Uludağ ne kadar gerçekse bu söylediklerim de o kadar gerçek. Sokaktaki insan bunu biliyor.

Benim dosyam da böyledir. Herkes neyin ne olduğunu biliyor. Bir siyasi operasyonla, bir kumpas faaliyeti yürütülüyor. Bize düşen de, bunun mahkeme salonlarında böyle olmadığını anlatmaya çalışmak. Yani, iddia makamı hiçbir iddiasını delillendiremiyor, ortaya koyamıyor; bize düşen de suçsuzluğumuzu ispatlamaya çalışmak. Yaptığımız çalışma bu. Suçsuzluğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz. Çünkü suçluluğumuzu ispatlayacak bir şey yok, ama dışarıda yaratılan algı, medya üzerinden oluşturulan algı, siyasi operasyonun yarattığı algı başka bir dünyaya tekabül ediyor. Dolayısıyla suçsuzluğunu ispatlamak zorunda olan biz oluyoruz. Bu, sanığa yüklenemeyecek bir külfet olmasına rağmen, bu ve benzeri dosyalarda maalesef bu sorumluluk bizim tarafımızdan yerine getirilmek zorunda kalınıyor.

Mahkemeniz bu konuda olabildiğince yardımcı olmalıdır. Suçsuzluğumu ispatlama konusunda demiyorum. Yargının en azından, yürütmenin baskısı altında olamayacağını kararlarıyla göstermelidir. Ara kararlarıyla göstermelidir. Ben buraya merhamet dilenmeye, af dilenmeye falan gelmedim. Türkiye’de bir siyasetçiyim. Bu ülkenin yurttaşıyım, bu ülkeyi de sevdiğim için siyaset yapıyorum, mücadele ediyorum. Bu ülkenin her bir yurttaşının çıkarı benim şahsi çıkarımdan üstündür diye siyaset yapıyorum, bunları göze alıyorum. Ama sizler de yargı olarak kararlarınızda en azından, yürütmenin oluşturduğu bu baskının yargıyı etkilemediğini ve etkilemeyeceğini hissettirmelisiniz. Her ara kararınız bunu göstermelidir.

İşte, başlangıçta ifade ettiğim gibi, kamuya açık yargılama. Bu dosya gizli bir dosya değil. Bu dosyada gizlilik kararı yok, bu duruşmada gizlilik kararı yok. Herkes izleyebilmeli. İzleyici sınırı bile olmamalı. İsteyen herkes gelmeli, izlemeli, görmeli. Ve nasıl bir yargısal faaliyet yürütüldüğünü görmeli. Ve mümkünse sizler de, yürüteceğiniz adil yargılama faaliyetiyle hem şeklen hem içerik olarak, hem usulen hem de görsel olarak şu mesajı vermelisiniz: Türkiye’de yargı bitmedi. (Hakim: İsteyen herkes izliyor zaten Selahattin Demirtaş.)

Sincan’dayız ve isteyen herkes izlese burada en az 500 bin kişi olurdu. 50, yok 20 izleyici var. Ben sadece, 6 milyon oy almış bir partinin Eş Genel Başkanıyım. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, – az önce onu anlatmaya çalıştım - hiç değilse böyle davranmayın. 6 milyon oy almış bir partinin Eş Genel Başkanı’nın duruşmasında herhalde izleyici... (Hakim: Size bir şeyimiz yok, biz gelen herkesi alıyoruz. Bunu da bilmeni istiyoruz.) Şunu herhalde sizler de kabul edersiniz ki, isteyen herkes buraya gelemiyor. İsteyen herkes gelse bile 50 kişilik koltuk ayrılmış durumda. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Yani bu, çok aleni bir şekilde, mahkemenizin de bütün bu siyasi operasyonların önüne geçmek için herhangi bir tedbir almadığını, almayacağını gösteriyor. Herhalde bunu da söylememde hiçbir sakınca yok, net bir şekilde ortada.

UÇAKLARI SABAHTAN HAZIRLAMIŞLAR

Bizlere aynı gece, aynı saatte operasyon yapanlar, biz daha savcılığa çıkarılmadan, daha mahkemelere, sorgu hakimliğine çıkarılmadan havaalanında uçak hazırlamış. Uçak hazırlanmıştır. Mesela, sizler gerçekten bunu adil, bağımsız bir soruşturma için tehlikeli bulmaz mısınız? Yürütme nasıl böyle bir hazırlık yapar sabahtan? Kardeşim, sen bunun tutuklanacağını nereden biliyorsun? Bir tutuklansın da ondan sonra hazırlığını yap. Hazırlık yapmak zor değil. Bir uçağa koymak ya da karayoluyla cezaevine götürmek. Sabahtan uçak hazırlanmış. Diyarbakır Havaalanı’nda, bir tane THY’ye ait büyük bir yolcu uçağı, yolcusuz bir şekilde, sabahtan apronda bekliyor. Tutuklanacak milletvekillerinin hangi cezaevine götürüleceği belli, Kandıra ve Silivri’de odalar hazırlanmış. Daha biz ifade vermemişiz, sorgu hakimi daha karar vermemiş, savcılık işlemini yapıyor.

Bize haber geliyor, uçaklar hazır, cezaevlerinde de hazırlık yapılmış. Benim ve Figen Hanım’ın Kandıra Cezaevi’ne gönderilmesine karar verildi, tutuklanmamıza karar verildikten sonra. Evrağın üzerine el yazısıyla Kandıra yazıldı. Beş dakika geçmedi, geldiler üstünü bir kalemle çizdiler, Edirne yazdılar. Ekip değiştirildi, Edirne yazıldı, Edirne’ye götürülmeme karar verildi. Havaalanına gittik, tutuklanan diğer milletvekili arkadaşlarım THY’ye ait, yolcu olmayan, sadece onların içinde olacağı şekilde boş bekletilen büyük uçağa alındılar ve Kandıra ile Silivri cezaevlerine gönderilmek üzere yola çıkarıldılar. Ben ve Eşbaşkanım Figen Hanım da önceden hazırlanmış özel bir jetle, küçük bir jetle önce Kocaeli’ye getirildik, Figen Hanım orada Kandıra Cezaevi’ne götürüldü. Kendisiyle vedalaştık, ayrıldık. Ben aynı uçakla Çorlu Havaalanı’na getirildim. Çorlu Havaalanı’ndan helikopterle Edirne Stadyumu’na indirildim. Stadyumdan da cezaevine götürüldüm.

Bunları niye anlatıyorum? Tam 15 aydır duruşmalara ‘güvenlik yok, personel yok, imkan yok’ diye çıkarılmıyorum. Türkiye’nin 20 ayrı şehrinde yargılanıyorum, dün anlattım birkaç örneğini, Kayseri’de, şurada burada. Uyduruk ne kadar şey varsa dava açılmış. Savunma yapamıyorum. Gelmek istiyorum duruşmaya diyorum, “Hayır, ya SEGBİS ile ya da getiremiyoruz.” Mahkeme getirilmeme karar veriyor, Bakanlık cezaevine baskı yapıyor, “güvenlik yok, imkan yok, personel yok, götüremiyoruz” diyorlar.

Bizi tutuklarken özel jetlerle, helikopterlerle cezaevine rahat rahat getirdiniz? Yargılarken niye bu kolaylık gösterilmiyor? Bizi cezaevine o gece, alelacele yetiştirmek için elinizden ne geliyorsa fazlasıyla yaptınız, Bakanlık olarak. Çünkü alelacele hepimizin cezaevine sokulması lazımdı. Alınan karar buydu, operasyon hazırlığı böyle yapılmıştı, yargı sadece bu işlemleri usulî olarak yerine getiriyordu.

BU ÜLKENİN ASLİ UNSURUYUZ, SAHİBİYİZ, PARYASI DEĞİLİZ

Operasyon AKP’nin operasyonuydu. HDP’ye karşı AKP operasyonu. Önceden biriktirilmiş ne kadar kumpas bilgileri de varsa savcılar bunları toplamıştı, gizlilik kararı koydukları için de avukatlarımızın, bizim görme şansımız da yoktu. Hangi fezlekelerden tutukluyuz, 3 ay boyunca iddianame kabul edilene kadar bilemedik. Çünkü soru sorulmasını da kabul etmedim ben. Bilmediğim fezlekelerle ilgili soru soramazsınız. Kısa bir beyanda bulundum; bu siyasi bir operasyondur, siyasi bir soruşturmadır, Erdoğan’ın talimatıyla açılmış bir soruşturmadır dedim ve tutanağa öyle geçirdim. Ki savcı bunu, Cumhurbaşkanı’na ve yargıya hakarettir diye iki ayrı fezlekeden soruşturma hazırlayıp Meclis’e gönderdi, “Sen nasıl böyle ifade verirsin?”

Şimdi isteniyor ki, bize her şey yapılsın, yargı hizmetinden adil bir şekilde faydalanmayalım. Vergilerimizle oluşmuş bakanlıklar, hükümetler hizmet üretirken bize her türlü ayırımcılığı yapsın, ama biz sesimizi çıkarmayalım. Biz kimiz? 6 milyon oy almış, nüfusuyla, çoluğuyla çocuğuyla birlikte belki 15 milyonluk bir nüfusa tekabül eden bir kitleden söz ediyoruz. Bu ülkenin parçasıyız, parçası değil asli unsuruyuz, sahibiyiz. Paryası değiliz.

Bu ülkeye bir günlüğüne turist olarak gelen insanın bile her türlü hakkı hukuku olmalı. Biz bunu savunuyoruz, ama ülkemizin yurttaşları olarak, bu ülkenin sahipleri olarak biz daha savcılıklarda mahkemelerde karakollarda şurada burada vatandaş olduğumuzu anlatmaya, ispatlamaya çalışıyoruz. Bu toprakların sahibi olduğumuzu halen anlatmaya çalışıyoruz.

BİZE DÜŞMAN HUKUKU UYGULAYAMAZSINIZ

Bu ülkenin hiçbir yurttaşı düşman değildir, düşman hukuku uygulanamaz. Ya zanlıdır ya sanıktır. Vatandaş düşman olmaz. Vatandaştan düşman üretemezsiniz. Ülkenin hiçbir vatandaşını düşman olarak göremezsiniz. Bize düşman hukuku uygulanmaya çalışılıyor. HDP’nin görüldüğü yerde düşman görmüşçesine işlem yapın havası yayılmaya çalışılıyor. Bu yargıda böyle, bürokraside, hükümette böyle. Parlamentoda bile böyleydi.

2007’de hatırlıyorum da, parlamentoya ilk girdiğimizde bazı vekiller hayatında ilk defa Kürt görmüş gibi davranıyordu. Kimi kuyruğunuz var mı yok mu… 2007’den söz ediyorum. Sonra aradan birkaç ay geçti, baktılar biz de insanız ve bu ülkeyi seven yurttaşlarız. Siyasi düşüncemiz var, bu kadar. Ve biz bunu ispatlamak için 100 yıldır uğraşıyoruz. 1924’ten beri bizleri inkar eden Anayasa yürürlüğe girdiğinden beri bunu anlatıyoruz. Bunu anlatan herkes düşmandır. Sözle de anlatsa düşmandır, yürüyüşle de anlatsa düşmandır, Meclis’e de girse düşmandır. Şiddet, silah kullanan… Yasalar gereğini yapacaktır, onu hiçbir zaman savunmadık. Ama söz söyleyeni, en sert şekilde de söyleyeni yasalar bile korurken, nasıl düşman muamelesi yapılabilir. Bu ülkenin birliğini o zaman nasıl sağlayabilirsiniz. Bu ülkenin vekillerinin evlerini aynı gece basıp, arkasından bir ay daha geçmeden Anayasa değişiklik paketini Meclis’e sunarsanız, ülkenin önemli bir kısmını yurttaş olarak görmüyorsunuz demektir. Yargı da işlerini kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor, ne itirazlarımızı kabul ediyor. Ne gerekiyorsa, yürütmenin önüne açabilecek ne varsa onu yapabiliyorlar.

Oysa adalet iktidarın değil mülkün temelidir. Partiler, kişiler gelip geçicidir. Başka partiler 10 yıl 50 yıl bilemem, ama bu ülke kalacak, bu toplum burada olacak. Yargı o yüzden hükümetin, kişilerin, dönemin yargısı olamaz, olmamalıdır. Bizim en büyük güvencemiz odur. Parlamento değişir, seçimden seçime değişir. Normaldir, hükümetler değişir. Toplum bunun kararını seçimlerden seçime verir. Yargı değişirken, evrensel adalete doğru yürüyüş içinde olmalıdır.

Parlamento baskı altında, buna itiraz edene de yargı bir sopa ile yaklaşırsa buna kim itiraz edecek. Bunlar önemli meselelerdir. Davamızın da konusudur Çünkü her fezlekede konuşmalarım aşağı yukarı buna tekabül eder. Lehe olan tek bir cümle bile iddianamede yok. Bu iddianameyi alın dünyanın başka bir ülkesine götürün, Demirtaş diye biri var, iddianamesi de budur. Bu kadar da vahşi bir insan olamaz derler. Ama Demirtaş bu değil, yaptığı konuşmalar bundan ibaret değil. Bu konuşmalar suç taşımamakla birlikte partimin ve benim bütünsel görüşlerimizi de ifade etmiyor.

Hiç değilse farklı tarihlerdeki açıklamalar da yansıtılsaydı. Hiç değilse yargı bizi anlamış, ama anlamasına rağmen yargılıyor derdik. Siz bizi anlamamışsınız, bu yüzden kendimizi anlatıyoruz. Bu yüzden iddianame hazırlık sürecinden soruşturma sürecinin alt yapısına kadar uzun uzadıya anlatıyorum. Sanki Demirtaş ve arkadaşları bu ülke için hiç iyi bir şey yapmamışlar. Bu ülke için elini taşın altına koymamışlar hiç bir zaman. Bu iddianamede ibaret olan, bir terör örgütü kurmuş anlayışı anlatılıyor.

ÇÖZÜM SÜRECİ BAŞARISIZ OLDU, HESABINI BİZDEN SORUYORLAR

Biz hükümetten çok daha fazla risk aldık her dönemde. Ülkenin barışı için, demokrasi için, huzuru için. Bunların hiç birini okumadık. Dün bir şey söyledim işte kamuoyunda gündem oldu. İmralı’dan not geldi vesaire. Bunun gibi binlerce şey yaşadık. Binlerce, yüzbinlerce kilometre yol yaptık barış için. İmralı’ya Kandil’e… Hükümetin yürüttüğü çözüm sürecinin başarısı için. Ne reklamını yaptık, ne yorulduk ver yansını ettik. Sırrı bey burada mı bilmiyorum, gelmiş mi? Şunu hep konuştuk. Bir gün çözüm süreci başarıyla sonuçlanırsa madalyayı birine takacaklar. Taksınlar önemli değil. Ama çözüm süreci başarısız olursa hesabını da bizden soracaklar. Bundan emindik. Çözüm süreçleri başarılı olursa devlet barışı ülkesine getiren lider olarak tarihe geçer, çözüm süreci başarısız olursa ilk günah... (DUYULAMADI)

HDP yöneticileri, meclis üyeleri, belediye başkanları, milletvekilleri… Tutuklananların tam listesi var. 10 binden fazla üyemiz, aktivistimiz, yöneticimiz tutuklandı 2009’dan bu yana. Neredeyse hiç durmadı. Bunun listesi dosyada detaylı bir şekilde var. Bir siyasi partiye karşı sistematik yargı operasyonu kesinlikle yargının bağımsızlığı konusunda tereddüt oluşturur. Sadece son 2 yıl içerisinde bin 778 kişi tutuklandı. Bunlar partimin resmi yöneticileri. Manisa il teşkilatının kongre yapacağı akşam, bir gün sonra seçilecek olan yönetimin tamamı tutuklandı. Yeniden kongre yapıldı, üç gün sonra yine yönetim tutuklandı. Toplamda 4 yönetim 70 kişi tutuklular. 900 sayfa iddianame hazırlamışlar. Kişi başı da 200 TL ödeme yapılırsa iddianameyi tebliğ edecekler. 47 il yönetimimizin ya tamamı ya bir kısmı ya birkaç yönetim ya da yönetimin tamamı… Ve bunlar 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra başladı. Arkadaşlarımın tutuklanma nedenleri, gerekçeleri, Demirtaş ve Yüksekdağ posteri paylaşmak. HDP yöneticisi olmak. Tutuklama gerekçesi. PKK yöneticisi olmayı anladık da, HDP yöneticiliğinden aleni bir tutuklama gerekçesi olmasını görmedik. Mutlaka bir gün bir mahkeme bunları inceleyecek ve sistematik bir tasfiye anlayışının olduğu ortaya çıkacak.

KURUMLARA VE MECLİS GRUBUNA YAZDIĞIM MEKTUPLARA EL KONULDU

Cezaevi koşullarını Bakanlığa yazdım, parlamentoya yazdım, uluslararası kurumlara, CPT’ye, AİHM’e yazdım. Denetlenemez deniyor. Zarfı açıp bakamazlar bile, doğrudan o adrese gönderilir. El koyma kararı verdiler, ulaştırmadılar. Cezaevi koşullarını Bakanlığa yazdım el koydular, Meclis grubuna yazdım el koydular, CPT’ye yazdım el koydular. İtiraz etti avukatlarım Edirne infaz hakimliğine, tek bir satırla reddedildi. Edirne Cezaevi bilmem ne kurumunun aldığı karar uygun olduğundan reddedildi. Sıfır gerekçe. Dolayısıyla o aşamada da ne savunma konusunda bir hazırlık yapabildik, ne dosyaya bir hakimiyetimiz oluştu, ne de cezaevinde avukatlarımla birlikte yapmaya çalıştığımız hukuki müdahalelere izin verildi. Bu da yargı eliyle yönlendi. İdare bunu yapıyordu, yargı da onaylıyordu. Hepsi şu anda AYM’ye götürülmüş durumda.

Vay bu mektup Avrupa Konseyi’ne yazılmış, avukata iletilen, ‘Mektup Okuma Komisyonunca yapılan incelemede el konulmasına’. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na yazdığım mektuplara el konulmasına... Yaptığım itirazın reddine, alınan kararın yasa ve yönetmeliğe uygun olması gerekçesiyle...

Bununla da yetinmediler. Ben parlamenterim, bir siyasetçiyim, bir partinin Eş Genel Başkanıyım. Partimi yönetme, parlamentodaki çalışmalara katılma hakkım var, tutuklu da olsam katılma hakkım var. Bütün imkanları kullanarak hem yasama hem denetleme faaliyetlerine katılma hakkım var. Engellenmesine rağmen ikincide, üçüncüde parlamentoya ulaştırabildim. Şu anda da avukatlarım aracılığıyla parlamentoya yasa teklifi verebilirim. Ama benim parlamento grubuna göndereceğim konuşma metni cezaevi Mektup Okuma Komisyonu tarafından sakıncalı bulundu. Hükümeti eleştirdiğim kısımların tamamı çıkarıldı, kuşa döndü. CHP’ye dönük eleştiriler ve girişteki selamlama kaldı. İtiraz ettim.

Dedim ki, grup konuşmama kimse müdahale edemez. Grup konuşması denetlenemez, hakkında soruşturma açılamaz. İki tane infaz koruma memuru burayı beğenmedik, çizdik diyemez. İtiraz ettim. Tek bir satır cevap geldi, reddedildi. ‘Alınan kararın yasa ve yönetmeliğe uygun olduğundan reddine’. Bunların hepsi yargı kararı. Yani siyasi faaliyetim tutuklu olduğum dönem içinde engellensin diye elinden gelenin fazlasını yaptı. Ben hiçbir şekilde parlamentoya, Meclis grubuma gönderdiğim görüşleri de kamuoyundan saklamadım. Bu görüşlerim yıllardır tekrar ettiğim görüşlerdir zaten. Ama ne hikmetse bir milletvekilinin yazılı olarak konuşma göndermesi engellendi. Yargı da buna sessiz kaldı. Parlamento buna sessiz kaldı. Parlamento diyemedi ki, parlamentonun üçüncü grubunun Eş Genel Başkanları kendi grubuna yazılı konuşma metni gönderiyor, kimse bunu engelleyemez, mutlak dokunulmazlık kapsamındadır. İstediğini söyler, tutukluysa da söyler, dışarıda da söyler.

Düşüncelerimi yazılı olarak da iletebilirim. Engellendi, halen de engelleniyor. Halen tutuklu olmamız sebebiyle siyasi rehine muamelesi görüyoruz. Siyasete müdahale etmemiz, partimizi yönetmemiz, parlamentodaki faaliyetlerimize katılmamız, sadece benim değil tüm arkadaşlarımın faaliyetleri aleni bir şekilde engelleniyor. Dosyada fazlasıyla örneklerini göreceksiniz.

Yargılandığım mahkemelerin neredeyse, siz de dahil tamamı benimle ilgili SEGBİS kararı aldılar. ‘Ne var canım SEGBİS’le yapsın, kameradan savunmasını yapsın’ dediler. Hazırlık aşamasında bir kısmına çıktım, fakat mahkemelere kovuşturma aşamasında bizzat gelmek istiyorum dedim. Bir de madem SEGBİS’le böyle bir imkan var, ben aynı zamanda milletvekili olarak kendi grubumda da SEGBİS’le bağlanıp konuşabilirim. Onun da başvurusunu yaptım, hakkım var. Yargının huzurunda milletvekili olarak konuşabileceksem, kendi parlamentomun huzurunda niye konuşamıyorum. Cezaevinde SEGBİS odasında bağlanıp haftalık grup konuşmamı yaparım. Çünkü Adalet Bakanı AİHM ve AYM’ye yaptığı savunmada Demirtaş ve diğerlerinin hiçbir siyasi faaliyetinin engellenmediğini iddia ediyor. Madem engel yok, hadi tutukluluktan kaynaklı bir engel var, onu anladık, onun dışında aşabileceğimiz engelleri aşalım. SEGBİS yoluyla siyasi çalışmaları sürdüreyim. Parlamento reddetti, mahkeme reddetti. Tabii tahmin edersiniz ki, tek satırlık gerekçeyle.

YARGI HALK İRADESİNE SAYGI DUYMUYOR

Aslında kimi yargıçların da gerekçelerini yazmaları lazım. Sanığın da bunu bilmek hakkıdır. Tam olarak hangi gerekçeyle bu kararlar alınıyor, kişiselleştirmesi lazım. Genel bir kararla bunu geçiştiremez. Selahattin Demirtaş’ın konumu, kişiliği, yaptığı görev, misyonu; bütün bunları birlikte değerlendiren ve o kararın Selahattin Demirtaş’a ilişkin bir karar olduğunu açıkça anlatan bir gerekçe oluşturması lazım. Bugüne kadar tek bir soruşturma veya soruşturmada benimle ilgili bir karar görmedim. Herkesle ilgili şablon karar neyse, katalog suçlar, kanuna uygun gibi gerekçelerle reddedildi.

Yine tutuklu olduğumuz dönemde, Cumhuriyet tarihinin en önemli anayasal değişikliklerinden biri yapıldı. Türkiye’nin hem rejim değişikliğine hem de yönetim değişikliğine yol açabilecek kapsamlı Anayasa tartışması başladı. Biz o dönemde oy kullanmak için parlamentoya başvuru yaptık. Çünkü parlamenterlik görevimiz devam ediyor. Tutuklu da olsak parlamenteriz ve bir tek oy Türkiye’nin kaderini değiştirebilir. Parlamentoda yeterli çoğunluğa ulaşmazsa Anayasa değişikliği kabul edilmeyecek. Tek bir oy bile bu kadar kıymetliyken, 12 milletvekilinin tutuklu yargılanması, 12 oyun kullanılamaması çok ağır bir irade ihlalidir. Oluşacak iradede meşruiyet sorunu yaratır.

Başvuru yaptık, bir yolunu bulun biz oy kullanmak istiyoruz dedik. İsterseniz bizi Ankara’ya götürün, bir imkanını bulun dedik. Gerekçesiz bir şekilde reddedildi. Parlamento başkanı, “tarihimizde böyle bir şey yok” dedi. Böyle bir şey yok tarihinizde doğru da, tarihinizde bu kadar çok milletvekilinin tutuklanması da yok. HEP döneminde tutuklamalar yapıldı, parti kapatıldığı için milletvekillikleri düştü arkadaşlarımızın. Biz milletvekiliyiz. Bu ilk değil. Yargı bize vermedi, yargı alamaz. Kesinleşmiş bir hükümle, yeniden parlamento kararıyla ya da seçimlerin yenilenmesiyle halk geri alabilir. Ama Meclis Başkanı, İçişleri ve Adalet Bakanları, yargı bu iradeyi tanımıyor. Saygı duymuyorlar. Bu iradenin kendini parlamentoda, tutuklu da olsa, ifade edebilme hakkının olabileceğini idrak edemiyorlar.

Halen de burada, bu dosya itibarıyla hem tutuklu olmam, hem yargılanıyor olmam siyasi görevlerime, parlamenterlik görevime ağır bir saldırıdır. Bizler çünkü parlamentoda denetim de yapıyoruz. Kimi? Hükümeti denetliyoruz. Yürütmenin her türlü eylem ve işlemini millet adına denetliyoruz. Yargı nasıl denetliyorsa biz de denetliyoruz. İlk denetim makamı da parlamentodur. Denetimin de birçok yolu vardır, ben şu anda bunların birçoğunu kullanamıyorum. Hükümet, benim ve tutuklu olan milletvekili arkadaşlarımın denetiminden muaf. Denetleseniz ne olur diyebilirsiniz. Bu kimseyi ilgilendirmez. Denetlemeyi kim yapar ona millet karar verir. Ama yargı eliyle şu anda milletvekillerine denetleme faaliyetlerinden men kararı verilmiştir. Yürütmenin rahat hareket edebilmesi için yargı yürütmeye kolaylık sağlamıştır. Bizim etkili bir şekilde muhalefet yapmamızın önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bunların hepsi yargı kararlarının sonuçlarıdır.

DEVLET SİZ DEĞİLSİNİZ, HEPİMİZİZ

Tüm dosyalarda şöyle bir şey yaratılmak isteniyor: Biz devlet adına sizi yargılıyoruz. Hayır, düzeltelim 2 şeyi yargı devlet adına yargılamaz, millet adına yargılar. İkincisi, yargı devleti tek başına temsil etmez. Devleti 3 erk aynı anda, birlikte temsil eder. 3 erk birbirinden bağımsızdır, ama bu üç güçten yasama, yürütme ve yargıdan en etkili olanı yasamadır. Kanun koyucu doğrudan milletin iradesini temsil edendir. Yani devlet dediğiniz siz değilsiniz, hepimiziz. Kimse bize devlet adına bu operasyonu yaptık diyemez, devlet sen misin yahu! Devlet 80 milyondur, onu temsil eden kurumlar da yasama, yürütme, yargıdır; ben de o devleti halkım adına temsil ediyorum. Kimse bize, devletin tokadını falan göstermeye kalkmasın. Devlet kimsenin babasının malı değildir. Devletse, biz de devletiz, hepimiz devletiz. Kimse devlet adına tehdit yöneltmeye kalkmasın. İktidar yaptığı açıklamalarla, yargıyı devletin bizim üzerimizdeki sopası olarak göstermeye kalkmasın. Yargı halkın yargısı olmak zorundadır. Yasada da böyledir, uygulamada da böyle olmak zorundadır. Karar verilirken de devlet adına karar verilmez. Millet adına karar verilir, hüküm kurulur. O nedenle bizler de bu milletin temsilcileri olarak asla devletin yargıladığı halkın temsilcileri olarak kendimizi kabul etmeyiz. Kendini devlet yerine koyanları da devlet olarak görmeyiz. Herkes haddini bilmelidir, biz haddimizi biliyorsak herkes bilmelidir.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 4.bölümü". hdp.org.tr. 15 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

V. Bölüm[değiştir]

45 klasör evrak oluşturmuş. Çünkü tutuklamayı oradan yapması için ağır bir baskı var. Tutuklama oradan yapılacak. Çünkü siyasi rant oradan elde edilecek. Demirtaş bundan dolayı tutuklanacak. Geri kalan 30 fezleke, ona da yargı baksın artık, bir şeyler bulsun minvalinde dosyaya sıkıştırılmış kendilerince. Çünkü 1,2,3 no’lu fezlekelerin tamamı kumpas. Elde olmayan kayıtlar, üretilmiş tapeler, sahte belgeler… Bunları dosyaya koymak da tabii ki suçtur. Bu konuda ayrıca suç duyurularımız devam edecek ve mutlaka bir gün yargı önünde bunları yapanlar hesap verecek, bundan hiç şüphem yok.

6-8 Ekim özel yoğunlaşması AKP’nin yönlendirmesi

Ama 6-8 Ekim özel yoğunlaşması sonucunda soruşturma açılmasındaki, iddianamedeki özel yoğunlaşma, çok bariz bir şekilde AKP’nin yönlendirmesidir. Çünkü 6-8 Ekim olayları döneminde - sonrasında daha doğrusu - benimle ilgili bir suçlama yok, partimle ilgili bir suçlama yok. Siyasi eleştiriler var karşılıklı. Haklı haksız, bizimle ve çözüm sürecini birlikte yürüttüğümüz Hükümet-AKP arasında gerilim var, siyasi gerilim var, karşılıklı siyasi eleştiriler var. Ama suçlama yok. Ne bizden yana, 6-8 Ekim olaylarıyla ilgili, ne onlardan yana.

Başka bir gücün varlığı, müdahalesi hem bizim hem o dönemki hükümet yetkilileri tarafından kabul ediliyor ve bunun araştırılması, üstünde durulması konusunda kafa yoruyoruz. Ama ne hikmetse 6-8 Ekim’den 2 gün sonra, birkaç ay önce Cumhurbaşkanlığı seçiminde rakip olduğumuz Recep Tayyip Erdoğan bir açıklama yapıveriyor, beni hedef gösteriyor. “Onun yaptığı çağrıyla sokağa dökülen” ve 50 küsur deniliyor gene, geri kalanlar küsur olarak… Maalesef tutuklama ve savcılık kararında da böyle yazıyor. Diyarbakır’daki, 50 küsur diye yazıyor. Yani 51 mi, 53 mü, 52 mi önemli değil. “50 küsur.” Ama bir isim zikrediliyor, Yasin Börü. Tek bir isim sadece. Bütün evraklarda tek bir isim. Geri kalan ölüler kim, isimleri yok, “önemli değil.”

Yoğunlaşma 6-8 Ekim olmalı denilmiş. Savcı oturmuş, 3 ay boyunca yoğun bir şekilde bunu çalışmış. Sadece kendisi çalışmamış ki. 2 yıldır zaten AKP ve medya bunun çalışmasını yürüttü. 6-8 Ekim, iddianamedeki özel yoğunlaşmanın en büyük nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçiminde beni ekarte edemeyen ve bir sonraki seçimlere de parti olarak girmemiz halinde benim de yaratacağım etkiyle HDP yönetiminin bu partiyi barajın üstüne taşıyacağını gören AKP ve liderliği, özellikle benim kamuoyunda yıpranmam, siyasi olarak yıpranmam için bir kampanya başlattı. Çünkü hukuki olarak hiçbir aidiyet ilişkisi kurulamaz. Ne benimle ne HDP ile ne yöneticilerimizle… Çıkan olaylarla tek bir illiyet bağı kurulamaz.

“2 tweet atıldı, Türkiye karıştı” buna aklı başında olan kimse inanmaz zaten, delilleriyle de ben ortaya koyacağım. Hukuki sonuç elde etmek çok mümkün görünmüyor o günlerde. Ama siyasi sonuç elde etmek mümkün. Siyaseten yıpratmak, 54 kişinin katili olarak göstermek, ama 54 kişiyi de hep şöyle tarif etmek; “Yasin Börü ve diğerleri.”

Yasin Börü’nün vahşice katledilmesi bir barbarlıktır

Yeri geldiğinde tekrar da söyleyeceğim, Yasin Börü’nün vahşice katledilmesi bir barbarlıktır. Bunu yapanlar da, insanlığın şu kadarından zerre kadar nasibini almamışlardır. Eğer benim de bunda şu kadar, şu kadar, iğne ucu kadar katkım veya illiyet bağım varsa, aynı alçaklık bana da bulaşmış olsa gerekir. Ama o alçaklığın kime bulaştığını ve kimin soruşturmaları engellediğini burada delilleriyle ortaya koyacağım. Nasıl engellendiğini ortaya koyacağım.

Yasin Börü ne kadar insansa Antep’te ve İzmir’de linçle katledilenler de o kadar insandır

Diğer katledilen 44 HDP’linin isminin bile anılmadığı, küsurat olarak ifade edildiği iddianame benim açımdan da arkadaşlarım açısından da bir hakarettir. Yasin Börü ne kadar insansa, vahşice katledilmişse ve onun çocuk olarak anısı, annesinin ve babasının acısı ne kadar değerliyse, Antep’te linçle katledilen HDP’linin de İzmir’de linçle katledilenin de annesinin, babasının acısı da anısı da o kadar kıymetlidir. Kimse ona küsurat diyemez. Kimse Yasin Börü ve diğerleri diyemez. Yasin Börü ve 50 küsur kişi diyemez. Ama basın bunu yarattı. Bu algı yaratıldı ve bunun üzerinden siyasi sonuç elde edilmek istendi.

7 Haziran öncesi büyük bir kampanyayla “Demirtaş çağrı yaptı, sokağa döküldüler, 54 kişi öldü. Demirtaş’ın çağrısıyla sokağa dökülen, Demirtaş’ın çağrısıyla sokağa dökülen...” Sadece 6-8 Ekim’den sonraki 45 gün içerisinde aleyhimde 963 köşe yazısı yazıldı. Milyonlarca, milyarlarca yine sosyal medya yorumları – troller aracılığıyla - tweetler atıldı, mesajlar yayınlandı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, aslında bu 6-8 Ekim soruşturmasını ilk yürüten savcılıktır. İddianame hazırlanmadan önce soruşturmayı kendileri yürüttüler. Halen, bakın o dosyada, ifade vermek için Ankara Adliyesi’ne gelip ifadesini verememiş MYK üyemiz var. Savcı “Bugün git yarın gel” diyor. Acelesi yok. Niye? Siyasi sonucunu elde ettik zaten. Amaç zaten bir grup milletvekilini, Demirtaş’la birlikte bundan sorumlu tutmaktı. Geri kalanlar bizim için çok önemli değil.

Onlar daha ifade verememişler, biz bu dosyadan 15 aydır tutukluyuz. Bu dosyadan tutukluyuz. Bu fezlekeden tutukluyuz. Üst sınırı 1 yıl 3 ay olan bir fezlekeden tutukluyum ben. Kamuoyu zannediyor ki, ben 54 kişiyi öldürmekten tutukluyum. Hayır. Hakkımda böyle bir fezleke de yok. 6-8 Ekim fezlekesi, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmamı isteyen bir fezlekedir. İddianameye de bu şekilde geçmiştir. Ve tutuklanmama gerekçe yapılan fezlekedir. Tutuklanmamız devamına gerekçe yapılan fezlekedir.

Ben, 6-8 Ekim’den bana istenen cezanın infazını bitirdim. İnfazı bitti. Ama ondan tutukluyum halen. Kamuoyu zannediyor ki, Demirtaş 54 kişinin katili olduğu için tutukludur. Böyle bir şey yok. Böyle bir iddia da yok ortada. Siyasi iddiayı ortaya koyacak delili olsaydı savcılığın zaten, bu 50 klasörün içine bir sayfa öyle bir delil koyardı. Ama mahkemeniz dahi, beni o fezleke ve o madde nedeniyle tutuklayan sulh ceza hakimi kararını her ay tekrarlamıştır; tutukluluk halinin devamına, aynı gerekçeyle.

Fezleke örgüt üyeliğinden, dava örgüt yöneticiliğinden

İddianame yine bu yönüyle hukuki hazırlık sürecinde başka bir garabet taşıyor. Soruşturma, fezleke örgüt üyeliğinden. Savcı örgüt üyeliğinden soruşturmayı yürütüyor. Dokunulmazlığımız kaldırılırken örgüt üyeliğinden. Örgüt üyeliğinden tutuklanmaya sevk ediliyoruz, sulh ceza hakimi bizi örgüt üyeliğinden tutukluyor ve 6-8 Ekim dosyasından. İki fezlekeden tutukluyum. 6-8 Ekim ve örgüt üyeliği.

Aradan 3 ay geçiyor. İddianameyi hazırlayan savcı davayı örgüt yöneticiliğinden açıyor. Öyle bir fezleke yok, öyle bir suçlama yok. Ne sorguda, ne soruşturmada, ne de fezleke aşamasında öyle bir şey yok. Yani fezlekesi olmayan bir suçtan iddianame düzenlenmiş hakkımda. Ve Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi demiyor ki, “bu milletvekilinin böyle bir fezlekesi yok, sen bunu örgüt yöneticiliğinden fezleke düzenleyip, Meclis’e göndermek zorundasın. Dokunulmazlığı kalkmamış bir suçlama ile ilgili soruşturma yapamazsınız."

Bu yargı görevini kötüye kullanmak suçudur. 15 aydır bu yapılıyor. Benim hakkımda örgüt yöneticiliği diye bir fezleke yoktur. Varsa mahkemeniz çıkartsın, ben bütün suçlamaları kabul edip cezaevine geri gideceğim. Örgüt yöneticiliğiyle ilgili hakkımda fezleke yoktur. Uydurdular, siz de kabul ettiniz. Valla bu fezleke yok demediniz. Tutuklamamın gerekçesinde de yok. Ama 3 ay sonra hazırlanan iddianamedeki sevk maddesinden benim tutukluluğumun devamına karar verdiniz. Tutukluluğumun devamına karar verdiğiniz fezleke yoktur. Böyle bir suçlama yoktur. Olmayan bir suçlamadan dolayı 15 aydır siz benim tutukluluğumun devamına karar veriyorsunuz. Böyle bir suçlama yoktur.

Parlamento sana yeni bir fezleke uydur demedi. Bunların hepsini toplayıp, hırsızlıktan örneğin bir şey buldum deseydi ne yapacaktınız. Ben bütün bu fezlekeleri yan yana getirdim Demirtaş hırsızlık yaptı denilseydi. Mahkeme böyle bir fezlekesi yok demeyecek miydi?

Suçun nitelemesini yaparken böyle bir özgürlüğe sahiptir değildir savcılık makamı. Milletvekili yargılıyorsunuz. Elindeki fezlekeler neyse, davayı oradan açarsın. Hepsini birleştirip örgüt yöneticiliği icat ettim. Böyle bir hakkınız yok. Vekil olmasam bunu soruşturma ve kovuşturma aşamasında rahatlıkla yaparsın. Açıkça belirtilmiştir, dokunulmazlığı kaldırılmış fezlekeler dışında hiçbir şekilde yargılanamaz milletvekili. Siz şu anda fezlekesi olmayan uydurma bir kanun maddesinden tutuklamış ve yargılıyorsunuz.

Özcesi, iddianame iki temel dayanak üzerine inşa edilmiş. Örgüt yöneticiliği, bunun fezlekesi yok; 6-8 Ekim 1 yıldan 3 yıla ceza talebi var. Yani olmayan bir fezleke ve 1 yıl gibi ceza istemiyle yargılanıyor. Yasa dışı bir şekilde, usule aykırı demiyorum. Usule aykırılık giderilebilir. Bu yasadışılıktır. Kanunsuzluktur, suçtur. TCK’de suçtur.

Katalog suç olmamasına rağmen tutuklama kararı verdiniz. Kaçma şüphesi yok, delilleri karartma iddiası yok. Her ay da kararı bu şekilde tekrarlıyorsunuz. Ortada katalog suç bile yok. Biri fezlekesi olmayan bir suçlama diğeri de katalog suçlardan olmayan bir suçlama.

Savcılık iddianameyi hazırlarken hızını alamamış, aslında ertelenmemiş bir sürü fezleke var davaya dönüşmüş. Şırnak’ta, Siirt’te 2911’den davalarım var. Birleştirilmemiş. Fakat 8 tane erteleme kararı alınmış fezlekeyi birleştirmiş ve dosyanıza koymuş.

(DUYULAMADI.)

FETÖ’cü savcının hazırladığı iddianame ile yargılanmayı kabul etmem

Bazı savcılara dokunulmazlık davaları konusunda güvenmediğimi belirttim. HSYK sorarsa isim de veririm, ama soramazlar çünkü içinde onlar da var. İddianameyi hazırlayan savcıyla ilgili iktidar partisinin de iddiaları bu. Ama bu ne soruşturuldu ne de üstüne gidildi. Ama biz tanık olarak isteteceğiz buraya. Ben sıradan bir insan değilim, parlamentonun üçüncü büyük partisinin Eş Genel Başkanıyım. Davanın savcısıyla ilgili iddialarım var. Bir yere suç duyurusunda bulundun mu, delil sundun mu, işlem yaptın mı, bunların sorulması lazım. Eğer varsa böyle bir soruşturma, ben FETÖ’cü savcının hazırladığı iddianame ile yargılanmayı kabul etmem. Benim kendisi hakkında en az 10 tane suç duyurum var. Sadece onunla ilgili değil, hakkımda bugüne kadar işlem yapıp gerekçesini açıklamayan, kasıt gördüğüm, görevi kötüye kullanma gördüğüm herkesle ilgili başvurularım var. Bir avukatım sadece bunlarla ilgileniyor.

Biz Kandil’e kafamıza estiği için gitmedik

Çözüm süreci yasası dediğimiz bir yasa var. 4 Şubat’ta Hakan Fidan’ın Cemaat savcılarınca ifadeye çağrılması üzerine gündeme gelmiş ve parlamentoda yasalaşmış bir yasadan söz ediyorum. O yasa çıkarılırken, çözüm süreci içinde bulunan kamu görevlilerinin bu faaliyetlerinden suçlanamayacağı gibi bir düzenlemeydi. Fakat sonra biz tartıştık bu yasayı, parlamentoda konuştuk; dedik ki, bu süreçte yer alanlar içinde siyasetçiler de var, akil insanlar, sivil toplum örgütleri var. Yarın bir gün yargı bu faaliyetlerden dolayı hepimizi suçlarsa bunun yasası var diyelim. Tamam Hakan Fidan önemli, ama binlerce insan var, gazetecilerden akademisyenlere. Dolayısıyla yasa herkesi kapsayacak şekilde genişletildi. Bu kapsamda çalışma yürüten herkesi kapsayacak şekilde genişletildi. Ve “bu kapsamda yapılan çalışmalar suç teşkil etmez” denildi.

Selahattin Demirtaş’ın günahı ne?

Şimdi iddianamede bazı fezlekelerim bu yasa kapsamında. Hiç gözetilmemiş. Bu yasa kapsamına giriyor demeliydi. İddianame kabul aşamasında da olmadı, aradan 15 ay geçti, bazı fezlekeler bu yönüyle iddianameye konu edilmemesi gereken fezlekelerdi. İşte Kandil’e gidiş, İmralı’ya gidiş. Bunların hepsi çözüm süreci kapsamında hükümetle koordineli yaptığımız ve bu yasa çerçevesindeki faaliyetlerdi. Biz Kandil’e kafamıza estiği için gitmedik. Her gidişimiz her dönüşümüz hükümetle, bürokratlarla toplantılarla belirlendi. Bu yasa yokmuş gibi davranıyor ya savcılar, soruşturma makamları, bu işin ucu çok farklı yerlere gider. Bu yasa kapsamına çok fazla insan giriyor. Onun da altını çizelim. Eğer suçlamaya dahil edilecekse de hep birlikte hesap veririz. Ne kadar AKP’li yetkili varsa, Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’ına, bürokratına kadar suç işlemişsek hep birlikte hesap veririz. Suçsa suç kardeşim. Yok değilse Selahattin Demirtaş’ın günahı ne? Bu yasa kapsamında nasıl böyle bir fezleke böyle bir iddianameye girer, şu aşamada bu kadar belirtmiş olayım. Yeri geldiğinde detaylı değineceğim.

Parti yöneticileriyle konuşmalarım iddianamede delil olarak gösterilmiş

Yine 1-2-3 no’lu fezlekeler, ortam dinlemeleri; tamamı yasa dışıdır. Üretilmiştir. Ben nerede ne yaptığımı bilirim. Ama iddianameye en azından bu dinlemelerin kaydını koyması lazım. Yoksa koymaması lazım. Kumpastır. İsimler yazmış, bu isimlerin kim olduğunu hiç değilse parantez içinde yazması lazım. Selma Irmak kimdir parti içinde, en azından onu yaz. Selma Irmak o dönem Eş Genel Başkan Yardımcısı’dır. Benim onunla yaptığım konuşmanın Grup Başkanvekili ile partinin Eş Genel Başkan Yardımcısı arasındaki konuşma olduğunu yazmalıydı. Dinlemeyi yapanlar yazmamış. Fezlekeyi hazırlayanlar yazmamış. Tamam bunların hepsi FETÖ’den tutuklu eyvallah, e iddianameyi hazırlayanlar niye yazmıyor? Nadir Yıldırım, Kamuran Yüksek, Osman Baydemir, Kazım Kurt. Kazım Kurt’la konuşmamı yazmış, karşısına yaz Hakkari Belediye Başkanı, yaz. Ama yok, bir algı yaratmış, bu FETÖ’cülerin yarattığı algı, tamam. Sen niye kabul ediyorsun? Tamamı benim partili, yetkili organlarımdaki resmi görevli arkadaşlarımla konuşmalarım. Çözümü gelsin, ses kaydı bana aitse tek tek izah ederim.

Dinleme kararı alanlar, dinleyenler FETÖ’den tutuklu

Dinleme kararları verilmiş. Altındaki imzalara baksın savcı, dinlemeyi yapan ekibine kadar hepsi tutuklu, Cemaatçi. Buna niye şüphe ile bakılmadı. Ortam dinlemesi kararı verilmiş. Bir milletvekili ile ilgili ortam dinlemesi kararı verilebilir mi? İsmimizi zikretmemiş, ‘parti binasının dinlenmesi’ denilmiş. Ama o saatte benim orada toplantı yaptığımı herkes biliyor, çünkü çağrı yapılmış. Başkanlığını benim yaptığım parti binamdaki toplantıyı dinleme kararı almışlar. Milletvekilliği dokunulmazlığım devam ederken nasıl alınmış bu dinleme kararı? Hadi bunlar aldı, hadi bunlar FETÖ’cü, siz niye iddianameye koydunuz? FETÖ’cülerin ürettiği bu kumpas tuzakları HDP’lilerin aleyhine değerlendirmek için dosyaya koydunuz. Hem ortam dinlemeleri hem tapeler tamamıyla yasa dışıdır. Çarpıtılmıştır, içeriği değiştirilmiştir. Kişiler sanki yasa dışı örgüt üyesi gibi gösterilmiştir. Kim oldukları karşısına yazılmamıştır. Kumpas budur, tuzak budur. Böyle delillerle bir milletvekilini nasıl tutuklarsınız? Örgüt yöneticisi olduğu iddiasıyla nasıl suç üretirsiniz? Bu mudur FETÖ’ye yaklaşımı yargının? FETÖ’nün ürettiği delillerle mi Selahattin Demirtaş’ı tutukladınız, yargılamaya devam edeceksiniz? Dinlemeyi yapanlar, hakimi, savcısı, emniyet müdürü hepsi tutuklu. Sadece Diyarbakır’da değil her yerde bunu yaptılar.

Bizim üzerimize yoğunlaşmalarının sebebi çözüm süreçlerini bitirmek

Nedenlerini de, hani sizler yargılama yaptığınız için anlatıyoruz. Ama özellikle bizim üzerimize yoğunlaşmalarının özel bir sebebi var. Çözüm süreçlerini bitirmek. Taraflar arasında güvensizlik oluşturmak. Benim dinleme kayıtlarımı çarpıtıp MGK’nın önüne koymak, hükümetin önüne koymak, hükümetin faaliyetlerini şu veya bu şekilde örgüte sızdırarak hükümet ve örgüt arasında güvensizlik yaratmak, alınan tedbirlerle birlikte güvenlik konusunun kaygılı hale gelmesi ve giderek de çözüm süreçlerinin bitmesi. Oslo ve İmralı’yı böyle bitirdiler.

Elinizde FETÖ’ye ait olmayan hiç mi delil yok?

Bu ülkede bizler barışı sağlayabilirdik. Şiddeti silahı bitirebilirdik. Parlamento olarak bunu sağlayabilirdik. Hükümet de çaba sarf ediyordu, Allah var. Elini taşın altına koymuştu. Onlar da sorumluluk üstlendiler. Ama onlar Cemaati beslediler. Cemaat onların altını oydu, çözüm süreçlerinin altını oydu. Bunlar ortaya çıktı. Bunlar hiç mi ders çıkarmadı da, şimdi Selahattin Demirtaş uyduruk fezlekelerle, uyduruk delillerle yargılanıyor. Elinizde FETÖ’ye ait olmayan hiç mi delil yok? Bir tane mi koyamadınız dosyaya. Bin tane konuşmam var. Demek istediğim iddianame hazırlanırken, panik havasıyla, ne yaptığını bilmeden, alelacele siyasi gündeme cevap olma çabasıyla baştan savma bir çalışma ortaya çıkmış.

Milletvekili parti programını savunmayacak da neyi savunacak?

İddianame fezlekeler yönüyle partimin Programı’yla da hiç karşılaştırılmamış. DTP, BDP, HDP; üç partide de görev yaptım. Özellikle son 20 fezleke partimin Programı’nda savunduğu ilkelerle ilgili. Bir partinin Eş Genel Başkanı ve milletvekili parti Programı’nı savunmayacak da neyi savunacak?

İddianamenin bu karşılaştırmayı da yapması lazımdı. Bu kişinin yaptığı bir siyasi faaliyet midir, kendi programında olan bir görüşü mü savunmuş, yoksa başka birinin görüş ve düşüncesini mi savunmuş? Bunu parti Programı’nı fezlekelerle karşılaştırarak ortaya çıkarabilirdi. Onu ben yapacağım.

Suçsuzluğumu ortaya çıkarmaya çalışacağım. Ama iddia makamının lehime olan delilleri toplaması, bu karşılaştırmayı yapması gerekir.

Parti Programı ile birebir örtüşen fezlekeleri de siyasi faaliyet kapsamında değerlendirmeliydi. Onlar doğrudan HDP’nin parti Programı’nda olan görüşlerdir. Suç değildir, ifade edilmesi de suç değildir. Bunun başka yasa dışı örgütler, dünyadaki herhangi bir terör örgütü, bir illegal örgüt tarafından savunulması suç haline getirmez. “Parti Programı’nda var” demesi lazım. Dememiş, hiç bakmamış. Selahattin Demirtaş sanki bir partinin üyesi değilmiş gibi soruşturma yürütmüş. Herhangi bir siyasi görüşü yok, bir partiyi temsil etmiyor, partisi ne diyor bakılmamış. Partinin Programı da Tüzüğü de beni bağlar. Bunun dışında konuşmam parti suçu oluşturur. Onun içinde siyasi faaliyet yürütmem de herhangi bir cezai anlamda suç oluşturmaz. Ben o görüş ve düşünceleri savunurken eğer şiddeti teşvik ediyorsam, parti Programı’nda olan görüşleri demokratik, yasal yol ve yöntemler dışında başka bir yöntemle hayata geçirmeye çalışırsam suç olur. Ama konuşmanın kendisi, suç kabul edilemez. Parti Programı suçlanmış bazı fezlekelerde. Oysa parti programı yargı denetimine tabidir, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı denetler. Eğer Yargıtay’ın itirazı varsa, programın düzeltilmesini ister, hatta kapatma davasına kadar gidebilir. Ama o program yürürlükteyken bir parti üyesi programı savundu diye yargılanamaz, suçlanamaz.

Numune olsun diye, bir satır lehe delil yok

Bu şekilde iddianame, 48 klasörden oluşan iddianame, bir satır, bir satır bile şüpheli ile ilgili lehe delil olmadan önümüze getirildi. Örnek, numune olsun diye bir satır lehe delil yok. “Bu adam burada da barışı savunmuş, çözümü savunmuş şiddete de şurada karşı çıkmış” dememiş. Bütün motivasyonu örgüt yöneticiliği, FETÖ’nün hazırladığı delillerle 6-8 Ekim yoğunlaşması. İddianame bu saiklerle hazırlanmış. Gerçekte beni kuvvetli delillerle yargısal anlamda cezalandırma isteğinin çok ötesinde siyasi anlamda cezalandırmak, siyasi sonuç elde etmek, en hızlı şekilde ülkenin gündemine siyasi etki doğurabilecek bir yargılama faaliyetini başlatmak üzere hazırlanmış bir iddianame. Aksi takdirde her bir davayı ayrı ayrı açabilirdi. Daha adil, daha etkili yargılama olabilirdi.

Gündemi, yılları, şehirleri ayrı 31 fezleke birleştirildi

Burada birleştirilmiş 31 ayrı dava görülüyor. Gündemi ayrı, yılları ayrı, şehirleri ayrı 31 ayrı siyasi faaliyetimin davası görülüyor ve ben bunlara bir mahkemede birkaç duruşmada cevap vermek zorunda kalıyorum. Bunun adı adil yargılama olamaz. 31 fezleke birleştirilerek yeni bir algı yaratılmak isteniyor.

Dokunulmazlık beni korusun diye var

Bir de neden birleştirme metotlu fezleke var? Dokunulmazlık aleyhimize kullanılmış durumda. Dokunulmazlık nedeniyle 2009 - 2010 yılında hazırlanmış fezlekeler davaya dönüşmemiş.

Dokunulmazlığım olmasa davaya dönüşecek, bitecek. Cezaysa ceza, beraatse beraat. Bitmiş olacak. Dokunulmazlığım olduğu için durmuş orada. 2011’de de fezleke gelmiş. Dokunulmazlığım olmasa yargılanacağım. Ya aklanacağım ya aleyhime hüküm kurulacak. Hep dokunulmazlığım olduğu için birikmiş fezlekeler var. Bu dokunulmazlık beni korusun diye var. Dosyalarım biriksin de bir savcı bunları birleştirsin, dokunulmazlığımın varlığını aleyhime kullansın diye yok. Bu fezlekeler dokunulmazlığımın varlığı nedeniyle birikmiş. Dokunulmazlık beni korusun diye var. Şimdi bunu aleyhime dönüştürmüş.

Sen misin dokunulmazlık sahibi olan, hepsini birleştiriyorum. 2011’de davası açılsaydı, 2017’deki fezleke ile birleştirilebilir miydi? Hayır. Yargılanacaktım, bitecekti. Dokunulmazlığımın varlığı aleyhime kullanılmış. “Suç işleme isnadıyla hareket edildiği için çok sayıda fezleke oluştu” diyemez. Dokunulmazlık nedeniyle birikmiş, birleştiremezdiniz. Bunu yapabilmenizin nedeni dokunulmazlığın varlığı, 10 yıl sonra hakkında dava açılabilmiş. Bu da usule, dokunulmazlığın ruhuna aykırı. Savcı, iddia makamı dokunulmazlığımı aleyhime bir unsur olarak kullanmıştır. Bundan dolayı bu birleştirmeler usule de adli yargılanma ilkesine de aykırı.

Avukat arkadaşlarım hatırlattı; Kars Milletvekilimiz Ayhan Bilgen de 6-8 Ekim fezlekesinden dolayı tutuklandı, 8 ay tutuklu kaldı. Kendisine fezlekede isnat edilen suçlama ve sevk maddesinden tutuklama yapıldı, ama iddianame örgüt üyeliğinden düzenlendi. Ve Diyarbakır’daki üst numaralı mahkeme yeni bir suç isnadı yöneltilemeyeceğine dair ara karar verdi. Ve Ayhan Bilgen’in tahliyesi öyle gerçekleşti. “Sen hakkında örgüt üyeliği fezlekesi olmayan bir milletvekilini örgüt üyeliği ile yargılayamazsın” dedi Diyarbakır’daki mahkeme. 6-8 Ekim, 2911’e göre yargılayabilirsiniz, suçlama da buna dair olabilir. Yeni bir suçlama olacaksa, yeni bir fezleke ve yeniden dokunulmazlığın kaldırılması gerekir.

Hukuki yanlışlıklarıyla birlikte kabul edilmiş bir iddianamedir

Kovuşturma süreci ile ilgili iddianameyi mahkeme kabul ederken, dünden bu yana anlatmaya çalıştığım usulsüzlükleri, yasa dışılıkları, politik yönleri hiçbir şekilde tartışmadan iddianamenin eksiklerini, hukuka aykırılıklarını gözetmeden kabul etti. İddianamenin kabulü aşamasında mahkemelere 15 gün tanınıyor. Bu süre zarfında sanık ve sanık vekilleri sürece dahil olamıyor. İddianame neye aykırı, neye uygun, göremiyorsunuz. Gizlilik kararı var. İddianamenin kabulüyle birlikte gizlilik kararı kalkıyor, ondan sonra görebiliyorsunuz. İddianameye dair söz söylemek soruşturma aşamasında mümkün olamıyor. Kovuşturma aşamasının başlangıcında da bizler itirazda bulunamıyoruz. Yani “mahkeme iddianameyi kabul etmeden şunlara dikkat etsin, şunları gözetsin” deme şansımız olmuyor. Mahkeme iddianameyi kabul ederken savcının gönderdiği tüm belgeleri, hiç tartışmadan, yeni değerlendirmeye tabi tutmadan, “şurası yanlış, eksik” demeden olduğu gibi kabul ediyor. Önünüzdeki iddianame tüm hukuki yanlışlıklarıyla birlikte kabul edilmiş bir iddianamedir.

YSK referandum tarihini belirledikten sonra ilk duruşma tarihi belirlendi

Şuna özellikle dikkat edildi iddianamenin kabulüyle birlikte, duruşma gününün belirlenmesi. Anayasa değişikliği biz tutuklanır tutuklanmaz parlamentoya sunuldu. Soruşturma aşamasında Meclis çalışmaları sürdü. Anayasa değişikliği parlamentoda şekillenirken kovuşturma aşamasına geçildi. İddianame kabul edildi, dava açıldı. Gün verilmesi beklenirken ilginç bir şekilde belirlenmedi, YSK referandum tarihini belirleyinceye kadar. YSK referandum tarihini belirledi 16 Nisan, beni yargılayacak mahkeme duruşma tarihi belirledi; 28 Nisan. Referandumdan 12 gün sonra. Yani bu durumda bir ara kararla tahliye edilmezsem referandumu da içeride geçireceğim kesinleşti. Bütün duruşmalar referandumdan sonraya verildi.

Tesadüfi tarihler değil

İlk duruşmamın tutuklanmamdan 7 ay sonraya verilmesi normal bir durum değil. Bir milletvekilini gece yarısı evini basıp alıyorsunuz. “Hemen yargılamamız lazım” diyorsunuz. Ee yargılayın. Neden 7 ay sonraya gün veriyorsunuz? Bunlar adil yargılama konusunda, siyasi baskı konusunda şüphe uyandırıyor. Bunlar tesadüfi tarihler değildir.

Referandum döneminde tahliye dilekçesi ilettim hala cevap yok

Referandum tarihi belirlendiğinde mahkemeye el yazımla dilekçe yazdım. Dosyaya el yazımla giren tek dilekçemdir. “Referandum tarihi belirlendi. Partimin parlamentoda grubu var. Böyle tarihi bir süreçte, Türkiye referanduma giderken tutukluluk halim Türkiye’deki siyasi dengeleri değiştirecek bir etki yaratır. Tutuklanmamın yargısal amaç dışında siyasi amaca hizmet etmesine yol açar. Tahliye talep ediyorum”. Bu minvalde bir dilekçe. Hala cevap vermiş değil mahkeme. Kabul, ret; cevap yok. O tarihten bu yana, 1 yıldan fazla zaman geçti, Demirtaş’ın tek tahliye talebi budur. Türkiye’de siyasi süreç belirlenirken dışarıda, partimin başında olmam gerekiyordu. Yargının da bunu gözetmesi gerekiyordu. “Böyle bir dönemde tutuklu olması yanlıştır, hemen savunmasını alacağız, tahliye durumunu değerlendireceğiz” demesi lazımdı. Yazılı dilekçeye mahkeme hala cevap vermiş değil. Buna bile tenezzül edilmedi. Oysa bu bir rica değil. Hakkımdır. Yokmuş gibi davranılamaz. Ama yokmuş gibi davranıldı.

Yargı referandum sürecine müdahale etti

Aleni bir şekilde yargı olarak referandum sürecine müdahale ettiniz. Benim ve partimin diğer etkili sözcüleri tutuklandı. Kampanya yürütemedik, miting yapamadık, televizyona çıkamadık, demeç veremedik. Referandum bu ortamda yürütüldü. Dışarıda da baskı altına alındık. Sözcülerin neredeyse tamamı tutuklandı. Bu nasıl bir tesadüftür ki, ilk duruşma da referandumdan sonraya, 28 Nisan’a verildi. 28 Nisan’da duruşmaya mı çıktık? Hayır, işte dün çıktık ilk duruşmaya. Anlaşılıyor ki, referandum tatmin etmemiş. Bıçak sırtı, bir sonraki seçimler de kritik, ayarlama yapılacak. Yoksa Selahattin Demirtaş böyle bir dosyadan dolayı nasıl bu kadar tutuklu kalabilir? Nasıl 15 ay 10 gündür hakim karşısına çıkarılmadan cezaevinde tutulabilir? Nasıl bir milletvekili 15 ay boyunca sorgusuz sualsiz, evi basılarak alınmış, “Acelemiz var, gel seni yargılayacağız, ifadeni alacağız denilmiş ve bir milletvekili 15 ay 10 gün sonra ilk defa dosyanın açıldığı yerden başka bir mahkemede ifade vermiş.

Bunların hepsi siyasi tezgahlar, siyasi oyunlardır. Soruşturma aşamasının, kovuşturma aşamasının izlenimleri budur, bende yarattığı izlenim budur. Dün de belirttim, adil yargılanma ile ilgili, öncelikle sanık ne hissediyor, o önemlidir. Sanığın adil yargılandığına göre bir hissiyatının oluşması lazım. Çok az insan suçunu kabul eder. Cezaevlerinde böyledir, tek bir suçlu bulamazsınız. Herkes masumdur. Doğrudur, herkesin hissiyatı farklıdır. Ama herkes mahkeme önünde adil yargılandığını hissetme hakkına sahiptir. Görsel, şekilsel, içerik, usul yönünden, davranış yönünden, her yönüyle. Bu, defalarca içtihatlara yansımıştır. Hukuk fakültelerinde bize öğretilmiştir.

Ben adil yargılandığıma, yargılanacağıma dair şu kadar hissiyata sahip olsaydım samimiyetle söylüyorum hatırınızı kırmazdım. Derdim ki, adil yargılanacağımı hissediyorum. Sıfır. Sıfır bir adil yargılanma duygusu içerisindeyim. Çünkü yapılanlar –bana göre- yapılacakların garantisi gibi görünüyor. Çünkü dosya yönlendirildi ve önünüze geldi. Siz, “Biz adil yargılayacağız kardeşim” deseniz de bu dosyayla, oluşturulmuş bu algıyla adil yargılayamazsınız. Adil yargılama imkanını bitirdiler. Bunu yarattılar. Bitti. İlga edildi. Düzeltilemez. İddianame, kovuşturma ve soruşturma (3-4 saniye anlaşılmıyor) bu ne kadar adil yargılamaya dönüşür, bilemem. Fakat adil yargılanma hakkım ihlal edildi, bitti. Bunu, ileride mahkeme kararlarıyla göreceğiz. Hangi mahkeme bilemem. Umarım iç hukukta sonucunu alırım.

Yargı huzuruna çıkanlar oldu. Mesela Grup Başkanvekilimiz İdris Baluken, yanılmıyorsam benden birkaç gün önce duruşmaya çıktı, Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıktı. Savunmasını yaptı ve tahliyesine karar verildi. İdris Baluken tahliye edildi. Savunması alınmış, kaçma şüphesi yok, delilleri karartma şüphesi yok. Bunların hepsini takdir etmiş mahkeme ve “tahliyesine” demiş. 18 gün parti çalışmalarına katıldı, grup toplantılarına katıldı, parlamento çalışmalarına katıldı. Kendisi hekimdir, ama sağlık sorunu vardır, küçük bir ameliyat geçirdi, içerideyken de zorlanmıştı.

18. gün, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı tahliyeye itiraz etti. Tam 18 gün sonra. Usulde böyle bir şey yok. Tahliye kararlarına savcı tarafından itiraz edilmez. Böyle bir yetkisi, hakkı yok. Bugüne kadar Türkiye’de örneği görülmemiş. Bunu denetleyecek bir mercii yok çünkü. Mahkemenin aldığı ara karar kendi sanığının, kendi dosyasının hakimi olduğu dosyadır. Sanığı yüz yüze görmüş olan, mimiğini, jestini, hareketini, tavrını, davranışını, savunmasını bire bir dinlemiş olan, hakimin kendisidir. Ha, yine tutukluluk der. Ama tahliye önemli bir karardır, özgürlüğe dairdir. Önemli bir takdir yetkisidir. Kişisel olarak kullanılır. Yani sadece o yargılamayı yapan heyet önemli ölçüde buna vakıftır. Bunun dışında da tahliye kararları verilir. İtirazla üst mahkemede vs. Ama en doğru tahliye kararını her zaman ilk derece mahkemesi verir. Bu nedenle savcılara, tahliyeye itiraz usulü CMK’da tanınmamıştır. Çünkü tahliye, lehe bir karardır. Lehte karara karşı, sanığı korumak adına, savcılara, iddia makamına bu tür yetkiler tanınmamıştır.

(BURASI DUYULAMADI.)

İlk defa İdris Baluken dosyasında icat edildi. CMK’da olmayan, bugüne kadar uygulaması görülmemiş bir şeyi Diyarbakır Başsavcısı yaptı. 18 gün sonra. Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını yanılmıyorsam üst mahkeme 1. Ağır Ceza Mahkemesi bozdu. Yargı tarihinde ilk defa önemli bir durumla karşılaşılıyor. Neye göre karar verecek? Savcının böyle bir hakkı yok. Hakkı varsa bunun bir süresinin olması lazım. Çünkü ara kararlara itiraz bildiğim kadarıyla bir haftadır. 18 gün geçmiş. Usulden mi reddetse, usule mi geçmiş, bir şeye dayanması lazım. Fakat CMK’da yok ki ona dayansın. Böyle bir uygulama yok. Böyle bir kanuni dayanak yok. Hakimin yapması gereken, bir cümleyle şu olmalıydı, ki Sincan Ağır Ceza Mahkemesi bir IŞİD’linin tahliyesine müdahil tarafın yaptığı itirazda bu kararı verdi. Dedi ki, sanığın tahliyesine itiraz edilemez, böyle bir müessese yoktur. Ve üst mahkeme reddetti. Daha doğrusu, kararı veren mahkeme böyle bir usul yoktur deyip üst mahkemeye göndermedi bile. Ama Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi, milletvekilimiz İdris Baluken’in tekrar tutuklanmasına karar verdi. Neye dayanarak? Hangi yasa? Belirtmiyor.

Beni yargılayacak heyet de aynı heyet. Dolayısıyla beni yargılayacak mahkemenin, heyetin iradesi kırıldı zaten. 28’inde ben duruşmaya çıkacağım, benden birkaç gün önce İdris Baluken yargılandı.

Beni yargılayacak mahkeme de, 8. Ağır Ceza Mahkemesi, bunun üzerine Diyarbakır’da güvenlik yok ben Demirtaş’ı yargılayamam dedi. Aslında o güne kadar öyle bir şey yoktu. Diyarbakır’a götürülmem bekleniyordu. Hatta öyle ki, Hakkari milletvekillerimiz, Hakkari’de güvenlik yok diye Diyarbakır’a nakledildi dosyaları. İdris Baluken, Bingöl’de açılmış dava, “güvenlik yok” diye Diyarbakır’a nakledilmiş, orada yargılanıyor. Benimki Diyarbakır’da, güvenlik yok diye Ankara’ya naklediliyor. Ne zaman? İdris Baluken’in tahliye kararına müdahale edildiği zaman. O heyet öyle tahmin ediyorum ki...

(BURASI DUYULAMADI.)

Heyetin başına gelenleri anlatmaya çalışıyorum. Ya bu nasıl bir anlayıştır. Yargı kararını versin. Soruşturma zaten kötü yürütüldü. Bari kovuşturma aşamasında. Kimse hakime telefon açıp şunu yap, bunu yap diyemez. Nasıl baskı oluşturacak, böyle. Kamuoyu baskısı, kararlar üzerinde baskı. 8. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, kendi sanığını tahliye ederken, bu kadar mı vasıfsız, bu kadar mı niteliksiz bir ekipti ki, komşusundaki 1. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi, hayatında yüzünü görmediği sanık için “hayır sen yanlış karar vermişsin bunun tutuklanması lazım” diye karar veriyor. Ben olsam incinirim. Benim kararlarım denetime tabi olsun da, tahliye kararına itiraz usulü yok kardeşim, nasıl bunu yaparsın.

Hakimi resmen hiçleştirmektir bu. Baluken kararı bunun önünü açtı. Aynı karar Ferhat Encü dosyasında uygulandı. Siirt vekilimiz Besime Konca tahliye edildi, aynı dereceli mahkeme tahliye kararını kaldırdı. Ayhan Bilgen, Meral Beştaş, aynı akıbete uğradı. Fakat sonra ortaya çıktı ki, birileri her halde “yasayı ihlal ediyoruz, suç işliyoruz” diye düşünmüş olacak ki, en son KHK’ye Cumhuriyet Savcılığı’na mahkemenin verdiği tahliye kararına itiraz usulü kanuna konulmuş, eklenmiş oldu. Şimdi bundan sonra yaparlarsa OHAL KHK’sine dayanarak, onlar da sonuçta Anayasa’ya aykırıdır, ama yasal dayanakla yapacaklar. CMK’de o olmadan ağır suçlar işlediler milletvekillerine karşı.

IŞİD’liler elini kolunu sallayarak tahliye olurken, müdahil tarafın yaptığı itirazlar usulde böyle bir şey yok denilerek reddedilirken, milletvekillerimiz halen tutuklular içeride. Milletvekilliği devam ettiği sürece hükümlülüğü devam ettirilemez. Tutuklular, sorguya çekilir vs., ama hüküm infaz edilemez. Ne zaman? Milletvekilliğinin düşmesi lazım. Nasıl? Ya hükümlülük parlamentoya tebliğ edilir, okunur ya da dönem sonunu beklersiniz bir daha milletvekili seçilmez, milletvekilliği düşer. Üyelik sıfatı varken siz onu cezaevine koyamazsınız.

Çünkü Anayasa şunu düşünmüş, demiş ki, ‘Bir milletvekilinin cezası kesinleşse bile o milli iradenin temsilcisidir, önce bir parlamentoya sorulsun, onu cezaevine koymadan önce. Parlamento eğer vekilliğini düşürürse infaza geçirsin, düşürmezse dönem sonu beklensin.’ ‘Kesinleşmiş hükümde bile onu cezaevine koymayın’ diyor Anayasa. Bırakın tutuklamayı. O kadar rahat tutuklamalar yaptınız ki. Şu anda ben hüküm giysem derhal serbest bırakılmam lazım. Bekleyeceksiniz benim vekilliğim düşsün. Yani hükümle birlikte yüzde 100 tahliye edilmem lazım. Düşünün tuhaflığı, garipliği. Hüküm kesinleştiği zaman otomatikman bin yıl da ceza alsam anında tahliye edilmem lazım. Derhal çıkmam lazım vekilliğim bitecek, tekrar geleceğim cezaevine. Ama siz tutuklamayı rahat uyguluyorsunuz. Bırakın hükmün infazını.

Peki ne yapıldı? Besime Konca ve Ferhat Encü tutukluyken ceza aldılar, biri 2 yıl biri 3 yıl. BAM’a gitti hızla onaylandı. Bu süre zarfında hemen çıkmaları gerekiyordu. 5 ay hükümleri, kendileri milletvekiliyken infaz edilmeye devam etti. En son parlamentoda Genel Kurul’da okutup arkadaşlarımın vekilliğini düşürdüler. Kovuşturma aşamasının tamamında hem bana hem arkadaşlarıma yaklaşım soruşturma aşamasından farklı olmalı.

İlginç bir örnekle bitireyim. Geçenlerde Diyarbakır’da bir öğretmene, imam hatipti yanılmıyorsam, kız öğrencisine taciz suçlamasıyla dava açıldı. Öğretmen kendisi. Tek bir gün gözaltına alınmadı. 4.5 yıl verildi, tutuklanmadı da. Yapılsın demiyorum, kişi özgürlüğü önemlidir yani. Gerçekten masum da olabilir. Fakat taciz ve tecavüzde ceza almış birisinin hükümle birlikte tutuklanmasına karar verilmedi.

Fakat Siirt Milletvekilimiz Besime Konca, tutukluyken 2 yıl ceza aldı, tahliyesine karar verilmedi. Geçmiş dönemde de 5 yıl yatmıştı. Henüz dosyadan da kesinleşmiş bir şey olmadığı için 5 yıl alacağı var yani. Mahsup yapıldı da öyle çıktı. Yargının bize karşı bu yaklaşımı doğru değil. Çok inciticidir. 4.5 yıl bir tecavüzcüye ceza veriyorsun, tutuklamıyorsun, eline kolunu sallayarak çıkıyor. Eyvallah çıksın da, bir milletvekiline 2 yıl ceza veriyorsun, tutukluluk halinin devamına diyorsun. Besime Konca milletvekilimiz mahsuben çıkıyor. Durum budur. Bir mola verelim, sonra devam ederiz.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 5.bölümü". hdp.org.tr. 15 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

VI. Bölüm[değiştir]

Ağır Ceza Mahkemesi’nde güvenlik yok, bir kat aşağıda var

Soruşturmanın açıldığı, kovuşturmanın yapıldığı yerde yargılanmak esastır. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı bir şekilde kendini yetkili gördü. Neye dayanarak gördü bilmiyorum. Fakat 31 fezleke, birçoğu farklı şehirlerde, 12–13 farklı şehrin başsavcılık bölgesini ilgilendiren fezlekeyi Diyarbakır’da birleştirmeye karar verdi. Kendini yetkili görerek esas soruşturmayı ben yaparım dedi. Yakalama kararını da, tutuklama kararını da Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı yaptı. Dolayısıyla yargılandığım yerin Diyarbakır olması gerekirdi. Hem delillere ulaşmam açısından, hem de savunmam açısından Diyarbakır’a yakın bir yerde en azından tutukluluğu geçirmem gerekirdi.

Fakat bu davada asıl olan gerçeğin ortaya çıkarılması olmadığı için hiçbir somut gerekçe sunulmadan, daha önce Yargıtay’ın bozma gerekçelerinde de belirtildiği gibi, güvenlik gerekçesiyle nakil yapılması gerekiyorsa somut gerekçeler gerekir, soyut gerekçeler olmaz. “Güvenlik sağlanamıyor” değil. Sel mi var, doğal afet mi var? Gene bu kararın şahsileştirilerek, benimle ilgili şahsilik kurularak verilmesi gerekirdi. Ne Yargıtay’ın, ne Bakanlığın, ne de talepte bulunan Cumhuriyet Başsavcılığının ikna edici, açıklayıcı bir gerekçesi yok. Gene şablon. Sadece ilgili yasa maddeleri yazılarak davanın nakline karar verildi. Bu tabii ki davanın kovuşturma aşamasında uzamasına neden oldu. Çünkü nakil kararı verilmeseydi, yargılanmam 28 Nisan’da başlayacaktı. Nakil kararıyla birlikte benim hakim karşısına çıkmam belirsiz bir tarihe uzamış oldu.

Peki, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi beni, yargılamayı güvenlik gerekçesiyle reddedip dosyayı buraya gönderirken, Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemeleri ne yaptı? Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemeleri de Edirne Cezaevi’nden Diyarbakır’a getirilmem konusunda yazı yazdılar. Çünkü Asliye Ceza Mahkemelerinde 299’dan, 301’den açılmış davalar var. Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemeleri duruşmada bulunmam konusunda yazı yazdı. Bu defa Edirne Cezaevi “getirirken güvenliği sağlayamayız” dedi. Diyarbakır’da güvenlik problemi yoktu. Aynı tarihlerde Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi, Edirne Cezaevi’ne duruşmada bizzat bulunmam için yazı yazdı. Edirne Cezaevi duruşma gününden bir gün önce, “yol güvenliğini sağlayamayız” dedi. Tutuksuz olduğum dosyalarda yüz yüze yargılanmam yapılamaz hale geldi. Yani aynı adliye binasında ağır ceza mahkemesinde yüz yüze yargılanmam için güvenlik yok, bir kat aşağıdaki asliye ceza mahkemelerinde güvenlik problemi yok. Duruşma günleri de çok yakın.

Gerekçe yargı mensuplarına “gözümüz üzerinizde” demek

Bu da gösterdi ki, gerekçe güvenlik değil. Gerekçe dosyayı baskı altına almak, yargılama sürecini uzatmak, tutukluluğu fiilen cezaya dönüştürmek, fiilen cezaya dönüşen tutuklulukla birlikte kamuoyu algısını güçlendirmek. “Bir kişi suçlu değilse bu kadar tutuklu kalır mı” algısını güçlendirmek ve yargılama makamı üzerinde yürütmenin otoritesinin ne kadar güçlü olduğunu, davaların nakli süreciyle halen bu konuda Orwell’in 1984 romanındaki gibi “gözümüz üzerinizde” mesajını iletmek, yargı mensuplarının tedirgin olacağı şekilde “biz buradayız” demektir. Bu kararın anlamı budur. Bu da adil yargılanma ilkesinin ihlalidir.

50 klasörde AİHS’ne tek bir atıf yok

Şimdi adil yargılama ilkesi mahkemelerinizde çok az gözetilen bir şey. Bu konuda çok duyarlı hakim ve savcılara tanıklık ettim hem meslek hayatımda hem sanıklık hayatımda. Adil yargılanma gerçekleşmiyorsa, onun adı yargılama değildir. Adil yargılanma, yargılamanın var olmasının nedenidir. Adil olacaksa onun adı yargılama olur. Anayasa Mahkemesi’nin kararları, Anayasamızın kendisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye’de herhangi bir kurumun tüzüğünden ya da Bakanlığın yayımladığı alelade bir yönetmelikten daha değersiz ele alınıyor.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi iç hukukun üstündedir. Çelişki, çatışma olduğu zaman AİHS maddeleri iç hukuktan üstündür. Fakat soruşturma makamının da kovuşturma makamının da tek bir ara kararında AİHS’ne tek bir atıfta bulunduğunu görmedim. 50 klasör var önünüzde, AİHS’ne tek bir atıf bulamazsınız. Onu savunma makamı bulmak, yargılama makamını da ikna etmek için uğraşmak zorunda. Sanki AİHS avukatlar için kabul edilmiş bir sözleşme. Kabul ettirebilirseniz, kabul ettiremezseniz geçerli olmayan bir sözleşme gibi. Oysa AİHS, sizler uygulayın diye, yargılayan makam uygulasın diye kabul edilmiş bir sözleşme.

Davanın nakli açık bir siyasi müdahale

Dolayısıyla güvenlik nedeniyle bir dosyanın bir yerden başka bir yere nakli gerçekleşecekse AİHM’in bu konudaki içtihatlarına da bakmak lazım. AYM’nin içtihatlarına bakmak lazım, ki AYM son zamanlarda AİHS’ndeki bireysel hakları da koruyor. Onun da içtihatları AİHM içtihatları gibidir. Güvenlik gerekçesiyle nakil, adil yargılama meselesidir. Güvenlik meselesi değildir. Gerçekten de yargılama, sanığın, heyetin, kamunun güvenliği açısından çok somut bir tehdit ve tehlike oluşturuyorsa, çok istisnai durumlarda gerekçeleri somutlaştırarak ikna edici bir şekilde ortaya konmalı ki, dava nakledilsin. Bunun dışında bir gerekçeyle dava nakledilmişse adli yargılama olmayacak demektir. Çünkü bu açık bir siyasi müdahaledir. Sanığın, hatta dosyadaki müdahilin, müştekinin, kim varsa hepsinin hakkı ihlal edilmiş demektir. Soruşturmayı başlatan yetkili hangi yargı bölgesiyse, orada başlayıp orada bitmesi lazım. Benim Diyarbakır’dan Ankara’ya dosyamın niçin nakledildiğine dair hiçbir ikna edici gerekçe yoktur. Ama siyaseten ikna edici çok şey var. Az önce de belirttim; yargılamanın uzatılması, heyetlerin baskı altına alınması. Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi İdris Baluken’le ilgili tahliye kararı verdi ve gerekçesinde seçme seçilme hakkına atıf yaptı, önemli bir karardı. Doğru ve cesur bir karardı. Yine yargılar, başka tedbirler alır, ama milletvekilinin temsil, yasama ve denetleme hakkını engellememiş olur.

Herkesin tatmin olacağı bir yargılama olmalı

Bunun ortaya çıkmasıyla birlikte bazı nakil süreçleri başladı. Figen Yüksekdağ, Aysel Tuğluk, Ayhan Bilgen’in, Meral Danış Beştaş’ın dosyalarında nakil süreçleri başladı. “Güvenli değil, oradan oraya alınsın” dendi. Bizler tabii ki, hızlı yargılanmak, hızla yargı sürecinin sonlanmasını isteme hakkına sahibiz. Ama tek başına hızlı yargılanma adil yargılanma değildir. İçinize sindire sindire, herkesin tatmin olacağı bir yargılama olmalı ki, ortaya çıkan hükümden ben de vicdanen rahat olayım. Kararı veren heyet de ve en önemlisi kamu, halk vicdanen rahat olsun. “Evet, bu yargılama gözümüzün önünde gerçekleşti, çıkan karar da adildir” demiş olsunlar. Mahkeme şu aşamaya kadar bu konuda da “biz burada yargılıyoruz, ama Sıhhiye’de bile yargılayamıyoruz. Ankara’nın dışında başka bir ilçede yargılıyoruz. Bu bile ihlaldir” demedi.

Yasin Börü davasıyla birleştirilme nedeni siyasi rant elde etmektir

Kovuşturma aşamasındaki bir başka açık ve ağır ihlal Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan Yasin Börü ve diğerleri dosyası ile benim dosyamın birleştirilmesi konusundaki ısrardır. Öylesine bir panikle ve telaşla yapılmıştır ki, kararlara da yansımıştır. Bir defa ihsası reyde bulunarak, beni suçlu ilan ederek, sanık sıfatımı da unutarak, “Selahattin Demirtaş’ın azmettirme suçunu işlediğinden, dosyanızla bağlantısı olduğundan” diye bir yazı var. Biz bu yazıyı yazan başkan hakkında da suç duyurusunda bulunduk, tabii ki reddedildi. Fakat tabii ki, mahkemenin yetkisindedir, birleştirme isteyebilir. Biraz önce anlattım, birleştirilmesi gereken hiçbir dosyayı birleştirmemiş mahkeme, benim milletvekili arkadaşlarım, MYK üyelerim, ortak fezlekelerimiz, ortak açıklamalarımız; hiçbiriyle birleştirme yapılmamış, ama bu dosyayla özel bir ilgi gösterilerek özel bir bağ kuruluyor. Bunun da nedeni 6-8 Ekim fezlekesinde daha detaylı anlatacağım; bu dosyada siyasi rant elde etmektir. AKP’nin beklentisi budur. Demirtaş’ı o dosyada sanık haline getirmektir.

Dosyam niye 6-8 Ekim’de katledilen diğer Kürt kardeşlerimizin dosyasıyla birleştirilmiyor

Çünkü kamuoyuna hep böyle anlattı: “O bunun hesabını verecek, 54 Kürt kardeşimi, Yasin Börü kardeşimi katletmenin hesabını verecek”. Verecek de böyle bir suçlama yok. Ne olacak, o halde dosya birleştirilecek. İlla o dosyada sanık olacaksın. Kendisi çünkü açıklamalarında ısrarla belirtti. Recep Tayyip Erdoğan, “Teröristtir, 54 Kürt kardeşimin katilidir” dedi. Peki, 54 Kürt kardeşinin katiliyim de, niye sadece Yasin Börü dosyasıyla birleştirme kararı alınıyor. Niye 6-8 Ekim’de katledilen diğer Kürt kardeşlerimizin dosyasıyla birleştirilmiyor.

“Bu mu seni azmettirdi” diye yüzleştirin beni

Yasin Börü dosyasında benim azmettirici olduğuma inanılıyorsa, benim 6-8 Ekim olaylarındaki bütün cinayetlerle, bütün katliamlar ve yağmalarla ilgili mutlaka birleştirilmesi gerekiyor. Mahkemeniz neden sadece o dosyayla ilgili yazı yazıyor, ısrar ediyor, re’sen karar alıyor, “birleştirdim” diyor. Kanun bozmasıyla tekrar dosya mahkemenize geri geldi. Yoksa 2. Ağır Ceza Mahkemesi ile birleştirilmiş olacaktı. Diğer katledilen yurttaşlarımızın günahı ne? Ben gerçek suçluysam, asıl azmettirici failsem, niye diğer dosyalarla birleştirme yapılmıyor? Niye İzmir’deki, Antep’teki dosyalarla benim dosyam birleştirilmiyor da, mahkeme tek bir talepte bulunmuyor da, neden Yasin Börü ve diğerleri?

Tabii ki önemli, Yasin Börü önemsizdir diye demiyorum. Katledenler tümüyle ortaya çıkmalı, adil bir yargılama sonucunda gerçekler ortaya çıkmalı. Fakat diğer yurttaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı değil mi? Aralarında hiçbir siyasi partiye mensup olmayanlar var, güvenlik güçleri var. Neden bu insanların canı bu kadar ucuzmuş gibi davranılıyor? Gerçekten önemseniyorsa, Yasin Börü dosyasında hakikatin ortaya çıkarılması önemsensin, çok iyi. Ama 6-8 Ekim’de yaşananlar sadece bu değil ki. Binlerce dosya var 6-8 Ekim’le ilgili.

Gasptan yağmaya, yaralamadan öldürmeye kadar binlerce dosya var. Hepsiyle benim dosyam birleştirilsin o halde. Yazın yazıyı, hepsini taşıyın, ben azmettirici miyim değil miyim ortaya çıksın. Onların sanıklarına da soru sorun. Bu mu seni azmettirdi diye yüzleştirin beni.

Ama mahkemeniz ısrarla, 2 defa üst üste yazı yazarak birleştirme istedi 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nden. 2. Ağır Ceza Mahkemesi birleştirmeye uygun görmeyince re’sen karar alıp birleştirmeye karar verildi. 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunu kabul etmeyerek dosyayı iade etti. Dava bitmiş oldu. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi birleştirmenin uygun olmadığına nihayetinde karar verdiğinde, aradan 1 yıl geçmişti. 1 yıl boyunca sizler bu yazışmaları yaptınız, birleştirmeye çalıştınız. Ben o sırada Edirne’de savunma yapmayı bekliyordum. Bana bir şey soran yok. Ama gıyabımda ve aleyhimde yapılabilecek her türlü şey devam etti. Bu yüzden adil yargılama olamayacağına kanaat getirdim. Yoksa yargıya karşı bir önyargımdan kaynaklı değil. Benim dosyam da, diğer HDP’li yöneticilerin dosyaları da bir araya geldiğinde ortaya çıkan kanı budur. Nitekim temelsiz bir kanı da değildir.

3 ay mahkeme kararı olmadan tutuklu kaldım

Mahkemeler tam 3 ay boyunca tutukluluk denetimimi yapmadılar. Zorunlu olan, 30 günde bir dosya üzerinden yapılması gereken denetimler 3 defa üst üste yapılmadı. Ben 90-100 güne yakın ortada mahkeme kararı olmaksızın tutuklu kaldım. Tutukluluğumun devamına karar verdiniz, ama bunu yenilememiştiniz. Demek ki, tutukluluğun denetimi işlemi o kadar önemsenmeyen, gereksiz, katibe, “geçen ay ne yazmışsak onu yaz” şeklinde yaptırılıyor ki, 3 ay boyunca bu da unutuldu. 3 ay boyunca mahkemeler arasında dosyalar gidip gelirken Selahattin Demirtaş tutuklu mudur, ne yaptık diyen olmadı. 102 gün bu şekilde sürdü. Tamam tutuklandım da, dosyada değişiklik var mı diye hakimin bakması lazım. Bir milletvekili tutuklamışsınız, sıradan bir insan da değil. Hakkımdaki suçlamalar ne olursa olsun tutukluluk bir tedbirdir. Bu tedbiri uygulamaya devam edelim mi etmeyelim mi? Kanun bu konuda amir bir hüküm koymuş, inisiyatif bırakmamış. 30 günde bir bakabilir dememiş, bakar demiş. Bunu yapmayan görevini ihmal etmiş olur. Mahkemeniz 3 defa, üst üste bunu yapmadı. İtirazlarımız oldu buna da, verilen kararlar klasik şablon ret gerekçeleri şeklinde oldu.

Neden darbecileri yargılayan mahkeme?

Beni ilk yargılaması gereken heyet siz değildiniz. Bildiğim kadarıyla mahkemenizin iki heyeti var. Biri Ankara’da görülmekte olan darbecilerin yargılandığı dava, iş yoğunluğu nedeniyle bildiğim kadarıyla başka dava da alamıyor. Tutanağa geçsin diye söylüyorum. Çünkü yoğun bir tempo ile çalışıyor, yüzlerce sanıklı karmaşık, tarihi dosyaları var. Dolayısıyla mahkemenin bir heyetinin münhasıran bu dosyalarla ilgilenmesi çok makul. Ona yoğunlaşması, o dosyada uzmanlaşması, seri yargılama yapabilmesi açısından çok makul.

Fakat Selahattin Demirtaş neden bu heyetin yargılama takvimine dahil edildi. Normalde benim bildiğim diğer heyetiniz beni yargılıyor olmalıydı. Burada da bir müdahale olduğunu düşünüyorum. Sizler bu kararı vermiyorsunuz, Adalet Komisyonu yapıyor bunu. Burada da siyasi müdahale olduğunu düşünüyorum, mahkemenizin ne karar vereceğinden bağımsız olarak. Neden müdahale ediliyor? Diyarbakır 8. Ağır Ceza’ya müdahale edildi. Yer yönünden müdahale edildi, güvenlik gerekçesiyle müdahale edildi, Ankara’ya geldi 2. Ağır Ceza’ya birleştirilmesi için müdahale edildi, 2. Ağır Ceza Kabul etmedi, tekrar 9’a geldi, bu defa başka bir heyete, yoğun bir heyete, darbe yargılaması yapan, iş yoğunluğu olan bir heyete verildi. Heyet de 3 ay sonrasına gün verdi. 3 ay sonra getirilmeme karar vermediğiniz için, SEGBİS’le çıkmadım, avukatlarım dosyaya giremediler, yine 3 ay sonrasına gün verdiniz. Niye? Darbe yargılamalarımız var dediniz, yoğunluğunuz vardı.

Sanık üzerinde bir toplu baskı oluşturma projesinin parçalarıydı

Bu süre zarfında ben sadece dosyanızla ilgili bir yargı faaliyetine muhatap olmadım. Hakkımda 102 fezleke var. Tutukluydum, fakat tutuksuz olduğum dosyaların tamamında tutuklu koşullarda yargılanmam dayatıldı. Ben sadece bu dosyada tutukluyum, ama yargılandığım dosyaların hepsinde tutuklu koşullarda savunma yapmak durumunda kaldım. Bu da, hakkımdaki soruşturmaların, davaların yoğunluğu da başka bir ihlaldir. Büyük bir kısmı beraatle, düşmeyle sonuçlandı. Ertelemeyle sonuçlandı. Ama bir kısmında yargılama hala devam ediyor.

Bunların tamamı yoğunluğuna bakıldığında, sanık üzerinde bir toplu baskı oluşturma projesinin parçalarıydı. 102 fezleke ile uğraşıyorum. Sağ olsun avukat arkadaşlarımızın desteği ve çabasıyla zar zor toparlayabildik savunmalarımızı. Onlarca klasör, 2-3 bin sayfa delil toplanması sadece sizin dosyanıza ilişkindir. Ama onlarca dava, yüzlerce soruşturmayla muhatap oldum. Bu da benim yüksek güvenlikli bir cezaevinde, bir hücrede tutulmam suretiyle savunmalarıma etkili bir şekilde hazırlanmamı engelleyen faktörlerden biridir. Halen de öyle. Emin olun çok etkili savunmalar hazırlayabilirdim, ama Türkiye’nin en uzak cezaevinde bir hücrede tutuldum ve çok sayıda davayla muhatap oldum. Bu süre zarfında partimin yönetimine katkı sunmaya çalıştım, parlamenter çalışmalara katkı sunmaya çalıştım, engellemelere rağmen. Bir adil yargılanma hakkı ihlali olarak tutanağa geçsin diye belirttim bunları.

Diğer partilerin milletvekillerinin tek bir gün duruşma salonunda arzı endam ettiklerini görmedik

137 milletvekili hakkında dokunulmazlık kaldırıldı. Bunlardan 55’i partime mensup. Diğer partilerin de milletvekilleri var, dokunulmazlığı kaldırılıp yargılanan. Bizler hangi gerekçeyle ilk savunmayı yapmaya gitmeyeceğimizi belirttik. Grup toplantısında açıklamıştım. Adil yargılama olacağına inanmıyorum, mutlak dokunulmazlığımız vardır, yargıya güvenmiyorum. 15 Temmuz öncesi yaptığım konuşmalar bunlar. Bunların hepsini haklı çıkaran gelişmeler oldu. Fakat diğer partilerin milletvekillerinin tek bir gün duruşma salonunda arzı endam ettiklerini görmedik. Çoğu yazılı beyanlarını gönderdiler ya da tek bir duruşma salonuna girip, hakkındaki bütün fezlekelerle ilgili, kendileri salonda kaldılar, hakimler giriş çıkış yaptılar. O şekilde bitirdiler savunmalarını, duyan bilen olmadı.

Diğer milletvekillerinin taciz, kaçakçılık davaları ne oldu, bilen var mı?

Ne oldu bu ihaleye fesat karıştırma, ne oldu bu gümrük kaçakçılığı, taciz, yolsuzluk rüşvet davaları ne oldu? Bilen var mı? Bilen yok. Ama HDP’li milletvekilleri ne oldu, bilen var. Tüm kamuoyu bunu bilsin, başka bir şey bilmesin diye ellerinden gelen her şey yapıldı. Diğer partilerin genel başkanları nasıl, nerede savunma yaptılar, bilen var mı? Hayır. Yazılı savunmalarını avukatları aracılığıyla gönderdiler. Soruşturma aşamasında kapatıldı, takipsizlikle sonuçlandı çoğu.

Hele Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları; o kadar politik davranıldı ki, darbe girişimi sonrası Cumhurbaşkanı çıkıp şunu dedi: “Hakkımda hakarete dair bütün davalarla ilgili hepsini geri çekiyorum. Bir istisna, HDP’liler hariç.” Oysa Cumhurbaşkanı’na hakarette, Cumhurbaşkanı’nın şikayeti geri çekmesi davanın düşmesine sebep olmaz. Ama düşürüldü. MHP Genel Başkanı’nın çok sayıda Cumhurbaşkanı’na hakaret dosyası var, bilen var mı?

Ben 8-9 tane Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanıyorum. Çok çok daha ağırını diğer muhalefet lideri söylemiş, ama 299’dan bir yargılaması duyulmadı. Çünkü kovuşturmaya yer olmadığı kararlarıyla bitirildi üstü kapatıldı. Olması gereken o. İsterse Cumhurbaşkanı da olsun, muhalefet liderleri en ağır şekilde eleştirirler. Hakarete varan şeyler olmadığı sürece. Hele siyasetçilerin birbirine karşı kullandıkları dil ve üslup Türkiye’de hiçbir zaman nezaket içinde olmadı. Yargının bu konuda toleranslı olması lazım. Vatandaşa hakaret edilemez. İyi de bizim hakkımızdaki davalar böyle devam ederken, milletvekillerimize 299’dan çok sayıda ceza çıktı. Biri onaylandı. O nedenle bize karşı yürütülen kovuşturma süreci ayrımcılık içeren bir şekilde yürütüldü.

Dokunulmazlıkların kaldırılmasına yakın HDP’li vekillerle ilgili [grafik gösteriyor] en üstte olan, kırmızı olan CHP milletvekilleri, sarı olan MHP, mavi olan AKP milletvekilleri, fezleke hazırlanma hızı ve sayısı. Şu grafiğin tırmanışa geçtiği yer 2016 Nisan. Mart’ta başlamış ve dokunulmazlığın kaldırıldığı 5 Mayıs’a kadar sayı 269’dan 510’a çıkmış. CHP vekilleriyle ilgili 133’ten 186’ya çıkmış. O iki üç ay içerisinde MHP ve AKP’de tek bir milletvekili tek bir fezlekeye muhatap olmamış. İnşallah kanunlara saygılı oldukları içindir. Ama bu grafik pek de öyle söylemiyor. HDP’nin hedefe konulduğunun grafiği budur, CHP’nin de küçük de olsa bir artışı söz konusudur.

Hırsızlıkla suçlanmak bir milletvekili açısından çok mu normal?

Parlamentoda mühür bozma, kaçakçılık, ihaleye fesat karıştırmadan 12 CHP’li, 7 AKP’li, 3 MHP’li milletvekilinin fezlekesi var. Şu anda yargılanıyor olmaları lazım, ama ne takip eden var, ne de basının gündeminde. Bunlar çok önemsiz suçlarmış gibi, ilgilenen bile yok. Görevi kötüye kullanmak; 14 CHP’li, 13 AKP’li, 2 MHP’li milletvekilinin fezlekesi varmış. Kamuoyu bizim kriminal suçlar dediğimiz, aslında Anayasa’nın 83/2 maddesindeki dokunulmazlığı, yani eylemsel olarak suç istinadı diyebileceğimiz nispi dokunulmazlığı ilgilendiren hiçbir suçlamayla ilgili hiçbir milletvekilline dair ne işlem yapıldığını bilmiyor. Biz Meclis’in soruşturmasını istedik, kabul etmediler. Meclis Başkanı’na yazı yazdık, cevap vermediler. Ne oldu bu fezlekeler? Bizim ne olduğumuz ortada. Hırsızlıkla suçlanmak bir milletvekili açısından çok mu normal. Kamuoyu rahatlıkla bunu içine sindirebiliyor mu? Hayır, sindiremez, ama kamuoyunun gözünden kaçırırsanız yokmuş gibi davranılır.

Biz HDP’li olduğumuz için bunlar bize yapıldı

Aleni bir ayrımcılıkla karşı karşıya kaldık. AİHS’nin 14’üncü maddesinin açık ihlalidir. Siyasi kimliğimizden dolayı ayrımcılık. Biz HDP’li olduğumuz için bunlar bize yapıldı. Diğer muhalefet partisi CHP de benzer bir baskı ile karşı karşıya kalırken, üçüncü muhalefet partisine hiç bir şekilde fezlekelerle ilgili benzer bir süreç yürütülmedi. Yargılamanın kamuoyuna açık olması lazım. Kamuoyu izlesin. Bunların hepsi saklandı, bize yönelik ayrımcılıkla geçiştirilmeye çalışıldı.

Tutuklama kararlarını katalog suçlara göre verdiniz. Birçok vekil hakkında kaçma şüphesi vs. tutuklama gerekçelerinde bunlar yoktu. Katalog suçlar açısından bakalım. Benim partimin milletvekillerine ayrımcılık yapıldı. Niye yapıldığı bilmiyorum. Partimin yetkili sözcülerini içeriye atmak için bir kumpas kurulduğu belli, fakat her halde amaç partiyi hem içeride hem dışarıda baskı altında tutabilmek için, partimin milletvekillerine karşı yargı farklı davranışlar içerisine girdi. Örneğin bir milletvekilim hakkında 55 tane fezleke var; yürüyüş, propaganda, suç ve suçluyu övme, 2911, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, üyelik. Hakkında 31 defa zorla getirme kararı verildi. Hakkında istenen toplam ceza da benim bu dosyadaki istenen toplam cezanın iki katı. Ne fezlekeleri birleştirildi, ne hakkında tutuklama kararı verildi. Doğru olan verilmemesi.

Amaç yürütmeye mesaj vermekti

Neden seçildi 12 milletvekili? Neden tutuklandı ilk etapta? Referandum öncesi HDP’nin sözcülerine yönelik bir operasyon olduğu ortadadır. Başka bir milletvekili, 3 fezlekesi var, zorla getirme kararı verildi hakkında. Bir başka milletvekili, hakkında çok sayıda fezleke olmasına rağmen bir defa zorla getirme kararı verildi. Bunlar tutuklama kararı verilmeyen HDP’li milletvekilleri. Bir başka milletvekilim, 6 fezlekesi var, bunların hepsi HDP milletvekilleri, örgüt üyeliğinden kamu görevlisine hakarete ve propagandaya kadar, toplam 6 tane fezlekesi var. Hakkında zorla getirme kararı dışında karar verilmedi yargılama da aksamadı.

Zorla getirme kararları yerine getirildi. Yargı kendi faaliyetini sürdürüyor. Bizimki bir politik tavırdı. Gerekçelerimizi açıkladık. Bunlar yargıyı tanımıyor dediler ve bunu gerekçe haline dönüştürdüler. Bunu sadece ben söyledim, tutuklu olan milletvekilleri söylemedi. Hiç biri kendiliğinden ifade vermeye gitmedi. Neredeyse tamamı tamamlandı, yargılama normal sürüyor. Yargıya bir zorluk çıkartılmadı. Amaç yürütmeye mesaj vermekti, yargı da bunu anladı. Tutuklama kararları vermedi. Bir başka milletvekilinin 13 fezlekesi vardı ve hakkında bir kez zorla getirme kararı verildi. Başka bir milletvekilim 13 fezlekesi var, hakkında 3 tane zorla getirme kararı verildi. 10 fezlekesi olan başka bir milletvekilim, üyelik de dahil 4 propaganda fezlekesi var ve şu ana kadar hakkında sadece bir defa zorla getirme kararı var.

Ayrımcılığın ayrımcılığı

Bunların soruşturmalarının ve fezlekelerinin içeriği de benim yaptığım neyse hepsinin aşağı yukarı odur. Konuşma dışında fezlekesi olan milletvekilim yok. Fakat bir milletvekilimle ilgili ağırlaştırılmış müebbet cezası isteniyor. Bir başka milletvekili arkadaşım hakkında yine ağırlaştırılmış müebbet ve zorla getirme kararı verildi. Beş milletvekilim hakkında 302’den fazla fezleke hazırlanmış ve hiç biri tutuklu değil. Demek ki, katalog suç olması milletvekilinin tutuklanmasını gerektirmiyor. Ankara mahkemelerinde de bu karar var, Van’da var, İstanbul’da var. Bu mahkemeler tutuklama gereği duymadılar. Bu milletvekillerimiz de ifade vermeye gitmediler; grubumuz almış olduğu AKP ve dokunulmazlığın kaldırılmasına ‘evet’ diyenlerin siyasi tezgahını teşhir etme tavrını sürdürdüler. Aynen bizim gibi. Ama ne bir gece evleri basıldı, gözaltına alındılar, tutuklandılar. Doğru olan buydu, yargısal işlem buydu. Bunun dışında bir yargılama tedbiri uygularsınız yasayı ihlal etmiş olursunuz. Tutuklanan HDP milletvekilleriyle ilgili yapılan işlem tam buna tekabül ediyor. Ayrımcılığın ayrımcılığı dediğim de budur.

OHAL ile alakası olmayan KHK’ler yürürlükte olduğu için savunma hakkım kısıtlanmış durumdadır

Kovuşturma aşamasında savunma hakkımın kısıtlanmasına engel olduğu için yayınlanan bazı KHK’lerde savunma hakkını kısıtlayan düzenlemeler yapıldı. OHAL’le alakası olmayan birçok konuda, 620 yasada değişiklik yapılarak KHK’lerle düzenlendi. CMK’deki savunma hakkını da ilgilendiren, duruşma usulünü de ilgilendiren bir çok madde KHK’lere eklendi. Türkiye’de şu anda hiçbir mahkeme KHK’nin her hangi bir maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğu için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaya cesaret edemedi.

AYM biliyorsunuz, CHP’nin başvurusunu usulden reddetti. İncelenemez dedi. Ama yerel bir mahkeme henüz götürmedi. AYM’nin geçmiş yıllarda verdiği kararlar vardı. Parlamentonun yaptığı işlerin başlığına değil içeriğine bakarım demişti. OHAL KHK’si demiş olması, Bakanlar Kurulu’nun buna KHK demiş olması, otomatikman bunu OHAL KHK’si kılmaz. İçeriğine bakarım. Gerçekten OHAL’i ilgilendiren hususlarsa, bunu denetleyemem, ama değilse bunu denetlerim dedi geçmiş yıllarda. İçine bakmadan ben zarfa bakarım. CHP’nin başvurusuyla ilgili ret verdi. Ama yerel mahkeme götürebilir. OHAL ile hiçbir alakası olmayan KHK’ler şu anda yürürlükte olduğu için savunma hakkım kısıtlanmış durumdadır.

Yine milletvekillerinin yargılanması özel bir usule tabi tutulmalıydı. Ülkemizde yok ama bazı ülkelerde çıkartıldı. Bizim ülkemizde milletvekillerine değil fakat bürokratlara ve bakanlara özel yargılama usulü var. Bazı bürokratlar son çıkan KHK ile birlikte Genelkurmay Başkanları da dahil olmak üzere, MİT müsteşarları, üst düzey yargı mensupları, bakanlar ya AYM’ye gidecek, Yüce Divan sıfatıyla yargılanacak ya da Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu’nda yargılanacak. Ama milletvekillerine dair yok. Yani halkın doğrudan seçtiği milletvekilleri sulh ceza hakimleriyle muhatap oluyorlar. Asliye mahkemelerinin yetersizliğinden değil. Milletvekilleri yargılaması çoğu zaman politik baskı oluşturur ve bu baskıları karşılamak ağır ceza heyetlerini zorlayabilir. Partim bir kanun teklifi de hazırladı, verecek. Milletvekillerinin de Yüce Divan sıfatıyla AYM’de yargılanması gerekiyor. Suçlama ne olursa olsun, çünkü başka bir türlü mahkemeler yürütmenin baskısından kolay kolay sıyrılamazlar. Türkiye bir yerde, böyle bir konjonktürde. AYM’nin kendisi bundan kolay kolay kurtulamıyor. Hükümet, kararlarıyla ilgili tanırım-tanımam açıklamaları yapıyor. Böyle bir ortamda bizlerin asliye, sulh ya da ağır ceza mahkemelerinde savunmaya, ifadeye zorlanmamız bu ortamın politikliği nedeniyle de adil yargılama hakkının kısıtlanmasıdır. Bir Genelkurmay Başkanı, bir MİT Müsteşarı AYM’de yargılanırken, milletvekillerine böyle bir düzenlemenin yapılmamış olması, politik baskıların adil yargılamayı etkilemesi önemlidir, bunu da tutanaklara geçmiş olayım.

Tahliye falan talep etmeyeceğim

Tabii ki, ben mahkemenizde ne şimdi ne de savunmam tamamlandığında tahliye falan talep etmeyeceğim. Tutuklama kısmını geçtik de, uzun tutuklulukla ilgili mahkemenizin ara kararlarında bile bugüne kadar değerlendirme yapmaması ilginç. Haksız tutuklama AYM tarafından son derece skandal bir kararla, esas girilerek, delil değerlendirilmesi yapılarak reddedildi. Haksız tutuklama yok denildi. Uzun tutuklulukla ilgili mahkemenizin ara kararlarında bile değerlendirme yapmaması, adil yargılanma ilkesinin ihlalidir. Uzun tutukluluk mahkemenize göre nedir, bunu tariflemeniz lazım. Bir milletvekili böyle bir dosyada ne zamana kadar tutuklu kalır, bunu tartışmanız, değerlendirmeniz lazımdı. İleriki aşamada bunların hepsi benim ve avukatlarımın yaptığı itirazların değerlendirilmemiş olması nedeniyle ihlal olarak dosyaya girmiş olacak. Bugüne kadar pratikteki uygulamalarda gördük ki, milletvekili 2 yıl ceza bile alsa tutukluluğun devamına denildi. İki yıl ceza 8 aydır tutuklu, tutukluluğun devamına. Yani 10 yıl ceza verip tahliye edildiği, 1 yıl tutuklu kalan sanıkların olduğu dosyalar vardır, halen de vardır. HDP’li milletvekilleriyle ilgili uzun tutukluluk nedir, kimin tatmin olması lazım, yargının mı siyasetin mi? Tam olarak kim tatmin edilmek isteniyor? Uzun tutuklulukla siyasi çıkarların, beklentilerin gerçekleşmesi mi hedefleniyor, yoksa gerçekten yargısal çıkarlar ve beklentiler mi hedefleniyor. Bu konuda 15 aydır bir değerlendirme ve duyarlılık görmedik.

Diyor ki, “SEGBİS, çıktın çıktın, çıkmazsan susma hakkını kullanmış sayacağım”

Benim savunma hakkımı korumak, garanti altına almak, olabildiğince genişletmek konusunda da maalesef ki, hem tutuklu olduğum dosyada hem de diğer dosyalarda bir hassasiyet görmedim. Daha çok SEGBİS yoluyla savunmamın alınması istendi. Gerekçesini yazmadınız bilmiyorum. Gerekçesini okumak isterdim. Sanık duruşmada hazır edilemeyecekse bir gerekçesi olması lazım. Yasal gerekçe var doğru, ama bu yasayı uygulamanın da mutlaka Demirtaş ile şahsileştireceğiniz bir gerekçeniz olması lazımdı, bu da olmadı. Dolayısıyla mahkemeler SEGBİS yoluyla bizden savunma istemede ısrarcı bir tutum sergilemeli, ki bazı mahkemeler SEGBİS’e zorla çıkarma kararı verdi. Fakat bir sanık kendisinin duruşmada bulunması için ısrarla talepte bulunurken, mahkemenin o sanığı zorla getirme kararına benzer şekilde zorla SEGBİS’e getirme kararı alması açıkça ihlaldir. Bu benimle ilgili de yapıldı. Kolundan tutacaklar götürecekler, kamera karşısında konuş diyecekler.

Bunu ancak kime yaparsınız? Ben savunmaya gelmiyorum diyen sanığa zorla getirme kararı çıkartırsınız. Defalarca, ben duruşmaya gelmek istiyorum diyen bir sanıkla ilgili nasıl zorla getirme kararı alınabilir. Benim ve milletvekilimle ilgili. Benim SEGBİS gerekçem yok. Mahkeme neden mahkemeye gelme talebimi reddetmiş, niye uygun görmemiş, niye ben 7 Aralık’ta duruşmaya gelememişim, bilmiyorum. Mahkemenizin kararından bu anlaşılmıyor. Bunların hepsi kovuşturma aşamasında adil yargılamanın olmadığına dair bende oluşan izlenimlerdir. Bazı mahkemeler SEGBİS’e çıkmazsa susma hakkımı kullanmış olacağıma dair karar verdiler. Bana bu tebligat yapıldı. Oysa susma hakkı bir haktır. Kullanır mıyım, kullanmaz mıyım, bana aittir. Ama yargıcın kendisi diyor ki, SEGBİS, çıktın çıktın, çıkmazsan susma hakkını kullanmış sayacağım. Ara kararları var. Maalesef böyle bir yargılama süreciyle karşı karşıya kaldık.

Şimdi iddianame ile genel değerlendirmelerim aşağıya yukarı bunlar. Ara başlıklarda iddianamenin genel değerlendirmesine yine söylemlerim olabilir, fakat özel olarak tek tek fezlekeler üzerinde durmadan önce iddianamenin içeriğine dair değerlendirmelerim olacak.

Şu ana kadar usulle ilgili, politik müdahaleleri anlatmaya çalıştım. Dokunulmazlık sürecinden başlayacak şekilde. Savunmamı bu aşamadan sonra şöyle sürdürmeyi düşünüyorum; iddianamenin geneliyle ilgili değerlendirmeleri bitirdim, ama iddianamenin içeriğiyle ilgili bir genel değerlendirme yapıp, sonra tek tek fezlekelerle ilgili. Çünkü bunları yapmazsam, her fezlekede bunları tekrar etmek gerekecek. Hem genel değerlendirmeleri o yüzden yapıyorum ki fezlekelere geçince sadece geçmiş konuşmalara atıfla yetineyim. O yüzden bu genel değerlendirmeleri toparlamak istiyorum.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 6.bölümü". hdp.org.tr. 15 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

VII. Bölüm[değiştir]

(DUYULAMADI) … Yargının esasında uzlaşma yoktur, yargılama vardır. Kamuoyunun tatmin edilmesi ve adaletin yeniden tayin edilmesi gayesi vardır. Ama siyasetin hedefindeki bu değildir. Mutlak hakikat ve gerçek üzerinden yapılmaz siyaset. O nedenle çoğu zaman uzlaşmayı gerektirir. Siyasetçiler uzlaştığı oranda ülkenin sorunları çözülür. Uzlaşma olduğu yerlerde itilaf olur. Bu tür dönemlerde de iktidarda bulunan partiler, eğer bir siyasi uzlaşma kanalı açmayı deneyip siyasi risk üstlenmezse, siyasi bir alternatif yaratmazsa, bunu göze alabilecek bir basıncı veya bu alternatifi ortaya çıkaracak bir süreci göze alamazsa, yapılacak en basit iş topu yargıya atmaktır.

DEP döneminde de öyle yapılmıştır. Bir yıl boyunca kamuoyu hazırlanmıştır. Çiller Başbakan’dır. O zaman medya şimdiki kadar yaygın değildir, sosyal medya yoktur. Merkez medya da az sayıda gazeteden ibarettir, televizyonlar da bugünkü gibi çok kanallı, yüzlerce kanaldan ibaret değildir. Ama eldeki bütün imkanlarla tıpkı bugünküne benzer bir şekilde kamuoyu yaratılıyor, “Meclis’te terörist istemiyoruz” sloganları attırılıyor ve hükümet, mevcut siyasi durumu, ülkenin siyasi problemini çözmek için bir alternatif yaratmak, diyalog ortamıyla toplumu bir arada tutan bir enerji ortaya çıkarmak yerine, hızlıca bir karar alıyor. O dönemki milletvekillerini suçlu ilan ederek dokunulmazlık hızlı bir şekilde, herkesin güle oynaya bugün olduğu gibi oy kullandığı bir şekilde kaldırılıyor. DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırıldığına dair karar Resmi Gazete’de yayımlanmadan, Genel Kurul’da ‘evet’ oyu çıkar çıkmaz polis, milletvekillerini DGM Başsavcısı’nın talimatıyla gözaltına alıyor.

O kadar hızlı, acele bir şekilde kamuoyunun gözünden kaçırılırcasına bir yargılama süreci işletiliyor ki, 15’er yıl hapis cezasına çarptırılıyorlar. Milletvekili arkadaşlarımız, biri hariç diğerleri partimizde siyaset yapmaya devam ettiler. (DUYULAMADI) Cezaevinden çıktıklarında bambaşka bir Türkiye vardı. 10 yıl yattılar, ama yargı ve siyaset bundan tam olarak ne elde etti, kimse bunun muhasebesini yapmadı. İktidarlar bunu yapmazlar, iktidarlar pragmatisttirler. Siyasetin geneli böyledir. Pragmatizm vardır. Ülkenin çıkarına, milletin çıkarına falan, bunların hepsi siyasi meşruiyeti oluşturmak için çoğu zaman uydurulmuş şeylerdir. İnanarak, güvenerek, bağlı olunarak söylenen şeyler değildir. Bunu yapmazlar, bir sonraki seçimin kazanılması hesabı yaparlar.

DEP döneminde cezalandırmanın kazanıma dönüşeceği izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu

O gün öyle yaptılar, o gün DEP’in oyları yüzde 2 buçuk 3 civarındaydı. HDP’nin bugünkü oyu yüzde 13’tür, anketlere göre de yüzde 14-15 bandındadır. Umarım partim bir sonraki seçimde bunun da çok çok üstüne çıkacak oy oranıyla yeniden parlamentoda, demokratik siyaset sahnesinde olacaktır. O gün DEP’li milletvekillerini parlamento bahçesinden gözaltına şehvetle, şevkle, heyecanla alıp, Orhan Doğan’ın kafasını bastırarak otomobile sokmaya çalışan ve yine o gün - ben iyi hatırlıyorum, Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim, duruşmaları öğrenciyken izledim, AİHM’in yargılamanın iadesi kararından sonra da avukat olarak izledim – büyük bir şevkle cezalandırmanın nasıl büyük bir kazanıma dönüşeceği izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu. Hem medyada hem yargı atmosferinde hükümetin verdiği mesajlar böyleydi.

HDP’ye müdahale ettiler, inşallah HDP oyunu yüzde 20’ye çıkarır

Kimse kusura bakmasın, demokratik haklar ve özgürlüklerle, buna inanan insanlarla bu şekilde mücadele edilemez. Diyalog kurularak, saygı duyularak, bir kanal açılarak, ancak siyasetin önü açılarak ülkenin sorunları çözülür. DEP’e müdahale ettiler, DEHAP yüzde 6’ya çıkardı oyunu. DEHAP’a müdahale ettiler, DTP, BDP, HDP yüzde 13’e çıkardı oyunu. Şimdi HDP’ye müdahale ettiler inşallah HDP oyunu yüzde 20’ye çıkarır. Hepinizin katkısı, desteğiyle tabii.

Yargı adaleti sağlayarak toplumun önünü açabilmelidir

Demek istediğim, ülkenin siyasi sorunları yargıyı ilgilendiren meseleler değildir. Önünüze getirirler, bunların hepsi siyasi problemlerdir. Fezlekelerin her birinde yaşanan siyasi dönemler, ülkenin siyasi krizleri ve sorunlarıdır. Yargı bunları çözmekle görevli değildir. Bunun önünü açma ahlaki sorumluluğu vardır. Bu yasal sorumluluk değildir, ama bu ülkenin hukukçusu olmanın ahlaki sorumluluğudur. Yasalar hukukçulara, yargıçlara bunu bir görev olarak yüklemez. Ülkede tıkanmış siyasetin önünü açmak, demokratikleşmenin önünü açmak, demokrasi standartlarının yükselmesini sağlamak; bunlar parlamentonun asli görevidir. Yürütme de bunu parlamentonun aldığı kararlarla uygulamak zorunda olan erktir. Ama yargı erkinin temel görevi bu değildir.

Adaleti sağlayarak, gerçek anlamda adaleti sağlayarak toplumun önünü açabilmelidir. Türkiye’de yargı bu yönüyle maalesef hiçbir dönemde sistematik ve kalıcı bir şekilde katkı sunmamıştır. İstisnai kararlar vardır, yerel mahkemelerin, AYM’nin, istisnai mahkemelerin veya savcıların. Gerçekten de Türkiye’de insan hakları, adil yargılanma, demokratik siyaset hakkı, tıkanmış siyasetin bir türlü çözüm bulamadığı sorunlarla ilgili önemli kararlar alınmıştır, ön açıcı olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin de kararları vardır, Yargıtay’ın içtihatları vardır, yerel mahkemelerin kararları vardır. Ama genel olarak yargı kötü bir sınav vermiştir. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere.

Yargı başörtüsü sorununu demokratik şekilde çözebilirdi

Mesela başörtüsü meselesi ülkenin önemli bir sorunuydu, siyaset çözemedi bunu. Büyük bir gerilim alanıydı, istismar alanıydı. Yargının önünde önemli bir fırsat vardı ve top yargının önüne geldiğinde bu sorunu en demokratik şekilde, evrensel standartlara uygun bir şekilde çözebilirdi. Ama çözmediler. Ne Anayasa Mahkemesi ne yerel mahkemeler ne başka mahkemeler. Başörtüsünün her yerde özgürce kullanılabileceği kararını rahatlıkla verebilirdi yasaya ve Anayasa’ya uygun olarak. Ama dar yorumladılar. O zamanki iktidarın ideolojik algısı çerçevesinde oluşturulmuş devlet yapılanmasına uygun kararlar verildi. Tıkanma yaşandı.

Yargı bazen verdiği kararlarla ön açar

Demek istediğim, siyasetin çözüm olamadığı, uzlaşma sağlayamadığı noktalarda yargı bazen verdiği kararlarla ön açar. Türkiye’de bu çok istisnadır. Keşke sayı daha çok olsaydı da bunlarla övünseydik. Ama Türkiye’de yargı pratiği maalesef öyle değil. DEP kararı da böyledir. DEP kararı iyi bir karar olsaydı, gerçekten adil bir yargılama sonucunda iyi bir karar olsaydı, DEP kapatılmasaydı,DEP’li milletvekilleri ve siyasetçilerin yapmış oldukları söylenen hatalar, siyasi eksiklikler kamuoyunda sertçe eleştirilse, ama bununla yetinilseydi;cezalandıracaksa seçmen cezalandırsaydı, ödüllendirecekse seçmen ödüllendirseydi. Buna tahammül gösterilseydi, Türkiye bambaşka bir noktaya gelecekti. 1994’ten söz ediyoruz. Şimdi 2018’deyiz. 24 yıl önceki bir durumdan söz ediyorum. 24 yıl önce Türkiye onları başarsaydı, yargının katkısıyla bambaşka bir noktaya gidebilmiş olurduk. Ülkenin çok daha etkili bir aktör olmasını sağlayabilirdik. Bunlar keşkeler, ihtimaller tabii. Yine başka sorunlarımız çıkardı, kahin değiliz ama, mevcut vaka üzerinden değerlendirdiğimizde Türkiye’nin siyasi tarihini etkileyen, Türkiye’deki demokrasi tarihini etkileyen, Türkiye’deki insan hakları mücadele süreçlerini etkileyen önemli kararlardır bunlar.

Meşru temsilcisi siyasetten men edilirse, seçmenin demokratik siyasete olan inancı kırılır

Çünkü bir mahkeme, kendi seçmenleri nezdinde son derece meşru olan bir temsilciyi yasalara, hukuka ve adalete aykırı bir şekilde siyasetten men ederse, o seçmenlerin demokratik siyasete olan inançları kırılır. Bununla birlikte diğer seçmenlerde de kırılmaya yol açar. İşte bu siyasette puslu bir hava yaratır, sisli bir hava yaratır. Sisli havada da, ülkenin böylesi ortamından faydalanmak isteyen herkes, ulusal ve uluslararası güçler faydalanırlar. Siyasetin çözüm olmasına engel olmaya çalışırlar. Zaten mevcut kriz yargıya havale edilmiştir, yargı da bu krizi çözecek durumda değildir. Dolayısıyla Türkiye veya o ülke; ki bu sadece Türkiye’de olan bir durum değildir, ama Türkiye her seferinde bu hataya düştü ve her seferinde bunun maliyeti ağır oldu. Bunlar olmasın diye yargı suçları görmezden mi gelecek?Hayır yargının böyle bir lüksü de yok. Gerçekten bir suç işlendiği iddiası varsa, bunu en etkili şekilde soruşturacak ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde bir karar çıkaracaktır. Yargının işi, siyaset kriz çözsün diye suç örtmek değildir. Mesele tam tersine adil yargı meselesidir. Bizim göremediğimiz kısmı adil yargıdır. Adil soruşturmadır. Dokunulmazlık adaletli kaldırılmıyor, soruşturma adaletli yapılmıyor, kovuşturma adaletli yapılmıyor, cezaevi süreçlerinde adalet yok. Seçmenimiz bunları izliyor. Seçmenimiz olmayanlar da izliyor.

AKP ve MHP’den tutuklanmama karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım

Türkiye’nin önemli bir kısmı bu tür davalar ve onların yaptığı siyasi,sosyo psikolojik etkileri hissediyor. Siz sadece Selahattin Demirtaş’ı sanık sandalyesine oturtmuş değilsiniz. Bana oy veren 6 milyon insan sanık sandalyesinde hissediyor kendini. En azından 6 milyon. Yapılan anketlere göre Türkiye’nin yüzde 26’sı doğrudan benim tutuklanmama karşı. Ben yaptırmadım anketi. Sadece yüzde 51’i tutuklanmamın haklı olduğuna inanıyor o da aşağı yukarı bugünkü iktidar ve onunla birlikte hareket eden muhalefet partisinin tabanına denk geliyor. AKP’den de MHP’den de karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım cezaevinde.

Gençlere biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler

Yani adil yargılama gerçekleştirmediğiniz her anda, siz yurttaşlarımızın sosyo psikolojik durumunu, ülkedeki adalete olan inancını kırdınız, kırmaya devam ediyorsunuz. DEP’li milletvekillerine yapılan şey kırılmalara yol açtı ve toparlaması uzun sürdü. Çünkü biz yeni nesil siyasetçiler -dediğim gibi o zaman hukuk öğrencisiydim- biz yeni nesil siyasetçiler o kırılmaları toparlamak üzere siyasete girdik, toparlamaya çalıştık.

Neydi kırılmalar; kimse demokratik siyasete inanmıyordu, gençler inanmıyordu. Bir yürüyüş yapsa terörist olarak suçlanıyordu. Bir konuşma yapsan, bir bildiri dağıtsan yıllarca cezaevinde kalıyorsun. Ne oldu? Gençlerin birçoğuna biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler. Biz bu kırılmayı toparlamaya çalıştık. “Umut var, demokratik siyaseti yürütmeliyiz” dedik. Yeni nesil siyasetçiler olarak da bu nedenle çoğu genç arkadaşımla birlikte bunu diriltmeye çalıştık. Kırılan umutları yeniden büyütmeye çalıştık. BDP’de de HDP’de de bunu yapmaya çalıştık. Tabii ki bizler söylemimizi kurarken, jargonumuzu, literatürümüzü oluştururken, kişilik özelliklerimizin yanında partimizin programıyla birlikte tabanımıza hitap etmenin yolunu aradık. Her parti böyle yapar. Fakat kullandığımız hitap, jargon bile yargı konusu yapıldı. Kullandığımız literatür yargı konusu yapıldı.

Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız

Biz tutuklandık, ama verdiğimiz mesaj hep demokratik siyasete inanç üzerine oldu. İçeride de bu mesajı verdik. Çünkü bunun kırılmasının yarattığı sonuçları kimse umursamıyor olabilir, ama biz umursamak zorundaydık. Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız. Bütün hayatım neredeyse 2002’ye kadar OHAL ve sıkıyönetimlerle geçti. 2002’de OHAL kalktı, o yaşa kadar ben sıkıyönetim ve OHAL dışında bir şey görmedim. 3 yıllık avukattım. Şimdi 1 buçuk yıldır OHAL ile yönetiliyoruz. Bu yaşımıza kadar olağan diye tarif edebileceğimiz neredeyse birkaç yıl dışında hiçbir şey yaşamadan geldik. Türkiye’nin bütün gençleri böyledir. Hangi partiden hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar,bütün gençlerin yaşamı böyledir.

Şu anda 40’lı yaşlarında olan herkes sıkıyönetim, OHAL süreçlerinden geçerek, işte Avrupa’da 50-60 yıl önce İkinci Dünya Savaşı yıkıntıları arasında kendi demokrasilerini gözümüzün önünde adım adım inşa ederken, biz en geri anlayışlara mahkum edildik. Hem siyaset anlamında, hem hükümetlerin yürütme pratikleri anlamında, hem de yargı kararları anlamında. Bu bizim kaderimiz değil. Norveçliler, İsveçliler var olduklarından beri böyle yaşamıyorlar. Dediğim gibi, 70 yıl önce Avrupa’da ayakta kalmış bir bina yoktu, cadde yoktu. Yıkıntıların içerisinde hem kendilerini yeniden inşa ettiler, hem de demokrasilerini inşa ettiler. Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi önemli metinler kazandırdılar insanlığa. Bunda tabii ki, herkesin mücadelesi ve katkısı var, ama Türkiye bu doğrultuda mesafe kat etmiyor, neden? Bu doğrultuda mesafe kat ederken cesur olmuyor, neden?Riskleri göze almıyor, bunların hepsi yargı tarihimizle de doğrudan bağlantılıdır.

Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorun

DEP davası bu yüzden önemliydi. Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur çünkü. Kürt olduğum için ve Kürt sorununu yaşadığım için söylemiyorum bunu. Öyle olmayanlar da böyle tariflediler, doğru tariflediler. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili, Osmanlı’nın son döneminde yaşananlarla ilgili ortaya çıkmış bir krizin ve sıkıntının fezlekesi, iddianamesi önünüzde duruyor. Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorunun yarattığı iddianame önünüzde duruyor.

Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır?

Böyle bir sorun olmasaydı, ben böyle konuşmaları da yapmazdım; böyle konuşmalar olmasaydı, böyle bir iddianame de olmazdı. Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır? Çözüm süreçlerine dair tek bir satır değerlendirme var mıdır? Yargı yokmuş gibi davranabilir mi? Bunlar yok muydu? En azından benim siyasi hayatımda 2 tane, Oslo ve İmralı çözüm süreçleri yaşandı. Buna tanıklık ettik. Birinin bizzat içinde bulundum, birini de siyasetçi olarak yakından izledim, Oslo çözüm sürecini. İmralı çözüm sürecinin de bizzat içinde oldum. Ama yargı, Türkiye’de böyle bir şey yokmuş gibi nasıl davranabilir ki? Tartışmalı bunu. İddianamesinde bunu tartışmalı; yanlışı ne, doğrusu ne, ben ne yanlış yaptım; mahkeme bunu tartışmalı.

Neyim yanlıştı? Hangi söylemim, hangi eylemim? Çünkü çözüm süreci Türkiye’yi gerçekten de bugüne kadar demokraside kat ettiği mesafede birkaç basamak üste sıçratacak süreçti. Şiddetten, savaştan, kandan, terörden, bombadan kurtulacaktık ya. Can kurtaracaktık, hiçbir şey yapamasak. Siyasetçiler olarak bunun önünü açacaktık, hiçbir şey yapamasak. Başaramadık. Bu, yargıyı hiç mi ilgilendirmiyor? Niye oldu bunlar, nasıl oldu, yargı soruşturmada mesela bunu hiç araştırmayacak mı? İddianame buna hiç bakmayacak mı?

“Terör” tamam da, bir de halk var, Kürtler var

Bu Kürt sorunu nedir, nereden çıktı, bu Selahattin Demirtaş niye bunu söyledi, mesela bunlar hiç değerlendirilmeyecek mi? Hayır. İddianameye bakarsanız birbiriyle bağlantısız, tarihle bağlantısız, aktüel politik gelişmelerle bağlantısız, reel politikayla bağlantısız, yakın geçmişle bağlantısız bir soyut suçlama iddiası var. O bağlantılar o yüzden, işte bu genel değerlendirmelerle, her bir fezlekenin içine girmek zorundayım, ki anlaşılsın.

Bugün niye buradayım? Milletvekili, Eş Genel Başkan olduğum için. Niye? HDP’li olduğum için. Ayrımcılığa tabi tutulduğum için. Az önce tek tek anlattım. Niye tutukluyum? Az önce örnekler de verdim, bariz bir ayrımcılığa tabi tutuldum. Ya siyasi düşüncem rahatsız etti ya siyasi duruşum ya da aldığım siyasi kararlar rahatsız etti. Bu ayrımcılığın da tarihsel bir kaynağı var. Kim niye rahatsız oldu, bunları açığa çıkarmamız, tartışmamız gerekiyor. İddianame bu konuda hiçbir tartışmaya izin vermiyor. Heyetinizin önüne bu konuda bir satır da olsa (XXX) getirmiyor. “Terör, terör, terör.” “Terör” tamam da, ya bir de halk var, Kürtler var. Bunun dili var, bu ülkenin yurttaşıdırlar, ne yaşadılar, ne ettiler, beklentileri, talepleri ne, siyasetçiler buna ilişkin ne söylediler, bunun iddianameyle bağı ne, buna dair hiçbir şey yok. O yüzden ben kurmaya çalışacağım.

Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkı var

DEP süreci, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması süreci bizimkiyle benzer olduğu için oradan başladım. Yoksa eğer, Kürt sorununu konuşacaksak DEP süreciyle başlamış değil, 40 yıl önceki bir mesele de değil. Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkmış yanlış bir siyaset meselesidir. Halka yanlış yaklaşım meselesidir.

Özellikle II. Abdülhamit döneminde uygulanan, bizim de bugün önemli ölçüde eleştirdiğimiz yanlış yaklaşımlarla birlikte, ortaya bir Kürt sorunu krizi çıktı. Kürtler o güne kadar Osmanlı’nın içerisinde özerktiler, beylikler şeklindeydiler. Daha çok uç beylikleriydiler. İran’a karşı, Doğu’ya karşı, Güney’e karşı sınırlarda daha çok Kürtlere güvenilirdi ve Kürtler üzerinden sınırlar korunurdu. Müslüman bir halk olması nedeniyle de halifenin aynı zamanda tebaasıydı, halifeye bağlıydılar. İstanbul’a bağlıydılar. Padişahla Kürt halkının arasında böyle bir aidiyet vardı, ümmettiler çünkü. Ümmet olmaktan kaynaklı da, bir arada yaşamaktan kaynaklı bir sıkıntı yoktu.

Osmanlı kimliğinde bir sıkıntı yoktu. Yaşanan sorunlar, her Müslüman tebaayla veya gayrimüslim tebaayla yaşanan sorunlara benzerdir. Vergi konusunda, askere alma konusunda, beyliklerin kendi arasındaki çatışmalar vs. yaşanırdı. Gayrimüslimlerle ilgili ekstra başka sorunlar, krizler, özellikle milliyetçiliğin ve ulusalcılığın tırmandığı dönemlerde yaşandı, ama iddianamenin konusu olmadığı için girmiyorum. Kürt halkı o zaman vardı, ismi Kürt halkıydı; Yavuz’dan beri, Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkının yaşadığı coğrafya hep Kürdistan olarak adlandırıldı. Örneğin bir kısmı Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla İran’a bırakılan Osmanlı topraklarının o bölümü Kürdistan olarak adlandırılırdı. Osmanlı, kendi içindeki Kürdistanı bir bütünlüklü eyalet olarak görürdü, Musul ve Diyarbakır merkezli, Erzurum merkezli, 3 merkezden yönetmeye çalışırdı, başarılı olurdu.

Kürtler Osmanlı’nın ayakta tutanıydı

Kürtler Osmanlı’nın çok önemli bir parçası, bileşeniydi. Ayakta tutanıydı. Yaşanan sorunlar kimlik sorunu değildi, ulusal sorun değildi, yerel normal sorunlar şeklinde cereyan ediyordu. Ama ulusçuluğun ortaya çıkması, milliyetçiliğin ortaya çıkması, etnik kimliklerle birlikte halkların anılmasıyla birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde Kürt aydınlarıyla birlikte başlayan bir tartışmayla etnik kimlik öne çıkmaya başladı. Ve nerede kendini ifade etti? Bir kısmı İttihat Terakki’de kendini ifade etmeye başladı. İttihat Terakki’yi kurdular. Kürt aydınları var arasında, Arnavutlar var, Ermeniler var. İttihat Terakki’yi kurdular, padişaha karşı, padişahın reform yapmamasına karşı reformu savundular, fakat aynı zamanda İttihat Terakki kendi arasında Paris ve Selanik büroları olarak da ayrışmaya başladı.

Biri Türkçülük-Turancılık üzerine çözümün mümkün olabileceğini düşünürken, diğeri daha çok İslami kimlik üzerinden birliğin sağlanabileceğini düşündü. İki akımda da İslam etkili, fakat birinde daha çok milliyetçilik öne çıkmaya başlamıştı. Turancılık olarak tarif edilen, Türk kimliği üzerindenmilleti tanımlamak o dönemde yapılan tartışmalardı. Selanik bürosu etkili oldu İttihat Terakki’nin ve Osmanlı’nın yıkılış ve çözülüş dönemlerinde, iktidara da geldiler. İyi bir yönetim sergileyemediler. O dönemde Kürtlerle birlikte hareket de edildi. Kurtuluş Savaşı’nda, Çanakkale’de, bütün Müslüman tebaa birlikte hareket etti. Temel motivasyon da, halifeliğin ve İslam’ın kurtuluşuydu.

Şimdi deniyor ya, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için bütün Kürtler-Türkler el ele verip savaştılar, tarihsel olarak bu tespit doğru değil. Türkler-Kürtler el ele verip Çanakkale’de savaştılar, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmak için değil. Temel motivasyon İslami hilafetin, halifenin korunması ve vatanın korunması, kendi ortak İslami kimliklerinin korunmasıydı. Yoksa Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortak kuruluşuyla ilgili bir karar verilmiş değildi.

1915’ten söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte şöyle bir durumla karşı karşıya kalındı; 1920’den söz ediyorum, Kurtuluş Savaşı önemli ölçüde mesafe kaydetmişti. Anadolu toprakları düşmandan temizlenmiş, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Müslüman tebaa başta olmak üzere el ele vermişler, bu sırada gayrimüslimler zulümler görmüş. En nihayetinde elde Anadolu toprağı kalmıştı. Misakı Milli sınırları olarak tanımlanan topraklar da bugünkü sınırlar değil. Daha geniş sınırlar olarak tariflenmiş, Kürt halkı da o günkü Türkiye milletinin asli halkı olarak kabul edilmiş. İlk Meclis’i Mebusan da Kürdistan temsilcileri sıfatıyla yer almışlar. Hatta parlamentonun renkliliği ve çoğulculuğunu da gösterebilmek için Karadeniz’den Türkiye’nin doğusundan, güneyinden, Egesinden mebuslar kendi ulusal kıyafetleriyle parlamentoya katılmışlar. “Birlikte ne kadar güçlüyüz”ü gösterebilmek için.

İlginçtir hepsi Kürdistan temsilcisi olarak anılmışlardır. Tutanaklarda vardır. Kürdistan kelimesi yasaklanmamış. Coğrafya olarak ifade edilmiş, bir devlet olarak ifade edilmemiş. Kürdistan’ın yasak olabileceğini, birgün bunu kullandı diye ceza alabileceğini kimse aklına bile getirmez o günlerde. Böyle bir ihtimal yok, çünkü hepimiz ümmetiz. Kürt Kürttür, Allah onu Kürt olarak yaratmıştır. Kimse sorgulamaz, onun ana vatanını sorgulamaz. Dilini, kimliğini sorgulamaz, böyle bir ortam Osmanlı.

Herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış

Evet, o güne kadar herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış. O dönem büyük emperyal güçler Almanlar, İngilizler, Fransızlar olmak üzere Avrupalı güçlerdir. Amerika bu kadar etkili değildi. Bu güçlerin ortak düşman olarak tanımlandığı dönemleri yaşadık. Cumhuriyet ilan edildi, yeni devlet kuruldu. Herkes tam olarak ortaya konan ilkeler için savaştı diyemez kimse. Halk vatanını kurtarmak için savaştı. Kurulacak cumhuriyetin şeklini, ideolojisini 1924 Anayasası ile birlikte İttihat Terakki’nin güçlenmiş kanadı belirledi. 1921 Anayasa’sında bütün herkes, halklar tanımlanacak şekilde esnek bir Anayasa yapılmıştır. 1924 Anayasası ile birlikte yeni bir Türk tanımına geçilir. O güne kadar herkesin Türk kimliği altında birleşeceği tartışması bile yoktur. İttihat Terakki, bahsettiğim şekilde, iki kanat şeklinde içinde vardır, ama halkın böyle bir tartışması yoktur. Halk ümmettir, kendini böyle görüyordur. Onun ayette de dayanağı var, Kuran-ı Kerim’de. Osmanlı böyle yaklaşmış ve bir arada tutmayı başarmış.

Ancak yeni Cumhuriyet 1924’ten sonra yeni bir tanım getirmek istemiş. Nedir bizim kimliğimiz, “Türklük”tür demiş, hepimizin ortak kimliğidir Türk. Cumhuriyet’in kurucu kadroları da bunun resmi ideolojiye dönüştürülmesi noktasında baskı oluşturmuştur. O dönemin akademisyenleri de özellikle tarih kurumu, dil kurumunda çalışma yapan akademisyenler de bunun alt yapısını oluşturmuştur.

1924’te tanımlanan Türk, tam olarak Orta Asya’dan gelen Türk müdür?

Türklük yok mudur, vardır. Orta Asya’dan beri tarihi binlerce yıla dayanan, sonradan milletleşmiş, imparatorluklar kurmuş, devletler kurmuş bir millet var. Türk milleti var. Aynı zamanda bir etnik kimliği de ifade ediyor. Kökleri de Göktürk’e kadar dayanıyor. Çin ve Hun imparatorluklarıyla tarihi değiştiren münasebetleri vardır. Türkler tarih itibariyle böyledir, tamam. Peki, bu 1924’te tanımlanan Türk tam olarak o Türk müdür? Tam olarak o Orta Asya’dan gelen Türk müdür? Dili, kültürü; tarihi olarak 1924 Anayasa’sında tarif edilen Türk ile Orta Asya’dan gelen Türk aynı mıdır? Hayır. Meselenin sosyolojik olarak özü buradadır. Yeni Türklük tanımı, yeni bir dil üzerine, alfabe aksan üzerine, hatta Türk Tarih Kurumu’nun yeniden yarattığı bir tarih üzerine inşa edilmeye çalışılıyor.

Bütün ümmetde, ümmeti olmayan yurttaşların tamamı da Türk olarak tanımlanıyor. Eğer 1924’te kurucu irade Türklüğü gerçek anlamda bir üst kimlik olarak tanımlasa, örneğin Amerika’daki gibi bir etnik kimliğin unsurlarının tanımlandığı veya bir etnik kimliğin inşasını gerçekleştirmek yerine bir üst kimlik olarak bütün dillerin ve kültürlerin de güvence altına alındığı bir üst kimlik olarak tanımlasa, Kürt sorunu da ortaya çıkmayacak.

Ama demiş ki, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes Türk’tür, anadili de Türkçe’dir. Türkçe’den başka da eğitim yapılamaz”. Bu tabii ki Türkiye’deki etnik kimliklerin ayrışmasına, kendini öteki hissetmesine, ülkeyi birlikte kurduk, birlikte var ettik denilen noktada kendini üvey evlat hissetmesine yol açtı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bunun inşası için de her türlü baskı yönetimi uygulandı. Sürgün de olur, katliam da olur. İstiklal mahkemelerinden bir örnek okudum size, hatırlatıyorum.

Bizim atalarımızın sorunlarını çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık

Velhasıl Demirtaş ve arkadaşlarının bugün bu mahkemede bulunmasının en yakın kökleri o günlere dayanıyor. Çözmediler sorunlarımızı. Bizim atalarımızın sorunlarını çözmediler. Çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık. (DUYULMUYOR)

Dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı

Türklük iyi tariflenmedi, dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı. Kültürler, diller baskılandı, yok sayıldı. Bu dediğim şeyler, örgütler falan ortaya çıkmadan önce yaşanmış şeylerdir. Çözülmedi sorunlarımız. Lozan Anlaşması imzalanırken, İsmet İnönü ve beraberindeki heyet yan odada sözleşme imzalarken, öbür odada TBMM’yi temsilen bir heyet vardı. Heyetin içesinde Kürt milletvekili, Kürdistan temsilcileri olarak ifade edilen milletvekilleri vardı ve İsmet İnönü şöyle devam ediyordu: “Yan odada Kürdistan temsilcileri de var; parlamentomuzun temsilcileridirler, biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, Lozan Anlaşması’nı imzalamışlardır. Fakat Kürt milletvekillerinin Lozan Anlaşması’nın içeriğinden de haberleri yoktu, onlar yan odadaydı. Fakat Lozan Anlaşması imzalandığında, parlamentoda bugünkü Suriye’nin kuzeyi, Rojava bölgesi denilen bölgenin Haseke Milletvekili, Qamişlo milletvekili TBMM’de temsil ediliyordu. Lozan’da anlaşma yapıldı, sınır çizildi, bugünkü Suriye’nin kuzeyi aslında Misak’ı Milli sınırları içinde tanımlanmış Kürt bölgesi Suriye tarafında kaldı. Oranın milletvekilleri Meclisteler, ama seçim bölgesi sınırların dışında kaldı. Seçildiği bölge sınırların dışında kaldı. Kendisi Ankara’da milletvekiliydi. Seçim bölgesi Suriye toprağı oldu. Lozan Anlaşması böyle bir travma da yarattı. Bugünkü aktüel siyasetle ilgili olduğu için anlatmaya çalışıyorum.

Zorlu bir dönemden geçildi, Cumhuriyet kurulurken çok zorlu bir dönemden geçildi, Osmanlı’nın son dönemlerinde çok ağır acılar yaşandı. Bu topraklarda yaşayan Ermeniler, gayrimüslimler, Rumlar... Sürgünler, katliamlar, soykırımlar, mübadeleler, işgaller, idamlar... Kan revan içinde bir ülke kuruldu. Ve bu ülkenin insanlarının çok dilli, çok kültürlü, çok inançlılığına yakışır güzellikte olmalıydı. Korkularla, paranoyalarla hareket ettiler, Cumhuriyet devrimlerini koruma adı altında kanunlar çıkardılar. Şüphesiz kendi öncülüğünde kurduğu devletin her yerine yön vermek ister kurucu kadrolar.

O günün koşullarında değerlendirmek zorundayız, 2018’den bakarak değerlendirmek yerine. Ama hatalar yaptılar. Kürt sorunu o günden kalan bir mirastır. Çok partili sisteme geçildiğinde çözülmedi. Kimse Kürt sorununu tartışmadı. Kanun çıkartıldı, Türkçe dışında konuşanlar cezalandırılır. Hep bize anlatılır. Çarşıda alışveriş yapan köylünün Kürtçe konuştuğu tespit edilir. Memur ceza yazar, makbuz yazar eline verir. Cezanın niye kesildiği anlayamaz, bilemez. Çünkü memurun konuştuğu dili bilmez. İtiraz eder, bu nedir demeye çalışır, bir daha ceza keser. Kürtçe ile ilgili böyle travmalar yaşandı. Çözmediler.

Türkiye’deki Müslümanlar da kendilerini tehdit altında hissediyordu

Tek parti döneminde CHP yokmuş gibi davranıldı. Çok partili sisteme geçildiğinde,Türkiye başka krizlerle uğraştı.Partiler kendi aralarında ideolojik tartışmalara girdiler, Abdülhamit’ten kalma özellikle İttihatçıların kendi içinde kalma gerilimini, CHP ve DP gerilimi olarak yansıttılar. Çünkü çözülmemiş bir sorun daha vardı, Türkiye’deki Müslümanların sorunu. Yeni devlet laikliği, laikçilik olarak tanımlamıştı, Türkiye’deki Müslümanlar da kendini tehdit altında hissediyordu. 1960 darbesi ile birlikte tam bir kangrene dönüşen sorun haline geldi, Menderes’in idamıyla birlikte.

Bir başka sorun yaşayan kesim Türkiye’nin sosyalistleri ve solcularıydı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Mustafa Kemal ile hareket etmelerine rağmen, 1917 Ekim Devrimi ile bağ kurmalarına rağmen, Cumhuriyet kurulur kurulmaz Karadeniz’de gemileri batırıldı. 1970’lerde Türkiye’den Deniz Gezmiş ve arkadaşları adeta Menderes ve arkadaşlarının katledilmesine misilleme olarak idam edilerek katledildiler. Bu yıllarda Kürt sorunu gündeme alınmadı. Biz de keyfimizden almıyoruz demek istiyorum. Var sorun, o yüzden gündemimizde.

İnkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek

HDP’nin gündeminde olması,HDP’nin bir tercihi değil bir mecburiyetidir. O gün çözselerdi keşke. Ülkemizde, demokratik bir ülke olarak, özgürce, kardeşçe yaşamaya devam edeceklerdi. Ama bu ayrımcılığı yaratan biz değiliz. Kürtler bölücü olarak adlandırılır. Hayır, böyle değildir. Bölücülük yapanlar o zamanlar ülkenin bu hale gelmesine yol açan politikalardır, inkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek.

Çözmediler çözmediler, 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi, geriye Kürt sorunu kaldı

Bugünkü siyasetle doğrudan bağlantısı var bu anlattıklarımın. Çünkü fezlekelerde savunmalara geçtiğimizde, tek tek değerlendirme yaptığımızda, partinin Programı’nı savunurken tarihi alt yapıya dayanarak bunu ortaya koyacağım. Parti Programı’nda söylemişiz de, demokratik özerklik, neye dayanarak söylemişiz, neyi amaçlamışız? Çünkü onla ilgili suçlama var. DTK neden var, ne yapmaya çalışmış? Bunu anlatabilmem için bu tarihi alt yapının bilinmesi lazım. Çözüm süreçlerini fezlekelerle bağlantılı olduğu için anlatacağım. Çözmediler çözmediler. 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi geçti, iktidar da dahil. Geriye Kürt sorunu kaldı.

Kürt sorunu bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir

Kürt sorunu, partimiz şöyle tanımlar, bir demokrasi sorunudur. Bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir. Türkiye’de sınırları içerisinde birlikte yaşamanın demokratik formülüyle çözülebilir ancak Kütlerin sorunu. Nasıl olacak peki? Millet böyle tanımlanmış artık, hatta iktidar partisi programına aldı. Bu halk ne yapacak, nasıl çözecek?

Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor

Bir yandan da diyor ki, başka dillerde eğitim yapılırsa bu da toplumu ayrıştırır, ulusçuluğu geliştirir. İleride bölünme talebine gider, özerklik bölünmenin ön adımı olur. Dolayısıyla bu da Türkiye’nin bekası açısından tehdit olur. Bunların hepsi dikkatlice dinlenmesi, anlaşılması gereken fikirlerdir. Siyasetçinin işi bunların analizini yapmak ve en doğrusu neyse sonuç çıkarmaktır. Partimiz bunu yapmaya çalıştı. Şimdi parti Programı’nda ortaya koyduğumuz şey şu oldu netice itibariyle: Türkiye’de sadece Kürtler de yaşamıyor sadece Türkler de yaşamıyor. Fakat bütün bu 80 milyonluk nüfusu bir arada tutacak, bizleri bir ulus şeklinde motive edecek yeni motivasyon gerekçelerine ihtiyaç var. Daha makul toplum tarafından kabul edilecek. Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor. Başarılı olunsaydı 90 senedir Kürtlerle uğraşılmazdı.

Din tek başına olmuyor.‘Evet’, Müslümanlık, İslamiyet bu topraklarda önemlidir. Birleştirici unsur, önemli bir kültür; siyaseti, toplumu etkiliyor. Fakat bütün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını İslam kimliği altında tanımlayamayız. Müslüman olmayan topluluklar da var. Nasıl eşit yurttaş olarak tanımlayacağız şeklinde başka bir formüle ihtiyaç var.

Dil önemli bir unsur. Türkiye’de en çok, yaygın kullanılan dil; dolayısıyla Türkçe’yi birbirini anlama, birbiriyle empati kurma, vatandaşlık kurma, toprakla, devletle bağ kurma açısından önemli bir unsur olarak görebiliriz. Türkçe’yi hepimizin ortak resmi dili olarak görebiliriz. Asimilasyonda etkisi var, medyası da var. İnsanların bir kısmı Türkçe dışında diller de kullanıyor. Türkçe ortak dilimiz olabilir ama tek bir dil yaparsak bu yanlış olur. Partimiz bunu söyledi. Diğer dillere özgürlük alanı açalım. İnsanlar kendi anadilleriyle eğitim yaparken de Türkçe’yi öğrenmeye devam etsinler. Sadece Kürtçe anadilinde eğitim yapan bir çocuk bir genç İstanbul’a tatile gittiğinde, bilmediği bir dille karşılaşacak, Üniversiteyi nasıl okuyacak? İzmir’de çalışmaya nasıl gidilecek?

Batıda yaşayan Kürtçe bilmeyen biri Hakkari’ye gittiğinde, hiç bilmediği bir dilden dolayı tercüman mı kullanacak? Kendi ülkesinde bir yabancılık mı yaşayacak? Bunu önlemenin yolu bütün okullarda Türkçe öğretilsin. Ama kimse bize “bu senin anadilindir” demesin. Kendini Türkçe anadilinde tarifleyen herkese saygı duyalım. İsterse bir Kürt, anadili Kürtçedir, diyor ki, “benim anadilim Türkçedir”. Türkçeyse, Türkçe. Bir şey demiyorum. Kendi tercihidir. Artık etnik kimlikler kültürel bir olgu olarak dünyada öne çıkıyor. Kendini nasıl tarifliyorsa öyle olsun. Bu, devletin vatandaşına tanımlaması gereken bir özgürlük alanıdır. Bu durumda ulusu bir arada tutacak şeylerden biri dil olacak. Resmi dil Türkçe, öbürü de herkesin kendi dilinde eğitim öğretim yapabilme, örgütlenebilme, kültürünü yaşatabilme özgürlüğünü tanımak, gerektiğinde bunun resmi güvenceye almak.

Türkiye’nin demokrasi sorunları ve özelde de Kürt sorununun değişim aşamalarıyla, kimlik sorunu, inanç sorunu ve bir bütün olarak Türkiye’de yönetim rejimiyle etkileşimli tüm bu sorunların kısa tarihi alt yapısını ifade etmeye çalışıyordum. Çünkü bugün şu yaptığımız siyasetle, siyasi konuşmalarımızla, parti Programımızla doğrudan bağlantılı meseleler bunlar. Ha keza iktidarın kurmaya çalıştığı bir rejim, kurmaya çalıştığı yeni yönetim modeli, bizim bunlara karşı eleştirilerimiz hem benim iddianamemin hem de fezlekenin konularıdır.

Özellikle son dokunulmazlığın kaldırılması tartışması başladıktan sonra hazırlanan fezlekelerin büyük kısmı, ki sayıları 25 civarındadır, tümüyle iktidarın yeni rejimi oluşturma perspektifiyle üzerimize koyduğu baskının tipik örnekleri olan fezlekelerdir. İddianameye de bu yansımıştır. Dolayısıyla bu yönlü, bunun tarihi geçmişini bir kez daha tekrarlamış olarak kaldığım yerden devam ederek anlatmak istiyorum. Çünkü özerklik nedir, bunun tarihi alt yapısı nedir, siyasi programda neye tekabül ediyor, DTK nedir; bunların tam olarak anlaşılması için bağlantıların iyi ortaya çıkarılması gerekiyor.

Mevcut resmi ideoloji başarılı olmadı

Türkiye’de ortak kimlik, bir arada yaşama motivasyonu ve ulusal birlik diye tanımladığımız birliğin nasıl inşa edilebileceği ve yıpranmış olan, zayıflamış olan bağların yeniden nasıl kuvvetlendirilebileceği üzerine siyasi tartışmalardan devam ediyorduk. Ortak dil, ortak tarih, ortak vatan, bir devlet etrafında birleşme, ortak sevinçler, ortak kederler bunlar etrafında bir araya gelirler ve bir hayali cemaat olarak tanımlanan ulusu var ederler. Dünyada her ulusun gelişimi süreci, motivasyon kaynağı aynı değildir. Benzer olanlar vardır, ama her ulusun tarihten süzülüp gelme süreçleri de farklıdır, ulus olarak var olma biçimleri de farklıdır.

Ulusu bir araya getiren unsurların ağırlıklarına göre din, kültür, inanç vb. farklı olabilir. Bazı uluslarda inanç, bazılarında toprak, bazılarında ortak tarih, bazılarında ortak vatandaşlık öne çıkar. Türkiye’de ulus tanımlanırken bir etnisite ve Türklük üzerinden tanımlandığı için, Türkiye’deki diğer kültürel varlıklar, halklar, inançlar ve mezhepler giderek bu resmi ideolojik ulus formunun sınırları içine sığmamaya başladı, sığmadıkları ortaya çıktı. Peki, ortak resmi dil Türkçe üzerinden toplumu bir arada tutabiliriz, dil öğesini birleştirici bir unsur olarak tutabiliriz. Siyasette tartıştığımız şeyleri konuşuyorum. O yüzden bu fikirleri heyetinizin de en azından bir kez daha duyması açısından önemli, esasa dair karar verdiğinizde alt yapısı oluşsun. Bizler tabii ki, bu topraklarda birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Ama bu sıkıntıları çözerken başka bir alternatif, başka bir kanal yaratabilir miyiz tartışmasını özgürce yapmamız lazım.

Mevcut resmi ideoloji olmadı. Yani herkesi tek bir etnisitede buluşturma üzerine kurulu ulus yaratma tam anlamıyla başarı sağlamıyor. Peki ne yapacağız, olmuyor diye dağılacak mıyız? Bu toplumun birlikteliği sıkıntı yaşıyor diye herkes başının çaresine mi baksın, sevmeyen terk mi etsin? Kabul etmeyeni sürgün mü edelim? Ya da ülke ikiye, üçe mi bölünsün?

Başka bir alternatif bulmamız lazım. Bu toplumu bir arada tutabilecek, ülkenin birliği içinde yeni formüller üretmemiz lazım. Çağımızın gerekleri neyse onu yapmamız lazım. Bizim siyasetimiz, geniş siyasetimiz bunun üzerine kuruldu. O halde ne yapacağız? Yeni uluslar yaratmaya gerek yok. Kimse olmayan bir şeyi de hayali bir cemaat gibi, tarihi ve kökü olmayanı ulus diye ikna edemez, yok da edemez. Kürt halkı vardır. Kimse yok da edemez, yoktan var da edemez. Fakat bu var olanları da başka bir ortak payda üzerinde buluşturmamız lazım. Yine bir birlik içinde bir ulus haline getirmemiz lazım.

Çoklu ulusların bir arada olduğu yapılar da vardır. Birçok halkın bir arada oluşturduğu uluslar da vardır. Veya ağırlıklı bir ulusun yanında yaşayan, azınlıklarla birlikte kendini yine ulusal birlik içinde gören farklı yapılar da vardır. Bunun farklı örnekleri farklı kıtalarda vardır. Türkiye’de bütün bu tarihi geçmişimizi, acılarımızı, yaşadığımız sorunları, sıkıntıları, ortak paydaları, gelecek vizyonumuzu hepsini masaya yatırıp çözüm bulmak zorundayız. Siyaset olarak yapmaya çalıştığımız buydu. Bunu farklı üsluplarla, farklı araçlarla anlatmaya çalıştık. Mitinglerle, yürüyüşlerle, programlarla, seçimlerle, beyannamelerle, protestolarla, televizyon programlarıyla, basın toplantılarıyla; elimizdeki bütün demokratik imkanları kullanarak bunları yapmaya çalıştık.

Dünyanın en değerli fikri benim fikrimdir diyen insan aptaldır

Neden böyle gerekiyor? Bizim fikrimiz en iyi fikir olmayabilir. Bunu söyleyen insan zaten aptaldır. Dünyanın en değerli fikri benim fikrimdir diyen insan aptaldır. Hani Ali Şeriati’nin ya da Şafi’nin galiba bir lafı vardır: Cahillerle girdiğim hiçbir tartışmayı kazanamadım. Böyle düşünen bir siyasetçi de ancak aptal olabilir. “Dünyanın tek fikrini, projesini ben buldum” demek ne siyasetten, ne tarihten, ne de sosyolojiden hiçbir şey anlamamaktır.

Biz de bu iddia ile ortaya çıkmadık. Bizim de bir fikrimiz var dedik. Türkiye’nin demokrasisi, yönetim modeli, güvenliği, ekonomik modeli için bizim de bir fikrimiz var. Mevcutlar içindeki en iyi önerme bizim olduğu için biz bir partide toplandık. Yoksa tek, mutlak geçerli fikir bizimdir diye kimse bir iddia ortaya atmadı. Ama “tartışılması için önemli bir fikrimiz var” dedik. Herkesin fikri var, bizim de var” dedik. Bu noktada partimizin siyasi görüşlerinin baskı altına alınması, tehdit olarak görülmesi, ifade edilmesinin ifade özgürlüğü sınırlarını aştığı ve ülkeyi bölünmeye götüreceği, bu fikrin tartışılmasının bile tehlikeli olduğu şeklindeki baskılardır asıl yanlış olan.

Demokrasisi tamamlansa ülke güçlü olacak

Ben daha önce parlamentoda yaptığım konuşmalarda da şu çağrıyı yaptım, yüz yüze ya da aleyhinde spekülatif laflar etmek için söylemiyorum; evet, Sayın Bahçeli’yi de eleştirdim. Geçmiş dönemde Erdoğan’la da, Davutoğlu’yla da, Baykal’la da, Kılıçdaroğlu’yla da yüz yüze görüşmeler yaptım. Onlara da fikrimizi bu şekilde anlatmaya çalıştık.

Herkesin bir fikri var; ulusa dair, ulusal birliğe dair, ülkenin güvenliğine dair. Bunları açıkça ifade ediyorlar. Fakat bize öyle geliyor ki, en iyi proje, en iyi fikir yan yana gelip bir yuvarlak masa etrafında tartışarak bulacağımız fikirdir. Sanki en iyi fikir odur gibime geliyor. Hep öyle hissettim. Bunları onlara da ifade ettim. Ben, iyi fikir benim ve partimin projesidir demeyeyim; ama siz de en iyi fikir benim ve partimin projesidir demeyin. Mevcutlar içinde sizi tatmin eden, kitlenizi, ideolojinizi tatmin eden proje deyin. Ama mutlak, sosyolojik dünyada…. (DUYULAMADI)

Hele Türkiye gibi bir gerçeklik içerisinde en iyisini bulmanın biricik yolu siyasette uzlaşmayı sağlamaktır. Farklı düşünenler de olabilir. “Ne uzlaşması!” diyenler de olabilir. Biz uzlaşmayla çözülür diyoruz. Biz bir araya geleceğiz, Türkiye’deki milliyetçilerin kaygısı nedir, beklentisi nedir, korkusu nedir, vizyonu nedir? Türkiye’de islamcılar var. Gerçektir. Herhalde kimse Türk milliyetçilerini yok etmeyecek, edemeyecek. Türkler var, milliyetçisi de var, her inançtan insan da var. Müslüman olan, ama aynı zamanda kültürel İslam dışında siyasal İslamcı da var. Aleviler de var. Gayrı müslim dediğimiz azınlık topluluklar var, etnik kimlikler var, Kürtler var, Çerkes olarak tanımlayan, Boşnak olarak tanımlayan, Laz olarak tanımlayan, Arap olarak tanımlayan kimlikler, kültürler de var. Bunların hiçbirini ne kimse yok etmeye kalkmalı ne … (DUYULAMADI).

Bunun dışında ideolojik fikirler var, sosyalisti var, sağcısı var, liberali var, Kemalisti var. Bunlar da Türkiye’nin gerçekleri. Peki, biz Türkiye’nin demokrasisinin önünü açmak için çalışırken, bunlardan herhangi birinin tümüyle yok edilmesi üzerine mi bir gelecek kuracağız, yoksa bir şekilde ortak demokrasi paydasında bütün bu fikir, inanç ve görüşleri uzlaştırdıktan sonra, yani sağlam bir demokratik temel inşa ettikten sonra mı? Cumhuriyet’in 100. yılına doğru gidiyoruz, eksiği demokrasidir. Demokrasi tamamlansa Cumhuriyet güçlü bir Cumhuriyet olacak. Ülke de güçlü bir ülke olacak.

Cumhuriyetin temeli demokrasi olmalı

Tabiri caizse, üstüne inşaat yapmadan önce sağlam bir temel daha oluşturalım, madem kurucu iktidar 1920’lerde, 24’lerde bir kuruluş gerçekleştirildi, çağımızda da bunu güncelleyelim, Cumhuriyetimizi tazeleyelim, demokrasiye de kavuşturalım, çok daha sağlam bir temel oturtalım. Bu temel ne olsun? Ancak demokrasi olabilir.

Bu temel herhangi başka bir ideolojik temel olamaz. Bu temel nedir? Hiç kimsenin dokunamayacağı, hiçbir siyasi partinin karşı gelemeyeceği, gelmemesi gereken, hiçbir etnik kimliğin, hiçbir inancın, mezhebin karşı gelmemesi gereken, aynı zamanda onu da tatmin eden, kapsayan bir temel olmalı. Bu temel artık siyasi partilere, iktidar olan partiye göre değiştirilmemeli. Bu bizim ortak yaşamımızın, demokrasimizin temeli olmalı. Artık değişmeyecek diyeceğimiz evrensel standartlarda kurallar birlikte yaşamın ilkeleridir.

Birlikte yaşamımızın garantisi olacak, demokratik özgürlükçü sivil bir anayasa yapalım

Bunu yapmak zor değil. Siyasetçiler bir araya gelir, toplum buna zaten hazırdır. Kutuplaşmayı yaratan siyasi söylem ve siyasi partilerdir. Biz bunu yapabiliriz. Bir araya gelebiliriz, bir heyecan yaratabiliriz, sağından solundan İslami hareketinden Alevi hareketine kadar herkes bir araya gelelim. Demokratik, özgürlükçü, sivil anayasamızı yapalım. Birlikte yaşamımızın garantisi, temeli bu olsun. Bunun üzerine artık siyasi rekabet, demokrasi sınırları içerisinde olabildiğince özgürce yürüsün.

Kimler merkezi iktidara gelirse, o temele dokunmamak şartıyla, o temelin üzerine kaç kat bina yapabiliyorsa yapsın. Halk onay veriyorsa, ama o temel üzerine. Halk beğenmedi, o inşaatı bir sonraki seçimde, tabiri caizse başka bir müteahhide olur versin, “olmadı bu apartman, yeni bir tane istiyorum” desin. Başka bir iktidar bunu denesin, ama neyin üzerine, o temel üzerine.

O temel dışında başka hiçbir şeyin üzerine yapılacak inşaat veya bina bizim ortak evimiz olamıyor çünkü. Herkes kendi temelini kurup kendi binasını yapmaya kalkıyor, herkes kendi binasında oturup öteki binada oturanları ötekileştirmeye çalışıyor, buradan da ortak bir ulus ruhu çıkmıyor.

Teklik değil birlik üzerinden oluşmuş bir ulus

Biz ne dedik; birlikte yaşama ruhu, ortak bir ulus tanımlayacaksak, işte bu demokrasi etrafında bir araya gelmiş ortak bir ulus tanımlayabiliriz. Teklik üzerinden değil birlik üzerinden oluşmuş bir ulus tanımlayabiliriz. İsmi önemli değil. İçeriği önemli.

Ulus teklikler üzerine oluşursa, adı faşizmdir. Birlik üzerinden, beraberlik üzerinden çoğulculuk üzerinden inşa edilmeli. Nar gibi olmalı, içinde var olan herkesi kapsayacak şekilde, birbirini zorlamadan sıkıştırmadan, her bir nar tanesi kendini geliştirecek, büyütecek şekilde var olsun. Ortak vatanımız, ortak ulus tanımımız olsun. Anayasamız bunu güvence altına alsın.

Bunun mekanizmalarının da olması lazım. Çünkü sadece bunu hayali cemaat olarak tanımlamak yetmez ki. Biz köksüz halklar olarak bu topraklarda yaşamıyoruz. Köksüzü hakaret olarak söylemiyorum. Dünyada kökü olmayanlar da var. Göçmenler vardır, Amerika’da, Kanada’da yaşıyordur. O topraklarda kökü yoktur, ama bu topraklarda hepimiz köklü tarihlere sahibiz. Bu kökleri inkar etmeden, beslendiğimiz kanalları da inkar etmeden, bunlardan da faydalanarak, çünkü bunlar birikimdir, önemli kazanımlardır, bunları ortak motivasyon gerekçemiz haline getirelim aynı zamanda. Bunları ayrılık gerekçesi değil, ortak motivasyon gerekçesi haline getirelim.

Bir anadili kolay oluşmuyor. Bazılarının binlerce yıllık geçmişi var, tarihi kökleri var. Biz bunu nasıl ayrılık gerekçesi yaparız? Bu anadilinin sahibi de bunu ayrılık gerekçesi yapmamalı, egemen kültürün sahibi de bunu ayrılık gerekçesi yapmamalı.

Ortak buluşma noktası demokratik temel olacak. Ortak resmi dil olacak, herkes kendi anadilinde eğitim yapacak, hizmet alabilecek, herkes vergide de hizmet alımında da eşit olacak. Ülkenin neresine giderseniz gidin, ülkenin resmi diliyle anlaşabileceksiniz herkesle. Ama kültürlerimiz, tarihi köklere sahip medeniyetlerimiz de varlığını bu ulusun içinde sürdürecekler.

Devletin burada yapması gereken bu işi kolaylaştırmak. Devlet bu işi tarifleyemez. Devletlerin böyle bir yetkisi yok. Devletin kuruluş amacı yurttaşa hizmettir. Vatandaşa organizasyon sağlayıp işlerini kolaylaştırmaktır. Devlet bu fikirle ortaya çıkmıştır. Ama ortaya çıktığı günden beri sürekli bana daha fazla yetki verin, daha fazla hak verin, ben de size daha fazla hizmet yapayım pazarlığı içine girmiştir yurttaşlarıyla.

Devlet tarihi boyunca hep kendisi hak ve özgürlük açısından büyümüş, yurttaş ve toplum zayıflamıştır. Az demokrasi, çok devlet oluşmuştur. Çünkü devlet, “ben senin güvenliğini sağlamak için senin özgürlüğünü biraz daha kısmak zorundayım” demiştir. Ya zorla yapmıştır bunu, ya da vatandaşı kandırarak veya ikna ederek. Bir şekilde almıştır. “Ben senin eğitim, sağlık hizmetlerini karşılamak için biraz daha haklarını kısıtlamak zorundayım” demiştir. “Ekonomik haklarından, sosyal haklarından, temel insan haklarından kısıtlamak zorundayım” demiştir. Bunu ya zorla yapmıştır ya ikna ederek yapmıştır ya kandırarak yapmıştır. Ama her seferinde devlet dediğimiz mekanizma büyürken, birey devletin karşısında giderek çaresiz, savunmasız duruma düşmüştür. Toplum da ha keza devletin karşısında savunmasız duruma düşmüştür. Bu ABD’de böyledir, İsveç’te de böyledir, Çin’de de böyledir. Burada Türkiye Cumhuriyeti devletine mahsus bir şeyden söz etmiyorum. Genel bir devlet seyrinden söz ediyorum.

Allah insanı, devlete kul köle olsun diye mi yarattı?

Peki insanoğlu buna mecbur mu? Ya da Allah en değerli varlığım, mucizem dediği insanoğlunu devlete kul köle olsun diye mi yarattı? Hayır. Hangi ideolojiye, hangi dine ve inanca bakarsanız bakın, devletin kutsal kurallarının tamamı toplumu ezmiştir. Biz devleti kutsallaştırmak yerine bireyin, toplumun özgürlüklerini genişletmeliyiz. Bunu yaparsak bir arada yaşamayı kolaylaştırırız, demokratik çerçevede bir araya gelmiş ortak, güçlü bir uluslaşmayı da bir arada sürdürürüz. Uluslaşırken köklerimizden de, dilimizden de, kültürümüzden de kopmayız. Bu da her seferinde ortak ulus anlayışımızı besler. Bunu parçalamaz, bölmez. Çünkü bu ülkede kendi anadiliyle eğitim alan bir köy Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi aidiyeti açısından daha fazla kendi devleti sayacaktır. Aidiyet bağı güçlenecektir, zayıflamayacaktır.

“Vergimi verdim, eğitimimi aldım; vergimi verdim, sağlık hizmetimi aldım. Anadilimde de eğitim alırken devletim bana hiç sorun çıkarmadı. Bu devlet benim daha fazla devletim oldu.” Bu, aidiyet bağını kuvvetlendirecek bir şeydir. Bozacak, zayıflatacak bir şey değildir. “Aleviyim ben, vergimi verdim, cemevine gitmek istedim, devletim beni engellemedi ya da kolaylaştırdı işimi. Bu devlet benim daha fazla devletim.” Artık aidiyet bağı güçlenmiştir. Orada ayrılıkçı fikirlerin güçlenmesi ihtimali zayıflamıştır. İnsanların çözüm arama konusunda şiddete meyletme ihtimalleri azalmıştır. Güvenlik sorunları da çözüm konusunda daha ihtimal dahiline girmiştir. Tümden bitmez, ama daha kolay çözüm yoluna girmiştir artık.

Bu ülke nasıl,hangi yönetim modeli ile yönetilecek?

Peki böyle bir diyarda yaşayan ulusun, demokrasiye inanan, birbirine saygı duyan, özgürlüklere inanan, ülkenin bürün ortak değerlerine, bayrağına, geçmişine, şehitlerine, bu ülke için harcanan emeklere, bu ülke için canını vermiş herkes; Kürdüyle, Türküyle birbirine saygı duyan bir toplumsal, sosyo psikolojik alt yapı yarattık ve buna doğru ülke gidiyor diyelim.

Peki böyle bir ülke kendini nasıl yönetecek? Yönetim modeli de tartışılmalı. Çünkü tek başına insanlara “sizler özgürsünüz artık” demekle otomatikman özgür olmuyorlar. Devletin aynı zamanda yönetim aygıtı olarak, idare modeli aracılığıyla da bunu fiilen sağlaması lazım. Anayasada bunu yazmak yetmiyor, hakkınız var, özgürlüğünüz var. Tamam, senin ulaşım hakkın var kardeşim, istediğin yere gidebilirsin, ama sana zırnık para yok. Haydi kullan bakalım seyahat hakkını. Anayasamızda var, herkes özgürce seyahat edebilir. AİHS’de var. Herkes özgürce seyahat edebilir. Ama bir kuruş para vermiyor. Aç bırakıyor, işsiz bırakıyor; seyahat hakkını nasıl kullanacak.

Yönetim modeli netleşmediği müddetçe demokrasiye uygun bir yönetim modeli inşa edilmediği müddetçe, benim ve bizim anlatmaya çalıştığımız ulusal birliğin özgürlüğe, eşit yurttaşlığa ve gönüllü kabule dayalı ulusal birliğin yaşamasının da şansı yok. Dolayısıyla yönetim modeli burada çok önemlidir.

Türkiye’de özerklik tartışmaları yeni değildir

Burada özerklik kavramına girmek istiyorum. Özerklik bizim icat ettiğimiz bir şey değildir. Toplum daha devlet halinde değilken özerklik vardı. İsmini koymadan, dünya siyaset bilimi henüz onu tanımlamadan özerklik toplumda vardı. İlk insanlar kendi ilişkilerini özerk yaşarlardı. Elde edilen veriler bunu gösteriyor. Daha sonradan bir yönetim modeli olarak özerklik dünya idari modeller kavramları literatürüne girdi. Denemeler oldu, yanılmalar oldu, başaranlar oldu, iyi uygulayanlar oldu, kötü uygulayanlar oldu, hala arayış içinde olan modeller var. Ama özerklik dünyada şu veya bu şekilde toplumların gündemine geldi.

Bizim de topraklarımızda gündemimize geldi. Osmanlı bir tür özerklikle yönetildi, kısmi eyalet. Kendi eyaletinde yaşayan halklara özerklik tanıdı Osmanlı, bir kültürel özerklik tanıdı. Merkezden atanan valiyle, genellikle orayı vali yönetmeye çalıştı, ama yereldeki tüm beyliklere de inisiyatif verdi, o şekilde ayakta tuttu.

Almanya bir tür eyalet sistemi ve özerklik uyguluyor. Çin’de özerklik var mesela, adı özerklik değil, ama Çin Uygur Türk bölgesi var. Özerk bir bölgedir, kısmi özerkliktir, özerkliğin başka bir uygulamasıdır. Hak ve özgürlüklerin sıfır olduğu, ama ismi özerklik olan bir yönetim modelidir. Belçika’da bir özerklik modeli vardır. Amerika’da başka bir özerklik modeli uygulanır. Fransa’da uygulanan özerklik modeli daha farklıdır, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yoluna gidilmiştir.

Türkiye’de de özerklik tartışmaları Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmıştı. Mustafa Kemal’in şöyle bir beyanatı da vardır: Tabii ki Kürtler söz konusu olduğunda, bir tür muhtariyet, yani bir tür özerklikle yönetilmeleri lazım. Yeni kurulan Cumhuriyet’te bizler ancak böyle var olabiliriz.

Kürt’ü Türk’ten ayırmanın mümkünü yoktur. Tabii ki, Kürtler söz konusu olduğunda bir tür muhtariyetle yönetilmelidir. Bunun yasa tasarısı da parlamentoya sunulmuştur. Parlamentoda şu anda gizli arşivde duruyor. Bir araştırmacı, bunu ortaya çıkardı, maddeleriyle birlikte, özerklik yasa tasarısı. Evet, yasa hazır edilmişti, ama yürürlüğe girmedi.

Türkiye’de özerklik var, içi doldurulmamış ve demokrasiden yoksun

Demek istediğim, yakın siyasi geçmişimizde de var. Fakat, aynı zamanda Türkiye’de bu manada uygulanan, uygulanmakta olan muhtarlıklar var. Muhtariyet Osmanlıca’da özerklik demektir, muhtar özerk demektir. Her muhtarlık bölgesi özerk bölgedir. Yetkiler iyi midir, kötü müdür, demokratik midir, o başkadır. Ama Türkiye idari bölgelere ayırılırken, 7 coğrafi bölge, 81 il, 800-900 civarında ilçe, büyükşehir olmayan yerlerde kasaba, bucak, belde vs. ve muhtarlık. En küçük özerk, yerel yönetim birimi. Mahalle köy düzeyinde muhtariyet. İlginçtir, birileri sık sık muhtarları topluyor; muhtar özerk demek, yani özerkleri topluyor, özerkliğin bölücülük olduğunu, ne kadar kötü olduğunu özerklere anlatıyor, özerkler de onu alkışlıyor. Kimse farkında değil. Türkiye’de zaten özerklik var. İçi doldurulmamış, demokrasiden yoksun.

Özerk kurumlar da vardır. RTÜK özerk bir kurumdur. BDDK özerk bir kurumdur. Özerk idari birim kurulabiliyor. Özerk bürokratik kurumlar kurulabiliyor, bu konuda özerklikle ilgili hiçbir tartışma yok, ama bölücülüktür RTÜK’ü kurduk, yarın bağımsız olur demiyor kimse. Hatta üniversitelerin özerkliği savunuluyor. Özerk değil üniversiteler, ama üniversiteler özerk olsun deniliyor. Biz de bunu savunuyoruz. Özerk olsun.

Herşey özerk olsun, fakat yerel yönetimler özerk olsun dediğimiz zaman kıyamet kopuyor. “Ama bu bölücülüktür” deniliyor. Oysa başta da ifade ettim, bizimki de bir fikir. Az önce tariflemeye çalıştım, onu söyledim. Acaba özerklik idari modelle yanyana geldiğinde, toplum, insanlar, farklı kesimler kendini daha fazla yönetime katmak suretiyle “Evet, bu devlet benim de devletimdir” diyebilir mi? Bu yüzden tartışılmasını istiyoruz. Yönetime insanlar daha fazla katılsın. Karar alma süreçlerine daha fazla katılsın. Demokrasi mümkün olduğunca tabana insin, halk demokrasisine doğru gidelim. Partiler demokrasisinden, halk demokrasisine.

Nasıl bir model önerdik?

Yerel yönetimlerimiz bir modeldi. İyi bir belediyecilik, iyi bir denemedir. Belediye meclisleri, il genel meclisleri önemlidir, ama yeterli değildir. Bunu daha da güçlendirmek lazım. Yani insanlarımız, kendi yerelinde seçtikleri belediye meclisi, il genel meclisi üyelerinden daha rahat hesap sorsunlar, onların da daha fazla yetkisi olsun. Kendi bölgelerinde yatırım, eğitim politikaları, kendi bölgelerindeki turizm, bağcılık, hayvancılık, bütçenin nasıl harcanacağı tamamen özerk olsun. Peki kim denetleyecek buları? 81 tane diyelim ki özerk belediyemiz var. Bir tanesi Anayasa’nın dışına çıkan bir karar aldı. Türkiye’de bir tane Anayasa Mahkemesi var, yine bir tane olacak. Türkiye’de bir tane ulusal birliğimizi ve irademizi temsil eden parlamentomuz var, yine bir tane olacak. Anayasa’ya uygun olmayan ve ulusal parlamentonun yetkisi dahilinde olan bir kararı bir yerel belediye, il genel meclisi aldığında bunu iptal edebilir. Denetim AYM’dedir. Herkes hem ulusal parlamentoda vardır temsiliyet olarak, hem de yerelde kendi temsiliyetini o şekilde sağlar.

Bu, Kürt halkının da kendini yönetme, idareye katılma isteğini karşılamış olur. Kürtler’de ayrılıkçılık önemli ölçüde azalmakla birlikte vardır. Tarih boyunca vardı, hala da var bağımsız bir Kürt devleti kurma fikri. Bu nereden kaynaklı? Toplumdaki kendini yönetme isteğinden. “Bu devlet beni iyi yönetemiyor, ben halk olarak kendi devletimi kurayım, kendimi yöneteyim.” Bu sosyolojik talebin görülmesi ve karşılanması lazım.

Ama aynı zamanda ulusal birliği de bozmamalıyız. Sınırları da korumalıyız. Bunun yolu, yönetime onları başka mekanizmalarla katabilmektir. Ülke bölünmeden, ulusal birlik parçalanmadan, halkın hepsini yönetime katarak kendini idare etme, kendini yönetme isteği de karşılanmalı. Peki bunu yaparsak, Kürtlere özerklik verirsek, diğer bölgeler ne diyecek?

Partimiz bunun da çözümünü önerdi. Özerklik etnik temele bağlı olmamalı, teritoryal da olmamalı. Tüm Türkiye’de uygulanabilecek, Kürtlere özgü bir yönetim modelinden çok, genel bir Türkiye idari model değişimine gidilmeli; her belediye, her il genel meclisi bölgesinde aynı yetkilere sahip, seçimle işbaşına gelmiş, bugünkü idari işlerde benzer olanların yetkilerini özerk kılarak bu işin içinden çıkabiliriz. Dolayısıyla bir teritoryal, bölgesel, etnisiteye dayalı özerklikten çok fazla bir şey.

Örneğin Irak etnisiteye dayalı, aynı zamanda teritoryal özerkliktir. Kürdistan Federal Bölgesi nüfusunun çoğunluğu Kürt’tür. Güney bölgelerinde daha çok Arap etnik kimliğinde olanlar yaşıyorlar, çok da kaynaşma, birleşme olmamıştır. Irak’ın yakın geçmişinde de, tarihinde de Kürtler ve Araplar ayrı bölgelerde yaşamıştır. Oradakiler böyle bir çözümü kendilerine uygun görmüştür. Ne kadar başarılı olurlar, izliyoruz. Umarım bir arada yaşamayı daha fazla başarırlar.

Ama bu Türkiye için uygun bir model değil. Çünkü burada etnik kimlikler çok fazla iç içe geçmiş. Yaşam çok fazla iç içe girmiş. Kürt nüfus ağırlıklı olarak ülkenin doğusunda yaşıyor, ama batısında da yaşıyor. Türk nüfusun da ülkenin her yerinde yaşamaya hakkı ar. Arabın, Ermeni’nin de ülkenin her yerinde özgürce yaşamaya hakkı var. Peki yaşadığı her yerde aynı eşitlik ve özgürlükten faydalanabilecek mi? Bunun işte biricik yolu, Türkiye’nin tamamını aynı demokratik birlikte tutmaktır. Aksi takdirde Kürtlere özerklik, diğerlerine demokrasi dışı bir yönetim derseniz, ne Kürtler özgür olur ne diğer insanlar özgür olur ve bu da toplumdaki ayrışmayı derinleştirebilir. Evet, kısa vadede Kürtlere kendini iyi hissettirebilir ama…

Özerkliğin kendisi tek başına demokrasi getirmez

Bu ayrışmayı da derinleştirebilir, etnik çatışmayı da körükleyebilir.İnsanlar Kürtlere karşı daha fazla düşmanlık besleyebilir. Kürtler de daha fazla içe kapanabilir. Dolayısıyla Türkiye’de özel bir Kürt özerkliğindense, genel olarak Türkiye’nin tamamında uygulanacak bir idari özerklik, bir siyasi özerklik Türkiye’nin tamamı için daha uygun olur. Bir arada yaşamak için daha uygun olur. Böyle bir ulus tanımı, böyle bir etnisite tanımı, böyle bir dil tanımı. Bu ulus, kendini böyle bir yönetim mekanizmasıyla yönetirse, kendini daha fazla ülkenin vatandaşı hisseder. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin özgür yurttaşı olarak hisseder. Aidiyeti de güçlenmiş olur, kuvvetlenmiş olur.

Neden demokratik özerklik diyoruz. Az önce özerkliklerin tanımını yaptık.Sincan Bölgesi, yani Çin’deki Doğu Türkistan Özerk Bölgesi’ni bizzat gezdim, oraya gittim. Parlamento heyeti olarak, Cumhurbaşkanı heyeti olarak eşlik ediyorduk, yerinde gördük. Özerklik var, ama demokrasi yok. İki dilde tabelalar Çince ve Uygurca, Uygur Türkleri yaşıyor orada. Seçimle işbaşına gelen Uygur Türklerinin bir meclisi var, ancak Pekin’den gönderilmiş, atanmış bir Vali, Çin Komünist Partisi adına orada parlamentonun bütün kararlarını denetleme, veto etme yetkisine sahip. Demokrasi adına hiçbir şey yok. İnsanlar korkudan birbirine bakmaya, üç kişi yan yana yürümeye korkuyorlar.

Dolayısıyla, özerkliğin kendisi tek başına otomatik bir demokrasi getirmiyor. Özerklik idari model sadece. İçinin demokrasiyle doldurulmasının yolu ve yöntemi de; sırf özerklik model olarak Türkiye’de belediyeciliğin yerineinşa edildi diye, otomatikman halk demokrasiye, yönetime katılmış olmuyor. Bunun kanallarının açık olması gerekiyor. Kanalları açık değilse, yani halk siyasete katılırken, aday olurken, seçim yaparken, tercihte bulunurken, seçtiklerini denetlerken, etkili mekanizmalara ve kanallara sahip değilse, yine demokrasi olmaz. Dolayısıyla biz demokratik özerklik modelinin farkını ortaya koyabilmek, özelliğini ortaya koyabilmek için demokratik özerkliği parti programımızda tanımladık.

Belçika’da Flaman bölgesi vardır, Fransız bölgesi vardır. İkisi de özerktir. Anadilleri farklıdır. Farklı anadilleri konuşurlar. Bir tür özerklik modeli uygularlar. Belçika ulusal parlamentosu da var. Bir bölge daha vardır Belçika’da.Üç özerk bölgedir. Bir modeldir. Ama alıp Türkiye’ye uygulayalım derseniz, uymaz. Kendi içinde demokrasiyle işletmeye çalışıyorlar, olmaz.

Bizim HDP olarak bir siyasi önermede bulunmamız niye hak olmuyor?

Bu toprakların kendine has bir yönetim modelini de; tartışmayla inşa etmesi lazım. Bu bir idari model teklifidir. Kime yapılmış bir tekliftir, Türkiye kamuoyuna yapılmış bir tekliftir. Seçmen olanlara, seçmen olmayanlara bir öneriyapılmıştır. Ey halkımız denmiştir; biz seçilirsek Türkiye’yi şu şekilde yönetme arzusundayız. Milli birliğimiz dediğimiz şeyi böyle sağlayacağız. Kültürleri, dilleri böyle koruyacağız. Onun da varlığını koruyabileceği, en demokratik yönetim mekanizması olarak da bu şekilde yöneteceğiz demişiz. Bu bir önermedir.

Bu suç oluyor da; ben Başkanlık modeli ile ülkeyi yönetmek istiyorum diyeninki niye suç olmuyor? Bizimki bir önerme. Başka biri de diyor ki; hayır diyor, benim milletimin dili tektir ve bu milleti bir kişi yönetecek diyor, o da Başkan olacak diyor. Bu da bir önermedir. Bakın idari model öneriyor, milleti tarifliyor, motivasyon kaynaklarınıtarifliyor, ortak tarihi tarifliyor, her gün yapıyor bunu, tekrarlıyor. Onun hakkı oluyor da; bizim HDP olarak bir siyasi önermede bulunmamız niye hak olmuyor? Özerklik dediğimiz anda, anında kıyameti koparıyorlar; “vaay bölücüler.” Parlamentoda da yaşıyoruz bunu,parlamentoda. Yargı böyle yaklaşıyor demiyorum sadece. Parlamentoda konuşma yapıyor arkadaşlarımız; ya bir dinleyin önce bir anlamaya çalışın, bu arkadaşımız ne anlatıyor. Bu arkadaşımız bir dert anlatıyor, dert ile birlikte, bir çözüm sunuyor.Bunlar bir anlaşılsın. Kabul görmezse, eyvallah, amenna başka bir çözüm üstünde tartışalım. Ama konuşulmasına, tartışılmasına fırsat verilmiyor, kamuoyuna ulaştırmamıza fırsat verilmiyor. Basın bize kapatılıyor, ambargo uygulanıyor.

Kimlik insanın onurudur, dil insanın haysiyetidir

Fezlekede olduğu için hatırlatıyorum sadece. Anadilinde eğitim; iddianamede var, yeri geldiğinde tartışacağız yine. Selahattin Demirtaş Ahmet Yıldırım’ı aramış. Dicle Üniversitesi’nde Doçent. Demiş ki, anadilinde eğitim ve özerklikle ilgili yeni anayasaya öneri yapacağız. Bu konuda çalışmayı ne yaptınız, tamamladınız mı? Bak, örgütsel terör faaliyeti…

Ahmet Yıldırım kim; Parti Meclisimizin üyesi, orada yazmıyor ama. Şu anda da Muş Milletvekilimiz, Grup Başkanvekilimiz. Bir akademisyen; coğrafya profesörü, o zaman doçent ve partimizin de resmi Parti Meclisi üyesi. Kendisini aramışız; parlamentoda yeni anayasa çalışması var. Bu başlığı sen ve Dicle Üniversitesi’nde bizim 4 tane dahaParti Meclisi üyemiz var,onlarla birlikte çalışma yürüteceksiniz. Öncesinde de konuştuğumuz için telefonda hatırlatmışız. Sen misin telefonda anadilinde eğitim, özerklik… Fezleke oradan. İşte dinleme yapmış birileri; sözde terör örgütü yöneticiliğine delil olarak koymuş oraya, gibi gibi.

Bu ülkede Başkanlıkla ilgili, adı Başkanlık, keşke Başkanlık olsa çok daha iyi olurdu; Başkanlıkla ilgilipropagandaya kimse, bu bir suç unsuru taşıyor, ülke için tehlikelidir diyebiliyor mu? Bu imkân da kalmadı, tartışmak bile yasak. Belki kötüdür, belki bu her şeyi bir tek adamda birleştirmek ülkeyi bölüp parçalayacak, belki tek adamda her şeyi birleştirmek, yetkileri ona vermek, ulusal birliği bozacak. Belki tehlikelisi budur, ki bize göre budur. Bunun da tartışılmasına izin yok.

Başkanlık modelini savundu diye gözaltına alınan bir AKP ilçe yöneticisi tanıyan var mı, yok? Ama özerkliği savundu diye tutuklu olan yüzlerce HDP’li var. Peki ne yapacak HDP’liler, biz ne yapacağız? Sadece Kürtler demiyorum, HDP’de sadece Kürtler yok, birçok inançtan, kimlikten insan var. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak tanımlıyoruz kendimizi, bu ülkenin evlatları olarak tanımlıyoruz. Etnik kimliğimizi öne çıkarmamaya çalışıyoruz.

Kimin lafıydı hatırlamıyorum; ‘neden bu kadar çok Kürtlüğünüzün altını çiziyorsunuz’ diye bir soru sorulmuştu. Çünkü yüz yıldır üstünü çiziyorlar, bu sebeple altını çizmek istiyoruz, bu kadar. Etnik kimliğin bizim açımızdan başka bir anlamı yok. Kürt olunca aniden özgürleşip, Kürtlüğün kabul edilince, başımız tavana ermiyor. Ama yasaklandığı müddetçe de; bir onur, haysiyet sorunudur. Çözmeden başka bir şeyle de ilgilenemezsin.

Kimlik böyle bir şey; insanın onurudur, dili insanın haysiyetidir. Dilin yoksa onurun yoktur. İster konuş, ister konuşma. Yasaklanmaması lazım. Kimliğin, dilin, kültürün yasaklanmaması lazım. Yasaklandığı müddetçe partimiz bunun savunmasını her bir etnik dil, kültür için yapmaya devam eder. Ama bu yönüyle HDP, sadece Kürtlerin partisi, Kürtlerin haklarını savunan bir parti değil.

Tek millet değil, bir millet

Az önce anlatmaya çalıştığım çerçevede, yeni bir ulus tanımlaması, yeni bir motivasyon, yeni bir heyecanla bir arada yaşamaya devam etmemizin, yeni yüzyıllara doğru vizyonumuzu oluşturmamız lazım. Bu, Türk milletini yok saymak değildir. Türk milletini yok etmek değildir. Bu, Türk milleti için bir tehdit değildir. Türk milleti vardır ve olmaya devam edecektir. Aynı şekilde, aynı hakkıyla, aynı özgürlüğüyle; kendi devletinde, anavatanında, toprağında bu şekilde yaşamaya devam edecektir. Bu Türk milletinin, yok edilmesi, parçalanması değildir.

Ben mesela, kendine Çerkez diyen birine, “hayır sen Kürt’sün kardeşim” demeyi kendime hakaret sayarım, bırak ona. Adam Çerkez’im diyor, Arap’ım diyor, yok sen Kürt’sün, sen benim milletimdensin. Sen nasıl bir milletsin ki; kendine Kürt diyeni de, Arap diyeni de, Laz, Çerkez diyeni de, ille de hayır sen benim milletimdensin deyip, milletine dâhil etmeye çalışıyorsun. Milletler böyle değildir. Milletler zoraki, tehditlerle bir araya gelip varlığını sürdüremezler. Bu Türk milletine de zarar verir. Türklüğe zarar işte budur.

Türklüğü korumak isteyen, Kürdü zorla Türk yapmaya çalışmaz. Kendi diliyle, kültürüyle ilgilensin; benim Türk kardeşimin de her türlü hak ve özgürlüğünü, bir Kürt olarak savunmama da izin versin, müsaade etsin. Ben de onu yapayım. Aynısını, o da benim için yapsın. Biz böyle kendimizi bir millet sayalım.

Tek millet değil, bir millet. Tek başkadır, bir başkadır. Bizim sloganımız birliktir, teklik değildir. İkisi aynı gibi görünür, öyle değildir. Tek’in çoğulu, çoğul kullanımı tekliktir. Bir’in çoğul kullanımı, birliktir. Rakam olarak, nicelik olarak aynı şeye tekabül etse bile, içerik olarak aynı şey değildir.

Sloganımız birliktir, teklik değil

Biz birliği savunuyoruz. Birlik içerisinde olmalıyız ve bunları yaparken de, elimizdeki demokrasinin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanmalıyız. Parlamentoyu, yargıyı, basını, akademiyi, yürütmeyi, yani devlet ve sivil toplum olarak elimizde ne kadar imkân varsa hepsini aynı motivasyona doğru harekete geçirmeliyiz.

Peki kim yapacak bunu?Siyaset kurumu. Başka kimse öncülük yapamaz buna. Siyaset kurumunun içinde bulunduğu durum ne peki? Birisi kendini Başkan ilan edebilmek için, 2019’a kitlenmiş, başka bir şey umurunda değil. Öbürü hesapsız kitapsız destek vereceğini açıklamış. Bir diğeri ben nasıl Başbakan olabilirim derdinde. Biz de hapisteyiz.

Hangi siyaset kurumu, Türkiye’nin geleceğinin öncülüğünü yapacak, bu vizyonla? Ne olacak? Doğa, tarih, sosyoloji, bilim boşluk kabul etmiyor. Başka birileri dolduruyor, dolduracak. Şiddet örgütleri dolduracak, terör örgütleri dolduracak, emperyalistler dolduracak, işgalciler dolduracak. Hayatta Ortadoğu gibi bir yerde, dünyanın en kıymetli coğrafyasında bu boşluğu kimse kabul eder mi?Etmezler, dolduracaklar. Biz dolduramazsak, başkaları dolduracak bu boşluğu. Biz dediğim, işte hepimiz. Ve biz böyle tarihi bir dönemde, bu muameleyle karşı karşıyayız. Bunu hak etmiyor, Türkiye de bunu hak etmiyor.

Başkanlık modeline değil tek adamlığa karşıyız

Başkanlık modeli olabilir. Partimiz model olarak Başkanlık modeline hiçbir zaman karşı çıkmadı. Model olarak… İçeriğine karşı çıktı, tek adamlığa karşı çıktı. Az önce anlattığım özerklik idare modelinde Başkanlık da olabilir. Ülkenin bir Başkanı da olabilir. Merkez Başkanlık modeliyle yönetilebilir. Ülkenin bir senatosu olur, hatta iki parlamentosu olabilir, bir de Başkanı olur.

Ama yerel yönetimlerin tamamında yerel özerklik olur. Aykırı değil ki… Ya da özerklik olmaz, ama Başkanlık tümüyle demokratik bir denetime tabi olur. Parlamento, yerel yönetimler, medya, sivil toplum, yargının denetimine açık olur. İsmi Başkanlık modeli olur, o da olur, tartışılabilir. Partimiz buna da karşı çıkmadı, bir model olarak tartışılabilir. Tartışmaya değerdir. Bizim karşı çıktığımız, bugün bana karşı kişisel olarak da… (DUYULAMADI)

Biz böylesine tek adamlığa karşıyız. Bununla mücadele de ederiz. Bu ülkenin geleceği açısından çok önemlidir. Eğer bu model ülkeyi birarada tutacak diye söylüyorlarsa, kesinlikle yanılıyorlar. Çok çok büyük tehlikeler çıkabilecek. Bakın Başkanlık, model olarak uygulanan ülkelerde seçimle olmaz, rızayla olur. Seçim sadece kimin Başkan olacağını belirler. O Başkan adayına oy vermemiş olanların rızası, o Başkanın meşruiyetini sağlar. Örnek olarak Obama seçildiği gün Başkan olmuştur. Çünkü kendisine oy vermeyenlerin büyük kısmı rıza göstermiştir Başkanlığı’na. Ancak Trump halen Başkan olamamıştır, çünkü kendisine oy vermeyenler, onun Başkanlığına rıza göstermiyorlar.

Yüzde 50+1 oy verenlerin değil, oy vermeyen yüzde 50’nin rızasına ihtiyaç var

Başkanlık yüzde 50+1 oy almakla gerçekleşmiyor. Model olarak da, bu şekilde hayata geçmiyor. Sana oy vermeyenlerin rızasıyla, sen Başkan olabiliyorsun. Resmi olarak sana oy vermiş olanlar, seni göreve getiriyor; ama senin meşruiyetini asıl seni seçmeyenler sağlıyor. Çünkü demokrasi, onlarla kuracağın ilişki üzerine inşa ediliyor. Başkanlık’ta da böyledir. O nedenle Türkiye’deki bu anlayışla, asla ülkeye birlik, huzur gelmez, gelemez. Çünkü bir Başkan adayı yüzde 50+1’in peşinde koşuyor şu anda. Diğer Başkan adayları da bunu yapmak zorunda kalacak.

Ben kazansam mesela, hasbelkader Selahattin Demirtaş kazandı. Yüzde 50+1 aldım. Ben de adaydım. Türkiye’nin yüzde 50’si rıza göstermeyecek bana. Demirtaş gibi biri, bizim Başkanımız olamaz diyecek. Peki ben bu ülkeyi nasıl yöneteceğim? Nasıl sağlayacağım bu ülkenin birliğini. Başkan, ülkenin birliğini temsil eder. Modelin tasarımında hata var. Bu topraklara uygun değil. Başkanlık sistemi olabilir bu topraklarda, ama tasarımı yanlış yapılmış. Bu kadar yetki, bu kadar sorumsuzluk, bu kadar güç üzerine Başkanlık bu topraklarda inşa edilirse, tehlikeli olur.

Bu topraklar Yavuz’u da gördü, Kanuni’yi de gördü, İskender’i de gördü bu topraklar. En güçlü, en muktedir, en işte her şeyi ben yaparım diyenler, bu kadar yetkiyi almadılar, istemediler, tehlikeli gördüler. Giderek yetkilerinden vazgeçtiler. Abdülhamit’e, Abdülmecit’e geldiğimizde; parlamento artık Padişahın görevden alınıp alınmayacağını, yetkisini tartışıyordu. Çünkü bu topraklar taşımıyor artık böyle bir şeyi. Oraya dönüş olmaz, olamaz. Çok yanlıştır, büyük bir hatadır.

Özerklik bunun panzehiridir. Başkanlık modeli olacaksa, demokratik denetime açık bir Başkanlık, yerel yönetimlerde de özerklik. Alın size ulusal parlamentomuzda, ulusal birliğimizin temsili. Bir bayrak altında, eşitçe, kardeşçe yaşayabileceğimiz modeller. Yine diyorum; dünyanın en iyi fikrini biz savunduk da demiyorum. Tartışmaya değer en azından. Bakın fikir üretiyoruz, proje üretiyoruz. Bunlar da öyle arkadaşlarımızla oturup iki günde, üç günde oluşturduğumuz bir şey değil.

Tartışmıyorlar, yasak diyorlar…

Fezlekeye konu olan özerklik çalıştayları, onlarcası yapıldı. Demokratik Toplum Kongresi’nin düzenlediği onlarca özerklik çalıştayları. Akademisyenler, siyasetçiler, AKP’liler de dâhil, CHP’liler dâhil, MHP’ye yakın milletvekili katılmadı, ama akademisyen-siyasetçi katıldı bu toplantılara. Fikirlerimizi paylaştık, böyle düşünüyoruz dedik. Eleştirilerini yaptılar. Şurası tehlikeli dediler, şurası iyi dediler, şöyle olsa iyi olur dediler. Bir kolektif, ortak bir akıl oluşturmaya çalışıldı ve onun senteziyle birlikte, bir şeyler yapmaya çalıştık bu ülke için. Birlikte nasıl yaşayabiliriz diye, bunun için…

Arkadaşlarım hep bunu anlatmaya çalıştılar, dilleri döndüğünce. Kolay bir iş de değil. Türkiye gibi bir yerde farklı bir modeli bir Kürt olarak, ayrılıkçı, bölücü bir Kürt olarak yaftalanmışken, bunu anlatmaya çalışmak kolay bir iş değil. Fakat buna rağmen, yapmaya çalıştık. 2007-2008’de parlamentoda “özerklik” diye bir kitapçık çıkartıp 550 milletvekiline dağıttık.

11 yıl önceden söz ediyorum, 11 yıl önce. O günden beri tartışıyoruz, en iyisini bulmaya çalışıyoruz. Ama bir gün; özerklikten daha iyi bir model var, özerklik değil ama merkezi sistem içerisinde şöyle şöyle mekanizmalar kurulursa, daha iyi olur diye bir fikir gelişmeye başlarsa, biz buna da açığız. Düşünce dediğiniz şey, değişime açık olmalı. Partimiz kutsal bir metin oluşturmuyor ki. Parti programları geçicidir, değişkendir. Buna da açığız. Ama kimse bizim fikrimize iyi olmuş, kötü olmuş şeklinde eleştirilerle konuşmuyor. Yasak diyorlar yasak! Bunu konuşmak yasak, bunu savunmak yasak! Bununla ilgili yazı yazmak yasak! Akademide çalışma yapmak yasak! YASAK, YASAK, YASAK! İstiklal Mahkemesi’ndeki Diyarbakırlı Kürtçe konuşan çocuğun, Kürtçe konuşmasından beri, yasaak, yasaaak deniyor! Biz bunu aşmaya çalıştık, mahkemenizin önüne iddianame olarak geldi. Hiç değilse bunu başarmış olmalıydık, tartışabilmek… Bir tartışabilseydik de, yine yargılansaydık. Bunu tartışabilmeyi, bir kültür halinde öğrenebilseydik, yine yargılansaydık. Denseydi ki, şurada şurada şu suçu işlemişsin, ama tartışılmadı. Yargı bunu tartışmıyor, iddianame hazırlayan savcılar, iddianamede bunu tartışmıyor, bu nedir diye bakmıyor, bu anlattıklarımın hiçbirine değinmiyor, kimse umursamıyor. Umursamayınca, üstü örtülmeyince yok olmuyor, sorun büyüyor, devam ediyor. Sonra başka çözüm arayışları, fikirleri ortaya çıkıyor, en tehlikelisi de, müdahaleler oluyor, müdahaleler. İçten, dıştan, emperyal güçler müdahale ediyor.

Siyasi hatalarımız, eksiklerimiz var

Dünyanın en zengin toprakları üzerinde yaşıyoruz. Sadece maddi zenginlikten de söz etmiyorum. Neredeyse 30’a yakın medeniyet iz bırakarak buralardan geçmiş. Kültürlerin zenginliği, dinlerin, inançların, dillerin zenginliği… Yeraltı, yerüstü zenginliğini zaten söylemeye gerek yok. Dünyanın birçok yerinde su kıtlığı yaşanırken, ülkemiz hem tuzlu su, hem tatlı su açısından bir cevher gibi. Yeraltı, yerüstü madenleriyle bir cevher gibi. Fakat bütün bu zenginliğin üzerinde, hem kültürel yoksunluk ve yoksulluk, hem ekonomik yoksunluk ve yoksulluk açısından dünyanın en fakir ülkelerinden biriyiz. Bunda hiç kimsenin suçu yok mu yani, bütün suç bizde mi? Bölücülük yaptık da, böyle oldu da; özerkliği savunduk şöyle oldu da; Kürtçe konuştuk da… Başka hiç kimsenin suçu yok mu bu ülkenin bu hale gelmesinde? Niye bu kadar zenginliğin, hazinenin üstünde yoksullar olarak yaşıyoruz? Niye bu kadar kültür yoksunuyuz? Niye bu kadar dil yoksunuyuz? Bunların hepsi problem. Tutumlarımızdan kaynaklı…

Bizim de hatalarımız var. Yeri geldiğinde de değineceğim. Siyasi hatalarımız var. Suç işleme saikiyle, tek bir eylemim, faaliyetim yoktur. Ama siyasi hatalarımız var. Kendimi doğru ifade edebilme, Çin atasözüdür yanılmıyorsam; “Senin ne kadar bildiğin, karşındakinin ne kadar anladığıyla ilgilidir” diye. Karşıdaki ne kadar anlıyorsa, senin bilgin o kadardır. Dolayısıyla aynı zamanda, bir iletişim problemidir siyasette.

Ben çok başarılı olduğumuzu düşünmüyorum. Eksikliklerimiz var, kendimizi anlatamadık, ifade edemedik. Hep bizi yanlış anladılar diye de, muhataplarımızı çoğu zaman suçladık. Böyle de davranmamak lazım, bizim de eksikliklerimiz var. Kendimizi anlatmak zorundayız. Ne yapalım? Mağdurun böyle bir yükü her zaman vardır. Mazlumun böyle bir yükü her zaman vardır. Bizi anlasınlar ne yapalım. İşte Amerika bizi anlasın, Türkiye mağdur. Anlamaz! Avrupa Birliği bizi anlasın, anlamaz, anlatacaksın. Kürtlerin de bu psikolojiden çıkması lazım. “Bizi anlasınlar.” Hayır.

En doğru yolu bulmamız lazım. En doğru sözcükleri bulmamız lazım. Doğru örgütlenme modelini, propaganda modelini bulacağız. En doğru araçlarla kendimizi bütün Türkiye’ye, bütün dünyaya anlatacağız. HDP bunun partisidir. İşte bu fikrin kurumsallaşmış siyasi partisidir. Programında bunlar vardır. Daha doğru anlatma iddiasıdır, HDP’nin iddiası… Yeni yaşamı kurma ve bunu Türkiye toplumuna daha doğru anlatma iddiasıdır. Farkı budur. Yeni bir şey icat etmiyoruz. Sorun yaratmıyoruz. Var olan sorunların üzerine, katmerleştirecek yeni sorunlar katmıyoruz. Sorunları doğru tahlil edip, tarihi doğru analiz edip, iyi bir gelecek vizyonu oluşturup, bunu da doğru bir dille Türkiye’ye anlatmaya çalışıyoruz. Ve başımıza gelenler budur!

Atı alan Üsküdar’ı geçememiştir bugüne kadar

Bir başka fikri olan lider ve parti var. Benim fikrim başka diyor. Bunun önüne çıkanı da ezerim, çünkü gücüm var. Ben illa kendi projemi uygulayacağım diyor. Buna karşı çıkana da; milli birlik ve kardeşliğimize karşı çıkıyor diyor. “Bu bizim mili birlik meselemizdir.” Niye öyle oluyormuş? Sen niye bizim milli birliğimizi temsil ediyorsun ki?Sen sadece partinin birliğini temsil ediyorsun. Cumhurbaşkanı yönünden de, devleti temsil ediyorsun. Ben mesela kendi temsiliyetimi sende görmüyorum. Siz bende görebiliyor musunuz? AKP yönetimi olarak ben Cumhurbaşkanı olduğumda, bu modelde Başkan olduğumda, milletin birliğinin bende temsil edildiğini görebilir misiniz, göremezsiniz. Biz niye sende görebiliyormuşuz? Seni eleştiren niye bu ülkenin düşmanı oluyormuş? O modeli eleştiren, niye vatan haini oluyormuş? Niye dış güçlerin maşası oluyormuş? Yok böyle bir şey. Bu bir kandırmaca, aldatmacadır. Bir alavere, bir dalavereyle 2019 seçimlerini kotarıp bitti bu iş, atı alan Üsküdar’ı geçti lafının tekrarını söylemek için mi bütün bu hazırlıklar yapılıyor?

Hiç de öyle Türkiye’de, atı alan Üsküdar’ı geçememiştir bugüne kadar. İnanmıyorsa, İskender’i okusun, İskender de buradan geçti. Baksın bakalım var mı İskender’den kalan bir şey; taş topraktır. Gideceğiz, hepimiz gideceğiz. Her birimiz gideceğiz. Kimse kendini baki olarak görmesin. Türkiye’de, başka bir model dayatması adı altında, milli birlik, milli heyecan, yerlilik meşruiyeti yaratma adı altında, kimseyi ötekileştirmesin, düşmanlaştırmasın. Biz bunu kabul etmeyiz. Milliliği, yerliliği, nasıl böyle bir modele göre tanımlarlar ki? Nasıl bizim fezlekede önerdiğimiz model düşman model olur da, başka bir partinin modeli, milli ve yerli model olur?Bunu kabul etmeyende Türkiye’nin düşmanı kabul edilir.

İmralı’dan bize talimat falan gelmedi

Bu iddianame aynı zamanda bunu bize söylüyor. Sen diyor bu modeli savunmakla, hayata geçirmeye çalışmakla, konferansını yapmakla, bunun çalıştayını yapmakla düşman oldun diyor. Biz bunu kabul etmiyoruz, asla kabul etmiyoruz, suçlama olarak bile kabul etmiyoruz. Fikirlerimizi savunmakta da ısrarcıyız. Türkiye’yi kurtaracak şey tek adam değildir, çok insandır, çözüm budur; Türkiye’yi tek adam değil çok insan kurtarır. Ne kadar çok insan bir araya gelip ülkeyi yönetirsek, o kadar kurtuluş umudumuz vardır. Gerisi Türkiye’nin daha fazla zorluk yaşaması anlamına gelir. Buna karşı çıktık, bunu eleştirdik diye hedef haline geldik. Çözüm sürecinin bitirilmesi ile tehdit edildik; “Bunun önünü keserseniz bizde çözüm sürecini bitiririz.”

İşte dün bir laf söyledim de basında farklı speküle edildi. İmralı’dan bize talimat falan gelmedi, hükümet bunu talimat diye sundu. Orada talimat falan yazmıyor. İmralı’da Cumhurbaşkanı adayı olmamam, 7 Haziran’da parti olarak seçime girmememiz için her türlü lobiyi yaptılar. Ama ne kendisi kabul etti, ne de biz kabul ettik. Böyle bir şey olmadı. Çünkü çözüm süreci dediğimiz şey demokrasinin ortaya çıkarılması için, silahların susması, akan kanın durması için yapılan bir şeydi. Bir kişinin yeniden güçlenip, saltanatını oluşturması için çözüm süreci başlatılmamıştır. Buna karşı çıkmamız da, siyaseten hedef haline getirilmemize neden oldu.

“Demirtaş çözüm sürecini bitirdi, Demirtaş sessiz kalsaydı çözüm süreci başarılı olacaktı, Demirtaş ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız’ demeseydi Tayyip Erdoğan sorunu çözecekti, Demirtaş şöyle yapmasaydı bugün ülkede tam demokrasi vardı…” bunların hepsi yalandır. Demirtaş’ı ve HDP’yi hedef haline getirip yargının önüne atmanın psikolojik alt zeminini oluşturma çalışmalarıdır.

Bir insan rahatlıkla diktatör olabilir, ama kolay başkan olamaz

Türkiye’de AKP’nin nereye gittiğini en hızlı şekilde ilk tespit eden biziz. Nasıl ki, Cemaati ilk tespit edip teşhir eden, 8-9 yıl önce biz idiysek, AKP’yi ve Erdoğan’ın gidişatını da ilk biz tespit ettik. O yüzden çıkıp “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedik. Bizim derdimiz Recep Tayyip Erdoğan’la değil, modelin kendisiyledir. Model demokratik olsun, halk onu seçecekse baş göz üstüne. Başımızın tacıdır diyeceğiz. O seçildiyse geri kalanlarında rızası oluşur sadece. Biz de buna rıza veririz.

Ama rıza yoksa, ki yok, “Seni Başkan Yaptırmayacağız” demek rıza vermeyeceğiz demektir. Seçilirsin, ama başkan olamazsın demektir. O nedenle HDP’liler yaşadığı, nefes aldığı sürece “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedik. Rıza vermeyeceğiz.

Bizim gibi düşünen Türkiye’nin yüzde 50’sinden fazlası var, rıza vermeyecekler. Niye zorluyorsun bu ülkeyi böyle. Rızasını al ülkenin. Oyunu değil sadece, rızasını al, geri kalanların gönlünü al. Bunu da demokrasi ile yapabilirsin ancak. Başka türlü yapamazsın. Bir insan rahatlıkla diktatör olabilir, ama kolay başkan olamaz. Çok zor bir şeydir. Daha geniş bir gönül ister. Demokrasiye yürekten inanmayı, demokrasiyi kültürel olarak benimsemeyi gerektirir.

Demokrasiyi bir kültür haline dönüştürecek modelin önünü açmalıyız

Demokrasi anayasada yazmaz, önünüzdeki kanunlarda yazmaz. Parlamentoda biz demokrasi yapmayız. Kuralları belirleriz, yasa koyucu irade bunu yapar. Ama kültür geliştikçe, demokrasi kültürü evrimleştikçe, demokrasi yaşam tarzına dönüşür.

Vereceğim örnekten dolayı kusura bakmayın, ama sokağa tükürmek bir kültürel meseledir. Suç olup olmaması ile ilgili bir mesele değildir. Şu anda Kabahatler Kanunu’nda yanılmıyorsam bulunuyor. Sokağa tükürmek Kabahatler Kanunu’na göre suçtur. Ama mesele bu mudur? Kabahatler Kanunu’nda yoksa ya da yokken sokağa tükürmek normal miydi? Kültür meselesidir. Zaman alır.

Mutfağınızda pişen yemek bir kültürdür. Tuzu, baharatı, biberi bir kültürdür. O kadar uzun yıllar sonucunda oluşmuştur, ki o aniden oluşmaz. Yemek kültürünüzü hemen değiştiremezsiniz. Anadan, atadan, dededen gelmiştir. Demokrasi de böyledir. Ben bu sabah demokrat uyandım diyemezsiniz. Dün bir yasa çıktı hepimiz demokrat olduk diyemezsiniz. Bir kültürdür, zamanla oluşur, nesillerin geçmesi gerekir. Yasalarla oluşmaz, ama yasalar bunun önünü açar.

Bir kişi veya bir lider de kimseyi demokrat yapamaz. Böyle bir modelden demokrasi çıkmaz, demokrasi kültürü çıkmaz. Budur mesele. Biz demokrasiyi bir kültür haline dönüştürecek modelin önünü açmaya, bunu savunmaya çalışıyoruz.

Cemaat’in projesi, AKP’yi bir paravan olarak kullanıp arkasından AKP’yi ele geçirmekti

Kendisi birikmiş bütün bu demokrasi sermayesini yok edecek bir modelde ısrar ediyor. Yargılamanın konusudur diye bunları konuşuyorum. Hepsi yargılamanın konusudur. Cemaat buna müdahale etmiştir uzun süre. Yapmaya çalıştığı şuydu, basitçe söyleyeyim. Siz daha iyi çözmüşsünüzdür eminim. Bu konuda farklı da düşünüyor olabiliriz, ama Cemaat şunu yapmaya çalıştı.

Fethullah Gülen Cemaati,gücü önce AKP’de ve Erdoğan’da buluşturup, orayı ele geçirmeye çalıştı. Cemaat’te gücü birleştiremeyeceğini biliyordu, kimseCemaate oy da vermiyor, seçime de girmiyor, bir yasallığı da yok. Toplum içerisinde bir cemaat olarak meşruiyetini sürdürüyor sadece. Ama AKP’yi bir paravan olarak kullanıp, bütün yetkileri, devletin bütün kurumlarının yetkilerini önce orada toplayıp, arkasından AKP’yi ele geçirmek. Proje, hamle buydu. Bunu başaramadılar.

Demokraside devleti kimse ele geçirememelidir

Tehlikenin büyüklüğü işte buradadır. Biz niye bütün gücü bir kişi veya partide biriktiriyoruz ki? Bakın işte biri çıkıp ele geçirince, her şeyi ele geçirmiş oluyor. Çok tehlikeli bir şey, demokraside devleti kimse ele geçirememelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hiç kimse ele geçirememelidir. Bir parti, bir kişi ele geçirememelidir. Devletimiz buna izin vermeyecek bir mekanizmaya sahip olmalıdır.

Devleti ele geçirmeye çalışmak çok tehlikelidir. Çok tehlikelidir.Toplum buna hem farklı refleksler göstermiştir, ki gösterir. Bundan vazgeçilmesi lazımdır. Ben iktidara geldim, devleti ben ele geçireceğim. Mesela Almanya’da böyle bir şey yok, bir kültüre dönüşmüş artık yavaş yavaş. Almanya’da hükümet değişir, ama İl Milli Eğitim Müdürü değişmez. Çünkü o devletin memurudur.Devletin temeli vardır, o temele dair onu işletmek üzere oradadır. Almanya’da iktidar, hükümet değişir…(DUYULMADI) Merkel’in partisine yakın biri oraya getirilmez.

Ama bizde öyle mi? Parti iktidara gelir, sınıf başkanına kadar değişir. O kadar diyeyim artık. Sınıf başkanına kadar mümkünse ilkokuldaki, ortaokuldaki sınıf başkanları da o partiden olmalıdır. O kadar müdahale edilir. Bu devlete müdahaledir. Partiyi devlete sızdırmaktır. Parti devleti haline getirmektir. Bu AKP ile başlayan bir şey değildir. Bu işin piri de CHP’dir. En başarılı şekilde yapmış olan CHP’dir.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 7.bölümü". hdp.org.tr. 15 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

16 Şubat[değiştir]

VIII. Bölüm[değiştir]

Günaydın, herkese teşekkür ve selamlarımı iletiyorum.

31 fezlekemin içeriğine dair kapsamlı bir değerlendirme yapıp, her bir fezlekede ayrı ayrı savunmaya geçmeden önce bir alt bilgi oluşsun diye Türkiye’deki demokrasi sorununun, Kürt sorununun alt planını, tarihi geçmişini anlatmaya çalışmıştım; bunun kısmen bölgesel sorunlarla bağlantısını anlatmaya çalışmıştım.

Çünkü fezlekelerde bana itham edilen, iddia edilen suçlamaların bir kısmı toplantı gösteri yürüyüşleridir,ki aslında bunlar da ifade özgürlüğü kapsamındaki suçlamalardır. Çünkü sadece sözle değil yürüyüşle de, protestoyla da, mitingle de insanlar düşüncelerini açıklayabilirler. Dolayısıyla fezlekelerin neredeyse tamamıdüşünce, ifade meselesiyle ilgili konulardır.

O halde bu düşüncelerim neyi ifade ediyor, neyi anlatmaya çalışmışım, tam olarak neye tekabül ediyor, hangi siyasi gelişmelere tekabül ediyor?Biraz daha kaldığım yerden devam etme ihtiyacı hissediyorum. Dün özellikle Türkiye’nin nasıl bir toplumsal yapılanma ile yeni yüzyılda yoluna devam etmesi gerektiğine dair hem kendi şahsi hem de partimin görüşlerini paylaşmaya çalıştım. Tabii ki bu görüşler bir günde oluşmuş görüşler değil. Her insanın görüşü uzun bir süreç çerçevesinde oluşur. Partiler için de bu böyledir. Partiler de görüşlerini, programlarını oluştururken tartışmalar yürütürler, çalışmalar yürütürler, çalıştaylar yaparlar, konferanslar yaparlar, araştırmalar yaparlar.

Nitekim hem DTP, yani benim ilk görev yaptığım, milletvekili seçildiğim partim DTP, daha sonra Eş Genel Başkanlığını üstlendiğim BDP ve son olarak da şu anda milletvekili olduğum ve bir müddet de Eş Genel Başkanlığını yaptığım HDP’nin görüşleri, hepsi birbirinden uzun tartışmalar, deneyimler, çalıştaylar sonucunda oluştu. İstikrarlı bir şekilde savunduğumuz görüşler de vardı. Tabii zaman zaman değişime uğrayan güncel, aktüel gelişmelere göre, ihtiyaçlara göre revize ettiğimiz parti programımız ve görüşlerimiz de oldu. Nitekim Türkiye değişiyor, dünya değişiyor, insanlık değişiyor, ihtiyaçlar beklentiler değişiyor; partiler de programlarını, kişiler de düşüncelerini buna göre değiştirmeli ve yenilemeli düşüncesinden hareketle bunları yaptık. Nitekim bazı fezlekelerde, bazı çalıştaylar, bazı toplantılar, bazı konferanslarda yaptığım konuşmalar, hatta o toplantıya katılmış olmamın kendisi bile terör örgütü üyeliği veya yöneticiliği olarak gösterildiği için özellikle bunu belirtiyorum.

DTK son derece meşru, legal, yasal bir yapıdır, bir platformdur

Partimin, şahsımın ve topluma aleni bir şekilde açıkladığımız görüşlerimizin gelişme aşamaları toplumdan bağımsız olmamıştır. Toplumun her kesimiyle yapılan tartışmalar neticesinde şekillenmiştir. Fezlekelerin büyük bir kısmı yapılan konuşmalar itibariyle demokratik özerklik üzerinedir.

İddia şudur ki; bu PKK’nin, Öcalan’ın talimatıyla uygulanmıştır. DTK, Öcalan’ın talimatıyla kurulmuştur. Bu bir terör yapılanmasıdır. Buna üye olanlar da veya toplantısına katılanlar da bu şekilde terör örgütünün yöneticiliğini, üyeliğini, destekçiliğini yapmışlardır. Hali hazırda Türkiye’nin birçok mahkemesinde benzer davalar sürdürülüyor. DTK ile şu veya bu şekilde ilişkili olan herkes hakkında bir soruşturma yürütülüyor. Kimileri işte hazırlık aşamasında, kimileri kovuşturma aşamasında.

Tabii ki, DTK son derece meşru, legal, yasal bir yapıdır. Bir platformdur. STK’ler, siyasi partiler, şahsiyetler, kanaat önderleri, akademisyenlerden oluşan ve AB ile uyum yasasındaki bir değişikliğe istinaden oluşmuştur. Nedir o değişiklik?“Sivil toplum örgütleri bir araya gelerek tüzel kişiliğe haiz olmayan platformlar oluşturabilirler.” Şu anda Dernekler Kanunu’nda bu yasa duruyor.

AB uyum yasalarında bu değişiklik yapılırken çıkarılma nedeni şuydu: O dönem Türkiye’nin çeşitli yerlerinde platform adı altında faaliyet yürüten kuruluşlar vardı, yapılanmalar vardı. Gerek kolluk güçleri, gerek soruşturma makamları, gerekse mahkemeler bu konuda tereddüt içerisindeydiler. “Nasıl değerlendireceğiz bunu, tüzel kişiliği yok, bu yapılanmayı nasıl alttan alacağız, suç oluşturuyor mu bu örgütsel yapı?”gibi tartışmalar vardı. Yargı birbiriyle çelişki halinde kararlar da veriyordu.

Örneğin demokrasi platformları, çevre platformları, kadın platformları, düşünce, inanç platformları; İstanbul’dan Diyarbakır’a,Hakkari’yekadar her yerde bu tür platformlar faaliyet yürütüyordu. Bu çelişkiyi ve yargıda kararlardaki bu uyuşmazlığı gidermek üzere kanunda bu değişiklik yapıldı ve platform tarifi yapıldı. DTK de o dönemde Diyarbakır’da faaliyette olan Diyarbakır Demokrasi Platformu’nun aslında çok daha gelişmiş, genişlemiş, büyümüş bir yapılanmasıydı. Diyarbakır Demokrasi Platformu, Demokratik Toplum Kongresi oluştuktan sonra sönümlendi. Onun yerini DTK aldı.

İnsanları veya toplumu yasalarla demokratikleştiremezsiniz

Dün ifade etmeye çalıştığım toplumun demokratikleşmesidir. Devletin demokratikleşmesi ise başka bir şeydir. O yasalarla olur, yönetmeliğiyle, kurum kuruluşların demokrasiye uygun işleyişiyle, hukukun üstünlüğü ile olur. Toplumdaki demokrasi ise yaşayarak, pratikte hayata geçirilerek inşa edilir. Kültüre dönüştürülür. İnsanları veya toplumu yasalarla demokratikleştiremezsiniz. Üstten bir toplumsal mühendislikle yapamazsınız. Hiçbir toplum bu şekilde demokrasiyi kültür haline dönüştürmez ve demokratik bir topluma dönüşmez. Bunun için bizatihi bunun pratikle yaşanması lazım. Bu ikili ilişkilerde de, aile içinde de böyledir, kadın erkek arasındaki ilişkide de böyledir. Medeni Kanun’da,“kadın ve erkek arasındaki ilişki demokratik olmalıdır” yazsanız da bu otomatikman böyle olmuyor. Bunun yaşayarak, deneyerek, yanılarak öğrenilmesi gerekir. Bizim demokratik toplumdan kastımız budur.

DTK demokratik yaşam deneyimidir

Nasıl öğrenecek peki toplum demokrasiyi? Devlet kendi içerisinde hukukun egemenliği konusunda bir demokrasi revizyonuna tabi tutulurken, toplum nasıl demokrasiyi tanıyacak, öğrenecek? Sözde, lafta biz demokrasiyi biliyoruz. Yani demokrasiden hiç nasibini almamış bir insana da sorsanız, demokrasiyi biliyordur, kendini demokrat olarak tanımlar, ama gerçek öyle midir? “Her birimiz kendimizi bu aynada görmeliyiz” dedik. Toplumla ilişkilerimizde, birbirimizle ilişkilerimizde, öteki diye tanımlanan kimliklerle, inançlarla ilişkilerimizde, devletle ilişkilerimizde demokrasi ilkeleri yaşama geçiyor mu? “Bunu ancak şu şekilde biz hayata geçirebiliriz ve topluma bir mekanizma yaratabiliriz; demokrasiyi yaşayabileceği, deneyimleyebileceği mekanizmalar yaratarak bizler STK’lar, siyasi partiler olarak bunun öncülüğünü yaparak, yaşadığımız toplumda hep birlikte demokrasiyi deneyimlemeye çalışabiliriz” tartışmaları üzerinden oluşmuş platformlardır bunlar. DTK de bütün bu sivil toplum örgütleri, platformlar, bahsettiğim bileşenlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir demokratik yaşam deneyimidir.

Burada kastettiğim nedir, biraz daha açmaya çalışayım. Toplumun her alanında sabah uyandığınızda evinizdeki insanlarla başlamak üzere sürekli ilişki halindeyizdir. Esnafla, şoförle, okulda arkadaşlarla, iş yerinde meslektaşlarla, kamu görevlileriyle, herkesle ilişki halindeyiz. Bu ilişkiler de normal olarak her gün rutin bir şekilde yürümeyebilir. Sorun çıkabilir, arıza çıkabilir, ki nitekim bu olduğu için hukuk doğdu. Toplumun içinden hukuk doğdu. Toplumsal hukuk bu şekilde oluştu. Bu işin devleti oluşunca da, devlete bağlı mahkemeler vs. oluştu.

Fakat toplum bütün sorunlarının devlet tarafından çözülmesini beklemek zorunda değil. “Kendi arasında çözebileceği, diyalog yoluyla, uzlaşarak çözebileceği her türlü sorununu, ekonomik sorununu, işsizlik sorununu, kanalizasyon sorununu, çevre sorununu, park sorununu, aklınıza ne gelirse doğrudan devletin yargı makamlarının yetki alanlarına girmeyen, kriminal suçlar dediğimiz ceza mahkemeleri ya da Yargıtay üst derece mahkemeleri gibi mahkemelerin yetki alanına girmeyen, fakat toplumda sulhla, uzlaşma ile çözülebilecek her türlü sorunun çözümü için diyalog kanalları yaratılmalıdır” dedik. Bunun için insanların bir araya gelebilme imkanları olmalı. Nerede bir araya gelecekler? Şimdi sendikalar var, ama onlar belirli meslek gruplarını bir araya getiriyorlar. Dernekler var, o derneğin tüzüğüne ve amacına uygun davranmak isteyenler o dernekte bir araya geliyor. Toplum içinde değişik örgütlenmeler var, fakat bunların kendi aralarında işbirliği, diyalog, sorun çözme konusunda mekanizmaları yeterince yok. DTK bu konuda bir rol üstlenmek üzere bir araya gelmiş bir yapılanma olarak kendini tanımladı.

“Sivil meclislere şeklinde halk kendisini örgütleyebilir” dedik

Nasıl? Bizler bir mahallede yaşayan topluluk olarak farklı etnik kimliklerden, farklı siyasi partilerden, farklı ideolojilerden olabiliriz. Fakat o mahallede yaşadığımız için o mahalledeki her türlü sorunun çözümü ile ilgili söz hakkımız olmalı. Mahallemize bir park yapılacaksa, mahallemize bir cami yapılacaksa, mahallemizin cemevi ihtiyacı varsa, mahallemizin kilise ihtiyacı varsa, okul ihtiyacı varsa; bunun karşılanması açısından devletin belediyesi var, ilgili il müdürlükleri vs. var. Fakat bunların o mahallede tüm yaşayanlar, topluluk tarafından ortak bir kanaat haline getirilebilip oralara iletilmesinin de bir yolu yöntemi yok. Dilekçe sunulabilir, ama bu da bireyseldir.

Dolayısıyla burada aslında toplumun içinde var olan köy meclisleri, aile meclisleri, geçmiş yıllarda aşiret meclisleri var.Çok daha gerilere giderseniz, toplum hep meclisler şeklinde bir araya gelerek kendi sorununu çözmeye çalışmıştır. Bizler de sivil meclisler şeklinde halk kendisini örgütleyebilir dedik. “Bizim mahallemizin şu sorunu var, belediye meclisine mahalle meclisi olarak şu sorunun şöyle çözülmesini istiyoruz” diyebileceği bir yapı acaba toplumda o demokrasiyi işletme, “biz mahallemizi kendimiz yönetiyoruz, sorunlarımızı bir arada çözmeye çalışıyoruz” duygusunu güçlendirir mi? Aynı zamanda kamu yönetimi, devlet yönetimi dediğimiz mekanizma hizmet sunarken, toplumun kendisi de hem hizmet sunma hem de denetleme mekanizmasına bu şekilde daha fazla katılabilir mi? Bir faydası bu olur dedik.

İnsanlar birbirine dokunacaklar, temas edecekler

İkincisi, bu tür platformlarda bir araya gelecek insanlar birbirine dokunacaklar, temas edecekler. Çünkü tanımadığın şeyden korkarsın. Aleviler örgütlü, kendi içinde örgütlü. İslami hareketler örgütlü, kendi içinde örgütlü. Gayrımüslimler kendi cemaatlerinde örgütlü. Birbirine temas eden, dokunan çok az topluluk var. Bu da toplumun birbirine karşı sürekli bir önyargı, korku beslemesini sağlıyor; bu da toplumsal birleşme dediğimiz birbirinden korkmadan bir arada yaşama duygusunun gelişmesini engelliyor. Sorunların da çözümünü engellediği gibi, sürekli büyümesine yol açıyor.

Bir mahallede, bir şehirde bizim il genel meclislerimiz var, belediye meclislerimiz var; onlar da seçimle iş başına geliyorlar fakat temsilidirler. TBMM gibi temsili demokrasidir. Bizim doğrudan demokrasi dediğimiz yerel meclisler yoluyla bu insanlar bir yerde, işte belediyenin yapacağı halk evi, halk toplantı salonu olabilir, haftada bir, ayda bir, iki ayda bir mahallede yaşayan herkes bir araya gelip orada temas da etmiş olur dokunuş olur.

Toplum bu kadar paramparça olursa demokratik bir yaşam inşa etmek mümkün olmaz

Konuşmalarımızda uzun uzun anlatılmış, iddianamede yazılmamış; şu örnekleri verdik hep: Alevilerle ilgili önyargı vardır, kimde vardır sünniMüslümanda vardır. 500–600 yıllık geçmişi var, karşılıklı önyargılara dönüşmüş. Kürt’le Türk arasında önyargı vardır. Laikle dindar arasında önyargı vardır. Çoğu da birbiriyle ikili ilişkilerden kaçınırlar. Giderek de bu artıyor. Kutuplaşma dediğimiz şey mahallelerde gettolaşmaya kadar gidiyor. Kız alıp vermelerden, evini kiraya vermeye, işe alıp çıkarmaya kadar herkes artık kendisine yakın olanı istiyor; kimlik olarak, inanç olarak, hatta oy verdiği partiye kadar ayrışmaya doğru gidiyor. Bunu da önlemenin bir yoludur, çünkü başka türlü toplumda demokrasi inşa edemezsiniz. Toplum bu kadar paramparça olursa, o toplumda artık demokratik bir yaşam inşa etmek mümkün olmaz. Böyle bir toplumun demokratik yönetimi de mümkün olmaz. Devlet de giderek bu kamplaşmaya uygun bir şekilde pozisyon alır. Siyasi partiler kamplaşmaya uygun pozisyon alır. Bu pozisyon alma kamplaşmayı giderek derinleştirir. Ve iç çatışmaya kadar, her türlü sıkıntıya kadar gidebilir. O nedenle demokrasiyi tabanda inşa etmek lazım.

Muhafazakar Sünni Müslümanların yoğun olduğu bir mahallede Alevi bir aile oturuyor olabilir. Bu tür aylık haftalık, artık hangi periyodlarla bir araya gelirlerse, tartışacakları meclislerinde bir Alevi yurttaş o toplantıya katılıp, çoğunluğun muhafazakar, Müslüman, Sünni olduğu bir toplantıya katılıp kendini ifade ettiğinde mahalleli komşuları onu daha iyi anlayabilir. “Benim yaşadığım sorun şu, sıkıntı şu, şu nedenle ben bu ihtiyacımın karşılanmasının iyi olacağını düşünüyorum, siz komşularımın da buna destek olmasını istiyorum. Ben mahallede azınlığım, ama sizler de şu kolaylığı gösterirseniz, hep birlikte çözüm için kendimiz çözebiliyorsak kendimiz, değilse ilgili yetkililerden taleplerde bulunalım.”

Sorunun bu şekilde çözümü, mikro düzeyde bir araya gelişler özgür bir ortamda yapılabilirse, bu toplum artık giderek kendi sorununu özgürce tartışabilen, çözebilen, birbirini anlayabilen, birbirine saygı duyan ve demokrasiyi özümseyen, yaşayarak kültüre dönüşen bir topluma dönüşür. Toplumsal sivil örgütlenme dediğimiz budur.

Devlet artı demokrasi

Bu devletin alternatifi değildir. Devletle birlikte toplum örgütlüdür. Devlet artı demokrasi deriz biz buna. Bizim jargonumuzda, söylemimizde budur. Devlet artı demokrasi. Devlet kendi içerisinde demokrasisini kuracak, bu bir yapıdır, bunun dışında toplum da kendi içinde sivil yapısını kuracak. Her yerde, isteyen herkes yasaların, Anayasa’nın belirlediği sınırlar çerçevesinde bu tür örgütlenmelerini, tartışma platformlarını, meclislerini oluşturacak. Kendilerini ilgilendiren, kendi sorunlarını konuşacaklar, bir mahalle meclisi olarak oturup da anayasayı değiştirelim diye tartışacak değil. Kendi mahalle sınırları içerisindeki sınırlarla ilgili, yetkili veya ehildir veya hâkimdir. Öbür mahallenin sorunu onu ilgilendirmeyebilir, ama beş mahalleyi ilgilendiren bir kanalizasyon sorunu ise, beş mahalle kent meclisinde bir araya gelip o sorunu tartışır.

Kent meclislerinin temsilcileri de bölge meclislerinde bir araya gelebilir. Bunların hepsi önerme ve biz bunları denedik, olabilir mi, toplum bu şekilde sorunlarını çözebilir mi. İki tane temel ihtiyacı veya sorunu karşıladığımı söyledim.

Birincisi, kendi sorunlarını doğrudan çözmek konusunda hâkim olma, doğrudan karar mekanizmalarına katılma, kamu yönetimini etkileme, denetleme. İkincisi, birbirini tanıma, birbirinin bu konuda önyargılarını kırma ve toplumsal bütünleşmeye katkı sağlaması.

Üçüncüsü de, bu aynı zamanda kendini o devlete, o yönetime daha fazla bağlı hissetme, aidiyet duygusu geliştirme.

Bakın, bizim demokratik özerklikte tanımladığımız demokratik kısmı budur. Özerklik kısmını dün anlattım. Yerel meclisler, seçimle işbaşına gelmiş belediyeler veya il genel meclisleri, bunlara merkezin, anayasanın tanıyacağı özerklik yetkileri; 81 il olur, 7 bölge olur bunların hepsi tartışılır. Bunlar kamu yönetimidir.

Bir de işin demokratik kısmı dediğimiz, halkın kendi sorunlarını çözebileceği, birbirleriyle tartışıp, tanışıp, kaynaşmayı sağlayabileceği ve aynı zamanda “Ben de kendi ülkemi yönetiyorum. Mahallemi yönetmek suretiyle veya şehrimde söz hakkı olmak suretiyle ülkenin yönetimine katılıyorum” duygusunu geliştirmek. İşte o devlet o zaman bütün yurttaşların ortak devleti halini alır. Herkes kendini o devletin özgür bireyi, yurttaşı gibi hissedebilir. Bu devlet ve vatandaş arasındaki bağı güçlendirir, aidiyeti güçlendirir ve birçok sorunu çözer.

Şiddet arttıkça sözün, lafın yerini silah sesleri aldı

Kürt sorunun çözümüne nasıl bir katkısı var? Her Kürt yurttaş da bu şekilde yönetime katılmış olur. Dün ifade ettim, Kürt halkı Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bir yönetim, bir devlet, bir mekanizma arayışına girdi. İsyanlar oldu, sadece burada değil; Irak’ta, Suriye’de, İran’da, şiddet olayları oldu, halen devam eden Kürt sorunuyla bağlantılı bir sürü sorun, sıkıntı var. Çözülmedi. Bizler bunu toplum olarak herkesle tartışmaya çalıştık.

Yani devletimiz budur, bir Kürt olarak bizim devletimiz budur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde herkese eşit hizmet sunan bir devlet olacak, her Kürt de hem devlet yönetimine doğrudan seçim yöntemiyle veya işte kamu yönetimine katılmış olacak, hem de her Kürt kendi mahallesinde, meclisinde, şurada burada kendi sorunlarını çözerek aynı devletin yönetimine sivil yurttaş olarak katılacak.

Bu Kürdün de devleti, Türkün de devleti. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti hepimizin ortak devleti, bu vatan hepimizin ortak vatanı duygusu pekişmiş olur. Bu nedenle biz ‘Ortak Vatan, Demokratik Cumhuriyet’ sloganları kullandık seçim kampanyalarımızda. Ve istikrarlı bir şekilde Demokratik Toplum Partisi ve BDP ve HDP’de de seçim beyannamelerimizde, programlarımızda bunu savunduk.

Kısaca ifade ettiğim görüşümü buralarda kapsamlı bir şekilde savunduk. 2007’de parlamentoya girdiğimizde bir kitapçık halinde bunu basıp, 550 milletvekilimize dağıttık. Bu hiçbir zaman bir sağlıklı tartışma ortamı bulamadı ne yazık ki. Çünkü Türkiye’de çok az dönemlerde şiddet durdu ve tartışmanın önü açıldı. Şiddetin olmadığı dönemlerde, ölümlerin, çatışmaların olmadığı dönemlerde bizler tartışmaların önünü açabildik, büyütebildik. Şiddet arttıkça da bütün bu fikirler-tartışmalar maalesef bir kenara itildi ve sözün, lafın yerini silah sesleri aldı. Bu nedenle mesele ne anlatılabildi ne anlaşılabildi. Fezlekelerle ilgili, sırası gelince tek tek anlatacağım, işte hendek-barikat tartışmaları, işte şehir savaşları, müdahaleler ve bizim o zaman yaptığımız konuşmaların anlamı nedir? Daha iyi anlaşılabilmesi için bu altyapıyı oluşturmaya çalışıyorum, ki tam anlaşılsın.

Mıhallemileri ilk kez DTK toplantılarında tanıdım

Demokratik Toplum Kongresi, bir alternatif meclis olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin veya belediye meclisinin, il genel meclisinin alternatif meclisi değil.Destekleyen bir sivil platform olarak kendini örgütlüyor ve bugüne kadar tek bir şiddet eylemine dair ne pratiği vardır, ne kararı vardır, ne de eylemi vardır. Örneğini bulamazsınız.

Yaptığı faaliyetler çalıştaydır, mitingdir, konferanstır. Kamuoyu oluşturmak, toplantılarla herkesi bir araya getirmek, herkesin özgür fikrini özgürce ifade edip birbirini tanımasını sağlamaktır. Benim katıldığım Demokratik Toplum Kongresi’nin toplantılarında, hayatımda ilk defa tanıştığım insanlar oldu, kesimler oldu. Yani Türkiye’de yaşıyorlar, örneğin Mıhallemi diye kendini ifade eden, bizim Arap diye tanımladığımız, ama nüfusları neredeyse Ortadoğu genelinde 500 bini bulan, Türkiye’de ise yüzbinlerce yurttaşımızın olduğu, kendini farklı etnik kimlik olarak tanımladığı bir topluluk var. Biz hep Arap diye tanımlıyoruz. Fakat kendileri ‘hayır’ diyor, biz Arap etnik kimliğinden farklıyız.

İşte Mardin, Siirt, Batman o bölgelerde yaşayanlar. Mesela ben o toplantılarda tanıdım onları. Çıktılar, kendilerini ifade ettiler. Şu anda bizim bir milletvekilimiz var, kendini o kimlikten ifade eden milletvekilimiz var. Müslüman bir topluluk, ama Arap değiliz diyorlar, konuştukları dil-lehçe Arapça’ya benzese de,Mıhallemice diye farklı bir dil konuşuyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları bunlar. Demokratik Toplum Kongresi’nde tanıdım ben onları. Kürsüye çıktılar, konuştular, kendilerini anlattılar, sorunlarını anlattılar, beklentilerini anlattılar.

Buna benzer birçok toplumsal kesimle ben Demokratik Toplum Kongresi’nin toplantılarında tanıştım. Akademisyenlerle tanıştım, farklı siyasi partilerden insanlarla tanıştım. Yan yana gelmez, bir araya gelmez denilen siyasi partilerle biz Demokratik Toplum Kongresi’nin yaptığı çalıştaylarda bir araya geldik. Birazdan katılımcıların listesini size göstereceğim çalıştayların.

AKP’den DYP’ye, Cumhuriyet Halk Partisi’nden sosyalist partilere, İslami partilere, liberal kesimlere kadar. Bir masa etrafında toplandık, tartıştık, fikirlerimizi paylaştık. Son derece verimli oldu. Halen o günlerden kalan bizlerin dostlukları var. Çünkü dokunmak, temas etmek, birbirini tanımak önyargıyı kaldırdı. Hiç değilse, biz birbirimize düşman gibi bakmıyoruz. Birbirimizin fikrini beğenmesek de anlamaya çalışmanın kıymetli olduğunu anlıyoruz.

DTK bir şiddet örgütü değildir, şiddetin alternatifidir

Demokratik Toplum Kongresi böyle bir yapıdır ve halen faaliyetini sürdürüyor. Bizler onun üyesi olmakla, ”terör örgütü üyesi olmak, yöneticisi olmak”la yargılanırken, Demokratik Toplum Kongresi şu dakikada Diyarbakır’da bilinen adresinde faaliyetini yürütüyor. Çünkü yasa dışı değil. Çünkü gayri meşru bir çalışması yok. Kriminalize edip bunu bir terör örgütü gibi göstermenin de bahsettiğim çözüm anlayışlarına hiçbir faydası yok.

Bu nedir biliyor musunuz? Şiddet kullanmayın, silaha meyil etmeyin, dağa çıkmayın, başka bir alternatif var. Bir araya gelip sivil yöntemlerle, barışçıl yöntemlerle sorunlarımızı çözebiliyoruz, demokrasimizi inşa edebiliyoruz, başka yerlere meyil etmeyin demektir Demokratik Toplum Kongresi.

Bir şiddet örgütü değildir, şiddetin alternatifidir. Kendini tam olarak böyle örgütlemiştir. Ve Demokratik Toplum Kongresi’nin kuruluş dönemlerini ben çok iyi hatırlıyorum, hem İnsan Hakları Derneği’nin yöneticisiydim kuruluşun ilk zamanlarında, hem de kısa bir süre sonra milletvekili seçildim, siyasete girdim. Parlamentoda da, kulislerde de tartışmalar oluyordu.O zaman partimizin hükümetle doğrudan yönettiği bir çözüm süreci falan yoktu. Bütün siyasi partilerle ilişkilerimiz vardı. Fakat anlayış şuydu; birçok bürokratla, emniyet müdürüyle ve başsavcıyla görüşmelerimizi ben hatırlıyorum. Aynen şu deniliyordu: “Bu son derece olumlu ve iyi bir gelişme. Şiddetten uzaklaşıp, şiddete meyil etmeden, insanların demokratik bir ortamda haklarını arayabilmeleri, fikirlerini özgürce söyleyebilmeleri. En radikal fikirler söylensin” ki söylendi ve soruşturma açılmadı o zaman. Çünkü devletin de hükümetin de yaklaşımı şuydu; biz ancak fikirlere geniş bir özgürlük alanı tanırsak, hatta bugüne kadar yaptığımızdan çok çok daha geniş bir özgürlük alanı tanırsak, yeri geldiğinde kanunları zorlayacak kadar, şiddetin alternatifini kalıcı hale getirebiliriz.

Bu nedenle Demokratik Toplum Kongresi sadece bizim tarafımızdan değil birçok siyasi parti, devlet ve hükümet tarafından da çok önemsendi, çok kıymet verildi. Çünkü gerçekten de biz toplumu şiddetten uzaklaştırmak, gençleri silahı bir alternatif olarak düşünmekten uzaklaştırmak istiyorsak, iyi bir alternatif sunmalıyız. Seçenek budur. Onu pratikleştirmeli ve onun başarılı olabilmesini göstermeliyiz. Anlayış buydu ve bu devlette de hâkimdi, yargıda da hâkimdi. Kim bundan rahatsızdı? Cemaat.

Bütün dinlemeler Cemaate aitti, çarpıtmalar Cemaate aitti. Çünkü bunun çözümü geliştirdiği ve güçlendirdiği o kadar görüldü ki, hızla bu dinlemeler yapıldı, birçoğu çarpıtıldı. Bana ait olmayan konuşmalar var, ortaya koyacağız daha sonra.

Bu gelişmelerden Cemaat rahatsızdı

Bu kadar komplo, kumpas sadece bize yapılsaydı yine anlaşılırdı da, Türkiye’nin her tarafında herkese yapıldı. Amaç neydi? Olası bir barışçıl çözümü önlemekti. Bunlar Milli İstihbarat raporuna dönüştürüldü. Milli Güvenlik Kurulu üyelerinin masalarına kadar gitti. Emniyet İstihbarat yapıyor bunu. MİT’te hâkim değillerdi bildiğimiz kadarıyla. Emniyet İstihbarat, kısmen Jandarma İstihbarat kırsal bölgelerde yürüttüğü faaliyetlerde.

Fakat Emniyet İstihbarat, adliyede kendilerine bağlı savcıdan,hakimden yasa dışı dinleme kararları alarak, usulüne aykırı olmasına rağmen dinleme kararları alarak yada önce dinlemeyi yapıp sonra kararlar alarak, dinledikleri şeyleri cımbızlayarak, kelimeleri çarpıtarak, kişileri çarpıtarak, tarihleri çarpıtarak çalıştılar; benim dosyamda da var, hepsi çıkacak ortaya.

Bunları bir istihbarat raporuna dönüştürerek dediler ki, Demokratik Toplum Kongresi kendini bir paralel devlet olarak örgütlüyor. Ve bu bir KCK yapılanmasıdır. Dediler KCK’nin şehir yapılanmasıdır. Devlet için büyük tehlikedir. Bunlar devlet içinde devlet kuruyorlar. Bunu söyleyen Cemaat’in raporlarıdır. O kadar etkiliydi ki, bürokraside, parlamentoda ve hükümette. MGK’ya kadar herkesi etkilemeyi başardılar. Ve 2009’da ilk KCK operasyonunu yaptılar.

Başsavcı FETÖ itirafçısı

14 Nisan 2009’da 51 üst düzey parti yöneticimiz, belediye başkanımız gözaltına alındı. Ben ve o dönemki Eş Genel Başkanımız Ahmet Türk’ün de içinde bulunduğu bir milletvekili heyetiyle Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı’nı ziyaret ettik. Makamında kendisiyle görüştük.

Biz siyasetçileriz, ama yargı makamından da şöyle bir beklentimiz var diye ifade ettik açıkça: Bir toplumsal barış arayışı içindeyiz, zorlu bir dönemden geçiyoruz, sıkıntılar çok fazla. Siz de zorlanıyorsunuz yargı olarak, biz de, hükümet de, farkındayız. Ama bir şans yakalamış durumdayız. PKK ateşkes ilan etmiş o dönemde. Biz, alternatif demokratik siyaset seçeneğini güçlendirmeye çalışıyoruz, hükümetle bu konuda sürekli görüşme, diyalog arayışı içindeyiz. Gerçekten umutlar çok yüksek. Erken seçim yapılmış, belediye seçimleri yapılmış. Ülkede yeniden bir normalleşme havası esiyor. Bir gün önce de PKK ateşkesi, tam hatırlamıyorum ama, süresiz uzattığını açıklamış, öyle bir şey. Bir gün sonra siz, 51 Kürt siyasetçisini, seçilmişini, belediye başkanını gözaltına alarak aslında iyilik yapmıyorsunuz. Varsa elinizde bu belgeler neden bugünü beklediniz? Çünkü 2 yıldır dinleme yapıyoruz dediniz. 2 yıl niye beklediniz?Niye 2 yıl boyunca beklediniz ve böyle bir gün operasyon yaptınız?

‘Biz sizi izlemeye devam edeceğiz, konuşmalarınızı’ dedi başsavcı. Bize diyor. ‘Konuşmalarınızı, yaptığınız siyaset tarzınızı izlemeye devam edeceğiz’ dedi. Bu yargının işi değil. Nasıl siyaset yaptığımızı halk izler, halk karar verir. ‘Bundan sonra operasyonlara devam edip etmemeye ona göre karar vereceğiz’ dedi. Açık dedi. Beş altı milletvekiliyiz,Eş Genel Başkan Ahmet Türk ve Emine Ayna ile birlikte. Tartıştık tabii ki de… Böyle olmaz dedik, yargı siyasetin nabzına göre nasıl operasyon yapar.

‘Elimizde çok liste var’ dedi,‘bu daha başlangıç.’ Daha sonra o dönem Diyarbakır Baro Başkanlığı yapan arkadaşlar da o başsavcı ile görüşmeler yaptılar, benzer izlenimler edindiler. En nihayetinde edindiğimiz izlenim şuydu; biz müsaade etmeyeceğiz sivil yapılanma falan adı altında örgütlenmenize müsaade etmeyeceğiz.

Biz, Ankara’ya gittik bakanlarla görüştük durum bu dedik. ‘Bakın bu iyi bir şey değil. Siz yaptığımız çalışmaların iyi olduğunu söylüyorsunuz, biz de iyi olduğuna inanıyoruz. Fakat Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı bunu yapıyor’ dedik. Başsavcının arkasında durdular, doğru yapıyor dediler, yargıdır müdahale edemeyiz dediler. Kim o Başsavcı? Durdu Kavak. FETÖ itirafçısı. Daha sonra İzmir’e başsavcı oldu. FETÖ’den açığa alındı, tutuklandı, şuan FETÖ itirafçısı.

Demokratik siyasetin güçlendirilmesine ve şiddetin, silahın yerini almasına geçiş dönemiydi

Böyle bir algı operasyonu, çarpıtma operasyonuyla karşı karşıya kaldık. Bakın, Demokratik Toplum Kongresi, bütün faaliyetleriyle mükemmel, kusursuz ve yüzde yüz yasalara uygun çalıştı demiyorum. Ama bir tolerans aralığı vardı ve o tolerans aralığına uygun çalışıyordu. Bir geçiş dönemiydi. Reel geçiş sivil, demokratik siyasetin güçlendirilmesine ve şiddetin, silahın yerini almasına geçiş dönemiydi.

Devlet, yargı, medya, toplum bu tolerans alanını geniş tutuyordu. Ciddi bir suç yoksa müdahale etmiyordu. Çünkü alışkanlıklar var, geçmişten kalma jargonlar var, yıllardır yürüttüğü çalışmalarla farklı bir siyasi çalışmaya angaje olmakta, adapte olmakta zorlananlar var. Böyle bir dönem.

DTK böyle bir dönemde kuruldu ve ayakta kalmaya çalıştı, bir suç örgütü olarak kurulmadı. Bir PKK’nin, KCK’nin kolu olarak kurulmadı. Yapmaya çalıştığı buydu. Oradaki arkadaşlarımız DTK’yi kuran, orada faaliyet yürüten herkes, AKP’nin birçok üyesi, il başkanı, milletvekilleri DTK toplantılarına katıldılar, görüş belirttiler, meclis toplantılarına katıldılar. İsimleri var burada tek tek anlatacağım.

Suç işlediler demiyorum, iyi yaptılar. Biz ancak böyle sorunlarımızı çözebiliriz. Şiddete alternatif oluşturmadan, efendim silahlar bırakılsın, şiddet dursun dediğinizde olmuyor, gerçekleşmiyor bu bir temenni olarak kalıyor. Bunun için bir şeyler yapmak lazım, pratik bir şeyler yapmak lazım. DTK de bunun bir parçasıydı. Bu barış sürecinin, toplumsal demokratikleşmenin bir parçasıydı, çabasıydı.

Az önce bahsettiğim, toplumda demokrasiyi inşa etmenin yapılarından, platformlarından biriydi. Tamamı değildi, biriydi. Biz de onun bir parçasıydık parti olarak, esnaf örgütleri de bir parçasıydı. İş adamları veya sendikalar da, onların örgütleri de bir parçasıydı. Herkes kendi cephesinden bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Biz sorunlarımızı şiddet olmadan da çözebiliriz anlayışını güçlendirmeye çalışıyorduk.

Cemaat tuzak kurmuştur

Önünüzdeki dinleme, fezleke tümüyle Cemaat’in memleketi birbirine düşürme operasyonunun dinlemeleri ve fezlekeleridir. Samimiyetle söylüyorum, kendimi kurtarmak için söylemiyorum. Dinlemelerin içeriğinde benimle ilgili öyle ahım şahım suçlanacak bir şey yok. Fikirlerim, konuşmalarımdır. Fakat art niyetlidir, kötü niyetlidir. Bizim yapmaya çalıştığımız şeyi çarpıtıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Kürtlerin özgür, eşit yurttaş olarak, barış içerisinde yaşamasını sabote etme çabasıdır.

Başarmışlardır. 2007’de DTK yavaş yavaş toparlanıp kendini tarif etmeye başladığında, aynı anda onlarda dinlemeler, izlemeler, bilmem neye başlamışlardır. Oysa devlet kurumlarıyla, hükümet temsilcileriyle yapılan görüşmelerde söylenen şudur; sadece bana değil, topluma, kamuoyuna aleni söylenen şudur: Sizler Demokratik Toplum Kongresi benzeri çalışmaları yürütebilirsiniz. Son derece meşru ve faydalıdırdenmiştir. Örneklerini göstereceğim.

Meclis Başkanı’na kadar, bu çalışmalarda fikirlerinizi özgürce söyleyebilirsiniz, herkes düşüncesini özgürce açıklamalıdır. Şiddet silah olmasın.Ne söylüyorsanız, söyleyin. İsterse biri çıksın desin ki, “Ben Kürdistan’ın kurulmasını istiyorum.” Ama silah olmayacak, şiddet olmayacak. Amenna. Fikir özgür olsun. Bu denmiştir. Ve insanlar buradan aldıkları cesaretle bu toplantılara katılmış, kendini açıkça beyan etmiş. Kimi açık toplantılarda, kimi kapalı toplantılarda, kimi basın huzurunda.

Cemaat ne yapmıştır? Bunu bir tuzağa dönüştürmüştür, tuzağa. Kumpas budur işte. Devlet “gel” demiştir, “bu toplantılara katıl, sorun yok” demiştir, “fikrini özgürce açıkla” demiştir. Cemaat de aynı anda hepsini dinlemeye, izlemeye almıştır ve bütün bu dinlemelerin tamamını 2009’dan itibaren operasyona dönüştürmüştür. KCK Ana Dava, KCK Basın Davası, KCK Avukatlar Davası; davası da davası. Bize kadar geliyor işte.

Kürtlerin çıkışı Türkiye ile işbirliğindedir, Türkiye’nin çıkışı Kürtlerle işbirliğindedir

Eğer biz o dönem bu tür müdahalelerle karşılaşmasaydık, eminim siyaset çok daha doğru bir rotada ilerleyecekti. Şiddete karşı çok iyi bir alternatif oluşturacaktık biz. Demokratik siyaset inancı güçlenecekti. Ben bunu “oyumuz artacaktı” anlamında söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Partimizin oyu ile ilgili bir meseleyi tartışmıyorum. Toplumda bir arada yaşama, barış içerisinde yaşama, demokratik yollarla sorununu çözme inancı artacaktı. Ve belki PKK’ye silahları bıraktırmış olacaktık.

2007’den beri bu çalışmaları yürüttük, 2009’da sekteye uğradı. Çok önemli dönemlerdi o dönemler. Bakın neden önemlidir? Yargının bunu iyi anlaması lazım. Bugün Ortadoğu’da dönen operasyonlara bir bakın. Türkiye, kendi içindeki Kürt yurttaşlarıyla barışık bir sistemi kurmuş olsaydı, PKK tümden silahlarını Türkiye’ye karşı bırakmış olsaydı ve Türkiye’de tek bir silahlı eylem yapmamış olsaydı, bitseydi yani PKK’nin silahlı tüm faaliyetleri. Böyle bir sorun olmasaydı Türkiye’de. Ve Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlerle diyaloğu, işbirliği güçlü olsaydı. 2009-2010. Bugün Türkiye bütün Ortadoğu’nun merkezinde ülke olacaktı.Değil Amerika’sı, Rusya’sı, dünyanın bütün güçleri bir araya gelse Suriye barış görüşmelerini Ankara dışında hiçbir yerde yaptıramazdı.

Soçi’de, Cenevre’de değil, Ankara’da olurdu. Çünkü Kürtlerin yüzü Şam’a, Bağdat’a, Soçi’ye, Cenevre’ye dönük değil. Suriye’deki Kürtlerin, dün anlattım. Onların milletvekili Meclis-i Mebusan’da iken Osmanlı sınırlarından ayrıldılar. Misak-ıMilli’nin parçasıydı. Bugün Afrin operasyonu tartışılıyor da kimse bu yönlerine bakmıyor. Türkiye’nin, Kürtleri her yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin yanına alması lazım. Bin yıllık kardeşliğimizin gereği de budur. İttifak yapmaları lazım. Bütün Kürt hareketi, örgütlerinin de, silahlı, silahsız, Türkiye’ye karşı düşmanlık yapmaması Türkiye’ye karşı işbirliğini geliştirmesi lazım. Kürtlerin çıkışı Türkiye ile işbirliğindedir. Türkiye’nin çıkışı Kürtlerle işbirliğindedir.

Başka türlü, emperyal müdahaleler de önlenemez, başka türlü Ortadoğu’da barışın inşası da gerçekleştirilemez. İşte 2009’da, 2007’de kastettiğim bu gelişmeler bunların nüveleriydi. Başarabilseydik, bugün Türkiye Ortadoğu’da bambaşka bir güce dönüşmüş olacaktı. Kendi iç demokrasisi güçlü, toplumuyla barışık, komşu halklarla barışık…

Osmanlı Kürtleri hep sınır güvenliğinin teminatı olarak gördü, tehdit olarak görmedi

Türkiye’nin 900 kilometre sınırında Kürtler yaşıyor. Doğu sınırının yarısı resmi olarak İran’ın Kürdistan eyaleti, ismi Kürdistan eyaletidir. İran eyalet idaresiyle yönetiliyor. Yani Türkiye’nin sınırlarının üçte birinin etrafında Kürtler yaşıyor. Yani bu toplumun kardeşleri, binlerce yıl bir arada yaşamış kardeşleri yaşıyor. Osmanlı bunu hep sınır güvenliğinin teminatı olarak gördü, tehdit olarak görmedi. Ta ki Kürtler ayrılıp, Osmanlı’dan parçalanıp bir kısmı Irak’ta, bir kısmı Suriye’de kalana kadar. İran’daki Kürtler 1516’da Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla o tarafta kalmıştır. Yeni bir anlayış geliştirilmesi lazım, paradigmanın değişmesi lazım.

“Kürt eşittir düşman, Kürt eşittir terörist, Kürt eşittir bölücü” anlayışının, önyargısının kırılması lazım. Bugünkü politikalar Türkiye’nin barışına, güvenliğine hizmet etmiyor. Dünyanın bütün ülkeleri gelip Kürtlere yardım etmeye çalışıyorlar, bu Kürtlerin kara kaşı kara gözü için değil. Hepsinin kendi çıkarı var. Şu silah gönderiyor, bu tır gönderiyor, hepsinin kendi çıkarı var. Yeri geldiğinde hepsi de, en başta onlar Kürtleri vururlar, vuracaklar da.

Ama Türkiye’nin de, Kürtler işte çaresiz kaldılar, ezilsinler, yok olsunlar dememesi lazım. Devletin de, hükümetin de akıllıca bir politika ile oradaki bütün Kürtleri yanına alması lazım. Çünkü Kürtler partilerden, hareketlerden ibaret değildir. Bir halktırlar. Parti, örgüt, hareket dediğiniz bugün var yarın yoktur. Bizim partimiz de öyledir. Ama halklar hep vardır, olacaklar. Halkı yanına alması lazım, işbirliği yapması lazım. Bunun imkânlarını zorlaması lazım.

DTK başarılı olabilse, hedeflerine gerçekten ulaşabilse, 2007-2009’da bize bu müdahaleler gerçekleşmese, bize bu operasyonlar yapılmasa, ben bugün sırf DTK toplantısına katıldım diye terör örgütü yöneticisi sıfatıyla karşınızda yargılanmıyor olsam, çok daha iyi bir siyasi atmosfer oluşmuş oluşacaktı. Cemaat bunları bozmakla yargılanıyor, biz onların mağduruyuz, biz de sanığız.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 8.bölümü". hdp.org.tr. 16 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu:

IX. Bölüm[değiştir]

Bir devlet kendi yurttaşına tuzak kuramaz

DTK’nin davanızın konusu olması sebebiyle neyi hedeflediğini, ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Şimdi şunu demiştim, o dönem devlette, hükümette, aslında yargının da önemli bir kısmında, Cemaat dışındaki yargıda DTK’nin önemli bir fırsat olduğunu ve o dönemde kısmen aşırılıklar diyebileceğimiz şeylerin de o geniş tolerans alanı içinde mutlaka absorbe edilebilmesi gerektiği, toplumun demokrasiye, demokratik barışçıl yöntemlere inandırılması gerektiği konusunda bir genel uzlaşma vardı.

DTK’yi sadece biz mi önemsiyorduk, hayır. O dönem örneğin 2012 yılında yeni bir anayasa yapılması konusunda parlamentoda bir uzlaşma komisyonu kuruldu. 4 parti bir araya geldik, uzun süren bir çalışma yapıldı, uzlaşma sağlanamadı. Yeni bir anayasa yapılması konusunda dört parti uzlaşma sağlayamadı. 60 maddede ortaklaşabildik, ama yeni bir anayasa ortaya çıkaramadık.

Fakat o süre zarfında Anayasa Uzlaşma Komisyonu Türkiye’nin bütün bölgelerinde toplantılar yaptı, herkesin görüşünü aldı. Akademisyenleri, STK’leri parlamentoya davet etti. ‘Yeni anayasa ile ilgili görüşünüz nedir?’ diye herkese davetiye gitti, gün saat, randevu verildi. Bütün partilerden milletvekillerinin oluşturduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu, bütün Türkiye’yi dinledi; yeni anayasamız nasıl olmalı diye. O çalışmalar çerçevesinde DTK de TBMM’ye Cemil Çiçek imzası ile resmi olarak davet edildi.

Bakın metni buradan okuyorum. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, sayı var, tarih var. Konu; komisyona davet. Başlık: Demokratik Toplum Kongresine; “Hazırlık çalışmalarına başlanılan yeni anayasa konusunda görüş ve taleplerinize başvurulması, demokratik katılımın bir gereği olarak görülmektedir. Bu bağlamda TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, Meclis binasında 23.01.2012 tarihinde değerli kongrenizin uygun göreceği temsilci ya da temsilcilerini dinleyecektir. Temsilcilerinizin adlarının yazılı olarak bize bildirilmesi hususunu rica ederim. Bilgi ve takdirlerinize saygıyla. Cemil Çiçek, TBMM Başkanı.”

Meclis Komisyonu her gün toplantı yapardı ve o gün toplantı planlaması duyurulurdu. Tüm milletvekillerine, komisyon toplantı salonuna da asılırdı. Burada da o gün toplantıya katılacak, 23.01.2012 tarihinde dinlenecek olan STK’lerin 3 no’lu alt komisyon toplantı salonundaki programı var. Göreceksiniz; “Stratejik Düşünce Enstitüsü, saat 10:50-11:30. İkinci sırada Demokratik Toplum Kongresi, katılımcıları: Ahmet Türk-DTK Eşbaşkanı, NurhayatAltun-DTK Başkanlık Divan Üyesi, Avukat Cabbar Leygara-DTK Anayasa Komisyonu Başkanı. Saat 11:4-12:20’de dinlenecekler” diye.

Katıldılar. Yazılı sözlü görüşlerini sundular. Görüşler daha sonra TBMM resmi web sitesinde yer aldı. Şu listeyi görürsünüz orada, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na gelen öneri ve talepler. O listede de 410. sırada. Talebin geliş tarihi 5.01.2012. Gönderenin adı - DTK. Statüsü: Platform. Konusu Anayasa raporu. Miktarı: 6 sayfa.

Menderes Yılmaz kimdi, hatırlayın

Yüzlerce Türkiye’nin STK’lerinden, kurumlarından görüş, belge, bilgi toplandı. Devlet, hükümet, yargı geniş bir tolerans alanı tanıdı. Tuzağı kuran Cemaat’ti. Bir devlet yurttaşına şunu diyemez: Şu legaldir yap. Onu yaparken de arkasından dinleyip, onu yaptığı için terörist olarak suçlayamaz. Bir devlet kendi yurttaşına tuzak kuramaz. Kim yaptı bunu, paralel devlet işte. Dinlemenin başladığı zaman DTK’nin ilk toplantısıdır, dinlemenin bittiği zaman 13 Ocak 2014’tür; Cemaat’e yönelik yargı operasyonu.

Bugün İstanbul’da kabul edilen bir iddianame var, KCK Ana Davası’nın, meslektaşınız olduğu için ismen de hatırlayabilirsiniz, biz o dönem arkadaşlarımızın duruşmalarını izliyorduk, Menderes Yılmaz; Mahkeme Başkanı. Kürtçe savunma olsun mu olmasın mı tartışmalarının Türkiye gündemine düştüğü duruşmaların hakimiydi. Bugün o başkan hakkında hazırlanan iddianamede, iddia makamı 3 defa ağırlaştırılmış müebbet istiyor ve şunu söylüyor: İddianamede sanık Menderes Yılmaz’ın konumu ve gerçekleştirdiği eylemler ile anılan örgütün adeta silah olarak kullandığı yargı yapılanmasının örgüt için en mahrem kabul edilen ve kamuoyu için de önem arz edilerek Diyarbakır 6 Ağır Ceza Mahkemesi ve İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na konumlandırıldığı, Fethullah Gülen talimatıyla bizatihi bu makama yerleştirildiği ve bu davaları yönlendirdiği…” İddianame de kabul edilmiş, yargılanacak bu kendine hakim diyen kişi.

Demek istediğim, sizler bugün bu davaları değerlendirirken, bu konuşmaların, eylemlerin geçtiği atmosferin siyasi havasını, beklentisini iyi okumalısınız. Bugünden bakarak değerlendirmek doğru olmaz. Bugün de Türkiye bir gerilimli siyasi atmosfer yaşıyor. Darbe tehdidi atlatmış, FETÖ’yü temizlemeye çalışıyor devlet kendi içinde; bir yandan Afrin operasyonu var, bir yandan Türkiye içinde şiddet eylemleri var. Tutuklu milletvekilleri, belediye başkanları var, OHAL var. Türkiye olağanüstü bir dönemde, ama bu pencereden bakarak siz 2007’yi, 2009’u, 2010’u değerlendiremezsiniz. O dinlemelerin, o izlemelerin ne amaçla yapıldığına bakmanız lazım. Amaç biz devlete karşı suç işledik de onu cezalandırmak değildir. Amaç tam da söylediğim gibi Kürtler ve Türkiye Cumhuriyet Devleti arasında sıcak ilişkiler gelişiyor, yurttaşlık ilişkisi bilinci gelişiyor, aidiyet bağı gelişiyor, barış ihtimali, PKK’nin silah bırakma ihtimali doğuyor, ben bunu nasıl önleyebilirim. Amaç budur. Amaç devlete karşı suç işlemiş olanları tespit etmek değildir.

Başarısız siyasetçiyi ağır ceza mahkemesi değil halk cezalandırır

Bakın devlet o zamanki görüşmelerinde şunu demiştir; “bir PKK’li silah bırakıyorsa, gelsin DTK’de çalışsın, silah kullanmasın, DTK’de görüşlerini söylesin, yeter ki silahını bıraksın.” Bu kadar açık söylemiştir. Senin devletin sana bunu söyleyecek, bırak STK’yı, bırak milletvekilini, belediye başkanını; adam dağdan gelsin DTK’de veya siyasi partide çalışsın, problem değil diyor. Devletin sana tuzak kuramaz. Önce gel, sonra da sen niye bunu yaptın dememeli. Demedi de işin doğrusu, Allah var demedi. Kim dedi? Cemaat dedi.

Yoksa biz, Türkiye Devleti üyeleri ve hükümeti ile o dönemki siyasetçiler olarak son derece güvene dayalı bir ilişki geliştiriyorduk. Karşılıklı çok önyargılar vardı, 100 yılın birikimi vardı, halen de var. Başaramadık. Bak bu günlere geldik, binlerce insanımızı kaybettik. Binlerce. Kürt, Türk binlerce annenin yüreği yandı, yanmaya devam ediyor.

Bunda Selahattin Demirtaş’ın payı varsa, Cemaat’in hiç mi payı yok? Hükümetin hatalı politikalarının hiç mi payı yok? Tamam, hatalı siyasetimiz var da, fakat suçumuz yok. Yani Ceza Kanunu’na karşı bir suçumuz yok. Eksik siyasetimiz olabilir. Eleştirilecek siyasetimiz olabilir. Başarısız siyasetimiz olabilir. Başarsaydık bu konumda olmazdı Türkiye. Bütün siyasetçiler olarak.

Ama bu, yargının konusu değil. Bu, halk tarafından denetlenir. Başarısız siyasetçiyi ağır ceza mahkemesi değil halk cezalandırır. Ağır ceza mahkemesi yargılamaz. Siyasetteki başarısızlığın hesabı orada sorulur. Benim, arkadaşlarımızın sorgu aşamasında savcıya verdiğimiz ifade budur, yargıyı tanımıyoruz değildir. Bizim siyasi faaliyetlerimizi ancak halk yargılar dedik, suç konusu olamaz. Bu yüzden ifade vermiyoruz dedik. Hepsi siyasi faaliyetlerimiz çünkü. Varsa sizin de mahkeme başkanı olarak eleştiriniz, mutlaka vardır ya da olur olmaz, bu tepkinizi nerede göstereceksiniz? Sandıkta. Bu ülkenin yurttaşısınız aynı zamanda. Ama ağır ceza heyeti olarak beni bundan dolayı sorumlu tutamazsınız. Savcılık beni bundan dolayı sorumlu tutamaz. Hiçbir arkadaşımızı sorumlu tutamaz.

DTK, demokratik özerklik önerisini Anayasa Uzlaşma Komisyonuna sunmuştur

DTK çalışmaları sadece parlamentoya bunları sunmaktan ibaret değil. Burada Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu metni de göreceksiniz, ben burada okumak istemiyorum, 6 sayfalık metin sunmuş ya, orada da demokratik özerklik var. Yani Cemil Çiçek’in davetiyle parlamentoya gelen DTK; ekonomik sorun, kültürel sorun, vatandaşlık, dil, eğitim, sağlık, yönetim modeli… Hepsiyle ilgili öneri sunmuş. Yönetim modelleri önerilerinde demokratik özerklik de var.

Yani öyle gizli saklı bir faaliyet olarak bunu savunmamış. DTK dediğim gibi sağlık konusunda çalıştaylar yapıyor. Nedir bundan amaç? Toplumdaki sağlık sorunları dediğimiz şey sadece hastanenin, doktorun çözebileceği bir şey değil. Sağlıkçılar, sağlık memurları, doktorlar, sağlıkla ilgilenen kesimler, hatta yurttaşlar bir araya gelip halk sağlığı dediğimiz şeyi, yani önleyici hekimliği – yanılmıyorsam öyle tarif ediliyor – tartışıyor. Mesela bunun geliştirilmesi devletin görevi midir? Evet, devlet sosyal devlet ilkesi gereği yapmalıdır, ama yapmıyorsa ne yapacaksınız?

DTK mesela sağlık çalıştayları yapmıştır. Önleyici hekimlik nasıl daha yaygınlaştırılabilir, ücretsiz sağlık hizmeti nasıl yaygınlaştırılabilir, toplumda sağlık hizmetlerinin tabana kadar, en yoksula kadar ulaştırılması nasıl sağlanabilir? Bunu yaparken, devlete alternatif olarak “Biz devleti tanımıyoruz” babında yapmamıştır. “Devlete ek olarak biz ne yapabiliriz?” Çünkü toplum ancak bu şekilde, kendi sorunlarıyla uğraşarak, onları çözerek özgüven kazanır. Çözdükçe seçtiği kişi ve kurumları daha rahat denetler. Çözdükçe, seçimle işbaşına getirdiklerinden daha rahat hesap sorar. Çalıştaylar da bu yüzden yapılıyordu. Mevsimlik işçi çalıştayı yapılmış. Hukuk çalıştayı yapılmış. Anayasa çalıştayı yapılmış. Demokratik özerklik çalıştayı yapılmış.

DTK Çalıştayı katılımcıları listesi çok renklidir

Bakın, basında yer aldığı şekliyle “Demokratik özerklik çalıştayı”. Basına, kamuoyuna açık. Açılış konuşmasını DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk yapmış. Katılımcıların bir kısmını okuyayım. Çok uzun, liste çok uzun, size sunacağım. Zamanınız olursa daha sonra detayıyla da inceleyebilirsiniz. Konu başlıkları da; Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne değişim, demokratikleşme, Türkiye’de ulus devletin şekillenişi, kimlikler; Kürt-Türk ilişkileri; demokratik özerklik projesi; katılımcı demokrasi.

Çok sayıda başlık var. Kamuoyuna açık, basına açık çalıştay. Katılımcılar; Prof. Doğu Ergil, Ankara Üniversitesi’nden. Ahmet İnsel, Galatasaray Üniversitesi’nden. Zeynep Gambetti, Boğaziçi Üniversitesi’nden. Akın Özçer, araştırmacı yazar, emekli büyükelçi. Cemil Ertem, İstanbul Üniversitesi, Kendisi şu anda Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanıdır. Cevat Öneş, gazeteci yazar, eski MİT müsteşar yardımcısıdır. Çok sayıda profesör. Dr. Yasin Aktay, Selçuk Üniversitesi, şu anda AKP milletvekili, AKP’nin parti sözcüsüydü. Binnaz Toprak, CHP milletvekilliği yaptı. Kadri Gürsel. Sırrı Süreyya Önder, gazeteciydi, daha sonra partimizden milletvekili oldu. Onlarca isim, tek tek saymayayım. Katılımcıların renkliliğini anlatmaya çalışıyorum.

Neyi tartışmışlar burada? Ben de katılımcıyım orada. Partim adına katılmışım toplantıya. Neyi tartışmışız? Demokratik özerklik nedir, ne olmalıdır? Nasıl hayata geçer, nasıl savunmalıyız? Eksiği ne, fazlası ne, yanlışı ne? Buna benzer çok sayıda çalıştay. Mesela bu çalıştayın hazırlık toplantısı dinlenmiş. İddianamemde var mı, emin değilim, fakat başka arkadaşların davalarında var. Hazırlık toplantısı yapılacak; kimleri çağıracağız, kimleri ağırlayacağız, yemeği nerede vereceğiz, misafirimiz olursa otelde kim misafir edebilir, masrafları nasıl karşılayacağız… Bir hazırlık toplantısı dinlenmiş. Bu hazırlık toplantısında yapılan konuşmalar bir örgütsel faaliyet olarak kodlanmış ve oraya [dosyaya] konulmuş. İşte “KCK’nin il sorumlusu şuna şu talimatı verdi. Öbürü şuna şu talimatı verdi. Şu şunu aradı, DTK’ye davet etti. Öbürü Selahattin Demirtaş’ı aradı, şuraya iki milletvekili gönder dedi.” Bunların hazırlık toplantısı mesela.

Ya da DTK miting yapmış. Mesela Diyarbakır’daki Newroz mitinglerini hep DTK yapmıştır. Resmi üstlenici DTK’dir. Yedi kişilik tertip komitesi hazırlamıştır, Diyarbakır Valiliği’ne başvurmuştur, izinli bütün faaliyetler, devasa pankartlarla televizyonda - belki de denk gelmişsinizdir - ya da basında. DTK, 2007’den bugünlere kadar Diyarbakır’da Newrozları yapmıştır. Hepsini DTK yapmıştır. Bunların da hazırlık toplantıları yapılmıştır. Bu hazırlık toplantıları örgütsel faaliyet olarak, terör faaliyeti olarak kodlanmış, dinleme yapılarak dosyalara iliştirilmiştir. Ve Menderes Yılmaz’ın başkanlığında toplanan mahkemeye yüzlerce arkadaşımız yıllarca bunları anlatmaya çalıştılar. Beş yıl sürdü. Beş yıl tutuklu kaldılar, işte beş yılla sınırlandırıldı, yasa çıktı da öyle tahliye oldu arkadaşlarımız. Belediye başkanlarımız, milletvekillerimiz.

Türkiye’nin barışını sağlayacaktık, en çok korktukları şey buydu

İddianameye Ali Oruç, KCK Ana Davası’nda sanık, bir şey konulmuş, örnek olsun diye söylüyorum. Sabri Ok Ali Oruç’u aramış, demişler ki, Gültan Kışanak ile Selahattin Demirtaş Elazığ’da bir aileyi ziyaret edecekler, aileye bir şeyler diyecekler. İddianameye göre örgüt bizi görevlendirmiş. Bunu da dinlemeyle bulmuşlar. Bakın bu iddianameye konulmuş, ama şuna bakmamışlar: Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak, bahsedilen aileyi ziyaret etmiş mi? Aileye sormuşlar mı? Yok. Ali Oruç ne olmuş peki? Şu anda bizim iddianamemizde yok. Beraat. Beraat etmiş Ali Oruç. Böyle bir faaliyetin olmadığı…

FETÖ operasyonlarından sonra devam eden yargılamalarda yeni mahkeme heyetleri oluşturuldu. Birçok şey ortaya çıktı. Fakat hiç değilse Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı bu iddianameyi hazırlarken Selahattin Demirtaş’la ilgili ciddi bir ithamda bulunuyorsun ya, diyorsun ki, “Bir örgüt yöneticisi bunu görevlendirdi. Koskoca iki Eş Genel Başkana dedi ki ‘Gideceksiniz Elazığ’da şunu yapacaksınız.’” Bir araştır bari, yapmış mıyız onu en azından? O aileyi bir çağır, ifadesini al. “Geldiler mi yanınıza?” Geldiler mi gelmediler mi? Bir şey söylesinler. Araştırmayı bir derinleştir. Ali Oruç ne oldu, bize bunu aktaran kişi iddiasıyla yargılanan, o ne oldu? Onu da oraya yaz. Beraat etmiş. Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak, böyle bir konuşmayı, iddiayı fezlekede duymuş. Hayatımız boyunca böyle bir şeyden bilgimiz olmamış. Ama biz, bundan dolayı örgüt yöneticiliği, üyeliği… Sırf dosyayı güçlendirmek açısından dosyaya delil olarak konulmuş.

Demek istediğim, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı bu çalışmayı yaparken FETÖ’yü ayıklamalıydı. Art niyetliydiler. Niye bizde iyi niyetli olsun ki? Herkeste art niyetli de bizde iyi niyetli olsun ki?

En çok bizimle uğraştılar. Çünkü biz yapacağımız siyasi çalışmalarla Türkiye’nin barışını sağlayacaktık. En çok korktukları şey buydu. Barış içerisindeki bir Türkiye’yi kim durdurabilirdi. Cemaati de silip süpürüp atardı o Türkiye. Hiçbir yere sığamazdı. 15 Temmuz gibi bir şey de olmazdı. Türkiye zayıf düşmeseydi böyle bir şey de yaşanmazdı. Darbe mekaniği dediğimiz şey buydu.

Hep boşluk bırakarak, sürekli Türkiye tehdit altında, biz tehdit unsuruyuz. Şunlar tehdit unsuru. Cemaat de devleti koruyor. Kendilerini hep böyle gösterdiler. Biz olmasak devlet batar. Bak biz ne güzel faaliyetler yürütüyoruz. Yaptıkları çalışmaların neredeyse tamamı temel hedef olarak buydu. Yine altını çizerek belirtiyorum. Biz çok mükemmeldik, onlar da çok kötüydü demiyoruz. Eksiklerimiz, yanlışlarımız vardı, ama suçumuz günahımız yoktu. TCK anlamında suçumuz yoktu.

Paralelin kendisi bize paralel devlet yaftası yapıştırmış

Demokratik özerklik ve demokratik özerklikte ekonomi, Van’da yapılmış bir sempozyumdu. Sempozyumun katılımcıları, programı dosyanızda olacak. Demokratik Toplum Kongresi yapmış. Bakın burada DTK logosuyla, ismiyle bu broşürler dağıtılmış. Billboardlar asılmış kente. Günlerce haftalarca duyurular, basın gelmiş. Bunlar gizli saklı örgütsel faaliyetler değildi. Çok meşru, son derece legal çalışmalardır. Nasıl buna terör örgütü faaliyeti denilebilir?

Dosyaya bir tane DTK’nin şiddet eylemi, bir tane terör eylemi denilen şeyi koysalar ben de bunu göstermesem. Yok böyle bir şey. Bir miting olmuş, yürüyüş olmuş, yürüyüş dağılırken gençlerle güvenlik güçleri arasında çatışma olmuş. Bu birçok parti mitinginde olur. Bu DTK’nin bir şiddet faaliyeti değildir ki. Orada bir şiddet faaliyeti gerçekleşmişse onu yapan kişiler suç işlemişse yargı gereğini yapmıştır. Böyle bir iddia da yoktur dosyamızda.

Ne vardır? Toplanmışlar, demokratik özerkliği savunmuşlar, toplanmışlar devleti bölmeye çalışmışlar, aykırı fikirler, alternatif, paralel devlet oluşturmuşlar. Paralelin kendisi bize paralel devlet yaftası yapıştırmış, bununla arkadaşlarımızı tutuklamış yıllarca. Göreceksiniz, 1-2-3-4 no’lu fezlekelerin tamamı bu. Konuşmalarım, ortam dinlemeleri tamamı çarpıtmadır. Ses kayıtlarını isteyin karşılaştırın. Bakın içeriği ile ilgili de tamamını okumadım şimdi, aklımda da değil. Kendimi biliyorum, arkasında duramayacağım tek bir konuşmam, tek bir faaliyetim yoktur. Buna güvenerek söylüyorum. Kriminal laboratuvarda ses incelememi yapın, bana ait konuşmaların sağlıklı çözümü, dökümü yapılmışsa bir sonraki celsede size bunları da izah edeyim. Ama önce bunu bir netleştirin. Burada bir hile hurda, bir kumpas var mı bunu görmemiz lazım.

15 aydır kovuşturma ve soruşturma aşamalarında bunlar yapılmadı. Şu anki yargı bu delilleri toplamış olsaydı mesele yok derdik. Ama o dönemin yargısı şaibelidir. Bunların ben söylemeden gözden geçirilmesi lazımdı. Benim savunma hakkımın, adil yargılanma hakkımın sizler tarafından korunması lazımdı.

DTK hakkındaki bazı görüşler

Yasin Aktay’ın bir demecini okumak istiyorum. Dün bir demecini okumuştum; bizi kendisi tutuklatmış, öyle demiş. “Biz tutuklamasak infial olacaktı, tutuklattık iyi oldu” falan. Aynı Yasin Aktay’ın 2010 yılında basına yansıyan demeci: “DTK’nin Diyarbakır’da hafta sonu gerçekleştirdiği demokratik özerklik çalıştayı, devletin Kürt sorunu konusunda militarizmden bir nebze temizleyerek siyasete açmış olduğu alanın bir bakıma işlemeye başladığını gösteriyor. Kürt sorunu ile bir şekilde ilgili, genelde olumlu ama Kürt siyasetinin silahlı vesayetine karşı eleştirel tutumlarıyla da bilinen birçok gazeteci, yazar ve akademisyenin davet edildiği toplantıda DTK’nin demokratik özerklikten ne anladığı dinlendi ve bütün boyutlarıyla tartışılarak gerektiğinde en ağır şekillerde de eleştirildi. Bu eleştirileri DTK ve DBP temsilcileri sonuna kadar dinledi. Ve kendilerine göre cevaplar da verdiler. Ama bu yolla tam da siyasi alanda olması gereken şey oldu. Kanaatimce önemi bir diyalog ve tartışma gerçekleşmiş oldu.” Yasin Aktay’ın kendi görüşleri.

16.11.2013, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır ziyaretinde görüştüğü kesimler. Basından okuyorum: Başbakan RTE ve eşi Emine Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda bakan öğlen saatlerinde Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ziyaret etti. Başbakan Erdoğan’ı Belediye girişinde Baydemir’in yanı sıra DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ve Bağımsız Milletvekili Leyla Zana, BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan ve BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık karşıladı. Bu görüşmede bir konuşma yapan DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, bu diyalogun müzakereye dönüşmesi, Kürtleri bir halk olarak gören bir anlayışla artık meseleye yaklaşılması gerektiğini ifade etti.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi binasında Başbakan, DTK Eşbaşkanı sıfatıyla Ahmet Türk ile görüşme yaptı. Basına yansıyan kısmı bu.

Galip Ensarioğlu, 20.12.2010, NTV canlı yayını: “Kader birliği yapmış iki ulus. Bölünmenin ne Kürtlere ne de Türklere hiçbir faydası olmaz. Bunu Kürtler de çok iyi biliyor DTK’nin bu toplantısı kimine göre olumludur, kimine göre de olumsuzdur. Türkiye’de özgür tartışmadan korkmamak lazım. Kapalı kapılar ardında olup bitenlerden korkmalıyız. Siyaset üretenler, siyasiler veya Türkiye’deki düşünce insanları her şeyi konuşabilmeli.” Kendisi de katılımcı. NTV canlı yayınındaki görüşleri bu.

6.07.2011, Bülent Arınç: “Demokratik Toplum Kongresi diye bir şeyi iki günde bir topluyorlar. Çay içip dağılıyorlar.” O çalışmayı beğenmiyor, niye çay içip dağılıyorsunuz, daha iyi şeyler yapmıyorsunuz diye.

Selahattin Demirtaş: DTK Kongresi ile ilgili NTV canlı yayını – 20.12.2010, Ne demişim, 8 yıl önce? “DTK adına konuşma yetkisine sahip değilim. Her şeyden önce çalıştayda alınmış bir karar yok. Çalıştayda yapılan tartışmalar ve sunulan taslaklar var. Sadece düşünce ve çözüm önerileri açıklanmasına bu kadar tahammülsüzlüğü anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Sanki ortada fiili bir durum var ve sanki insanlar ülkeyi böldü bölecek. Devlet, Meclisi ile ordusu ile teyakkuza geçirilmeye çalışılıyor. Bölünmeyi önleme adına milliyetçi bir paranoya yaratılıyor. Bundan çok büyük bir rahatsızlık duyuyorum.”

Ekonomi sempozyumundaki açılış konuşmaları, ekonomi kongresindeki açılış konuşmaları; bunların hepsinin örneğini göreceksiniz. Bunlar sadece birkaç örnektir. Yüzlerce böyle örnek var. Açık açık çalışma ve faaliyet örnekleri var. Mahkemeniz bu konuda daha kapsamlı bir araştırmaya ihtiyaç duyuyorsa Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne, Valiliğe yazıp talep de edebilir. DTK’nin 2007’den bu yana kentinizde yaptığı faaliyetlerin tam listesi derseniz, yüzlerce liste gelecektir. Billboard’undan afişine, mitingine hepsi gelecektir.

DTK iyi birşeydir, HDP olarak da bir kötülüğünü görmedik

DTK budur aşağı yukarı. İyi bir şeydir yani. Bugüne kadar HDP olarak da bir kötülüğünü görmedik. Kötü bir faaliyetine de tanık olmadık, parti olarak da hep yararlandık. Partimiz doğal üyesidir. Şu anda ben Eş Genel Başkan değilim, yeni Eş Genel Başkanlarımız doğal üyesidir. Çünkü biz DTK’in üyesi bir partiyiz. Başka partiler de STK’ler de var. Çok sayıda iş insanı da üyedir.

Üyelik nasıldır, gönüllüdür. Ben bu toplantıya katılmak istiyorum diyen herkese açıktır. Örneğin Diyarbakır MHP İl Teşkilatı dese ki, ben bu toplantıya katılıp görüş belirtmek istiyorum, hiçbir başvuru formu, aidatı yoktur. Gelirsin, eleştiriye açık bir platformdur.

Evet dediğim gibi; platform olarak sonuçta. Bir kayıt, aidat yok. Bir etkinlik yapılacak, maliyeti nasıl karşılanıyor? Orada mali işleri yürüten bir arkadaşımız var. Sempozyum yapılacak, ihtiyacı nedir; işte üç tane pankart yapılacak; onu sen karşılasan iyi olur. Yemek verilecek konuklara; Selahattin Demirtaş “sen bir öğlen yemeği konuklara verebilir misin?” Akşam üç misafirimiz olacak, bir işverenimiz acaba bu üç kişiyi otelde misafir edebilir mi? Böyle ayarlanıyor. Dediğim gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Ak Parti, gelip Demokratik Toplum Kongresi’ne; biz de görüş belirtmek istiyoruz dediğinde; herkese açıktır. Ben burada oy kullanmak istiyorum, burada eleştirmek istiyorum, buna katılmak istiyorum dediğinde, herkese açıktır. Belli bir yapının, belli bir ideolojinin, belli bir siyasi angajmanın yapısı değil.

Kaldı ki, KCK yapısı olarak tanımlanıyor ki; HDP’nin bile değil, bırakın KCK’yi, HDP’ye bağlı değil. HDP’nin bir yapılanması değil. Biz de onun, gönüllü katkı sunan bir üyesiyiz. Gidip görüşlerimizi belirtiyoruz. Oradaki görüşleri de dinliyoruz. Ve bu önemli bir demokrasi deneyimi sağlıyor bize. Bunun Türkiye’deki topluma faydalı olduğunun anlaşılması açısından ben ifade ediyorum ki; bunların hepsi birbiriyle bağlantılı mekanizmalardır.

Demokratik özerkliğin idari boyutu, toplumsal boyutu, devletle, toplumla, bireyle ilişkileri, bu bizim jargonumuza da yansıyor. Türkiye toplumuna biz bunu çok iyi anlatamıyoruz, ama literatürümüze yansıyor. O yüzden, HDP’li siyasetçiler birbiriyle konuşuyorken iyi anlaşıyor da, dışarıya konuştuğumuzda iç jargonumuz kullanıldığında, anlaşılmaz hale geliyor bazen. O yüzden kavramların altını iyi doldurmalıyız. Bu sorun bizdedir. Bunu iyi yapmalıyız ki, Türkiye toplumu iyi anlasın, mesele başka yerlere çekilmesin.

Dediğim gibi, Demokratik Toplum Kongresi şu anda, şu dakikada Diyarbakır’da bir binada, tabelası asılı duruyor, sekreteri var, telefon açsanız; “Alo, Demokratik Toplum Kongresi” diyecektir. Meşru, legal faaliyetlerini yürütüyor. Şu dakikada, hiçbir sıkıntı da yok. Yargı niye bu işle bu kadar uğraşıyor, anlamış değiliz. Cemaat uğraştı, tamam da, şimdi neden bu iş büyütülüyor, illa terör örgütü denip kriminalize edilmeye çalışılıyor. Zaten faaliyetleri önemli ölçüde sınırlandı, engellendi. Zaten Cemaat başarılı oldu. Faaliyet minimuma indi de, hiç değilse umut bitmesin, orada kalsın. O yüzden arkadaşlarımız, orayı açık tutuyor, diri tutuyor ve bir gün mutlaka bizler yeniden…

Mahkeme Başkanı; Şu andaki başkanı kim?

Leyla Güven, Berdan Öztürk, ikisi Eşbaşkan... Yöneticileri, sekreteri, şu anda faaliyet yürütüyor.

Bakın bizler, doğrudan o dönemler çözüm süreçlerinin içinde değildik. Devletin, hükümetin doğrudan, dolaylı PKK ile görüşmeleri oluyordu. Oslo’da veya başka nasıl yapıyorlardı, bilmiyorum, hakim de değilim. İşin doğrusu partinin eşbaşkanı da değildim o zaman. Grup Başkanvekiliydim ve daha çok meclis faaliyetleriyle ilgileniyordum. Fakat bir çözüm süreci vardı ve bizler bunun sosyo-psikolojik altyapısını da hazırlamaya çalışıyorduk. Bu da bizim görevimiz… Yani her parti kendi tabanını, buna hazırlamalı, adapte etmeli, inandırmalı, barışın olabileceğine inandırmalı. Çünkü çözüm süreçlerinde toplum desteği olmazsa…

Mahkeme Başkanı; Size böyle bir hazırlık yapma şeyini, kim söylüyor yani?

İşte tam oraya geliyorum. Böyle bir hazırlık olmazsa, bu tür çalışmalar sekteye uğrar. Cemaat bunları engelledi, müdahale etti, nereye kadar; 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan ifadeye çağrıldığı sürece kadar. O zamana kadar, yargıdan doğru bir müdahale yoktu. Bizler, hükümetle, Bakanlarla yaptığımız görüşmelerde, herkes kendi partisinin tabanını ikna etmeli, medya üzerinden, toplantılar üzerinden buna hazırlamalı, barış ancak bu şekilde sağlanabilir yönünde, parlamentoda da konuşmalar yapılıyordu, kürsüden, kulislerde, biz Bakanları ziyaretlerimizde yapıyorduk. Bazen Bakanlar bizleri, bulunduğumuz makamlarda ziyaret ediyorlardı. Bu diyaloglar hep konuştuğumuz şeylerdi.

Biz çözüm sürecinin içinde değildik, ama parti olarak destekliyorduk. Desteğimiz de şuydu; toplumsal tabanı sürekli olarak buna hazırlamak, barış olabileceğine, silahların bırakılabileceğine inandırmak, Türkiye’nin demokratikleşebileceğine inandırmak… Parlamentoda da, yasal çalışmalarda da destek sunduk. Hükümetle bu konuda ortaklaştık. Sonra İmralı çözüm süreci başladığında, biz doğrudan içindeydik. Ben de Eş Genel Başkan’dım. Sayın Kışanak da Eş Genel Başkan’dı.

Bizler parti çalışmaları olarak da hükümetle hem parlamento ayağında, hem yürütme ayağında bu çalışmaları yürütüyorduk. Kamuoyunu zaman zaman bilgilendiriyorduk, parlamentoyu bilgilendiriyorduk. Ama Cemaat’in müdahalesi yine vardı. O nedenle şöyle bir yasa çıkarma ihtiyacı duyuldu.

Geriye doğru yürüttüğümüz bütün bu faaliyetler, bir daha yargı konusu olmasın… Çünkü biz açık ve kapalı toplantılarda, kendi tabanımızın anlayabileceği dil, jargonla, onların ikna olabileceği üslupla, konuşmalar yapıyoruz. AKP’liler kendi tabanına kapalı, açık toplantılarda, anlatmaya çalışıyor, ikna etmeye çalışıyor. Herkesin farklı bir jargonu var. Siz mesela, bizim tabanımızı ikna edecek bir konuşmayı, konu olarak da başarsanız, üslup olarak başaramayabilirsiniz. Tabanımızla siyasi ilişkileriniz yoktur. Siz derken, bizim partili olmayan birini kast ediyorum, şahsınızı değil. Bunu kim yapabilir, ancak o partinin yöneticileri, partili olanlar, Eşbaşkanı, milletvekilleri, ilçe eşbaşkanları, belediye eşbaşkanları vs. Bizim yaptığımız bu tür ikna toplantıları, ki Akil İnsanlar da bunu açık ve kapalı toplantılarda yürütüyorlardı, biz de yapıyorduk. Bunların da bir kısmını, tamamıyla terör faaliyeti olarak tanımladılar. Küçük bir kısmı benim iddianameme girdi, ancak birçok arkadaşımın böyle faaliyeti, terör faaliyeti olarak tanımlandı.

Çözüm süreci kapsamında yapılan bütün faaliyetler yargı bağışıklığına kavuştu

Bir yasa çıkardık Meclis’te. Yasanın ismi şu; “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine dair kanun”… Kanun no: 6551, tarih 10/07/2014. Bu yasa çıkarılırken, özellikle Hakan Fidan meselesinden sonra, yargının içerisindeki bu tehlike arz eden durumun, çözüm sürecini sabote edebileceği, yapılan çalışmaları sabote edebileceği, bu çalışmaların içerisinde bulunanları, yargısal tehdit altında bulundurabileceği gerekçesiyle, uzun bir gerekçe de var, burada okuyup zamanınızı almak istemiyorum.

Fakat yasanın ilk hali şuydu. MİT Müsteşarı’nı daha çok, onu tarifleyen bir yasaydı, fakat yapılan görüşmelerden şu açığa çıktı. Biz de eleştirdik, dedik ki bu çalışmaların içerisinde olan bir tek MİT Müsteşarı mı, biz de bu çalışmanın içerisindeyiz. Akil İnsanlar da… Yeri geldiğinde yargı mensupları, bu çalışmanın içerisinde, çözüm sürecine destek, toplumsal barışa destek. Herkes kendi cephesinden bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yani bir tek MİT Müsteşarı mı bu tür tehdit altında kalıyor? Bu kabul gördü ve yasanın ilgili maddesi değiştirildi, hepimizi kapsayacak hale getirildi. Bizim bu çerçevede yaptığımız, bu kapsamda yaptığımız bütün faaliyetler, yargı bağışıklığına kavuştu.

Yasanın 2. Maddesi’nin (b) fıkrası şöyle der aynen; “Gerekli görülmesi hâlinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, buradan kast edilen yasa dışı, yasa içi, bütün kurum ve kuruluşlarla temas, ayrım yapmıyor, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar verir ve bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi, kurum veya kuruluşları görevlendirir.’’

Kim yürütüyor bu kanunu, Bakanlar Kurulu bu kanunu yürütür. Yani çözüm süreci kapsamında görüşmelere katılan, kanunda belirtilen amaca uygun çalışmalara katılan, çözüm sürecinin başarıya ulaşması için; Akil İnsanı, sivil toplum örgütü, kim varsa, bu kapsamda yürüttüğü faaliyetler, suç kapsamında değildir diye, kanunun ikinci maddesinin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) kapsamındaki görevleri yerine getiren kişiler, bu görevleri nedeniyle hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz.

Kandil’de ikna toplantılarına gittik, hükümetin bilgisi ve onayıyla

Kanun böyle bitiyor. Yürürlükle birlikte 6 maddelik bir kanundur. Oradaki bazı toplantılar bu kapsamdadır. Toplumu ikna… Özellikle, şiddet olmadan, silah olmadan bu sorun çözülemez inancına sahip toplumsal kesimleri ikna. Gidip orada ne diyeceksiniz? Ben bunu Kandil’de de yaptım. Basına da açıkladım. Kandil’e de ikna toplantılarına gittik. Hükümetin bilgisi ve onayıyla. Başka türlü nasıl silah bıraktırılacak. Bu bizim görevimizdi. Hükümetle yaptığımız görüşmelerde bu bizim görevimizdi.

Hükümet de işte Türkiye toplumunun genelinde bu inancın hakim kılınması konusunda sosyo psikolojik çalışmalar yapıyordu. Kullandığı dile bir bakın. Geçmişe doğru incelensin. Kandil’de fotoğraf çektik, İmralı’da fotoğraf çektik. Bunlar hatıra fotoğrafı değildi. Bu çerçevede yapılmış barış görüşmeleri ciddidir ve sonuç almak üzeredir. Bu işin şakası yoktur. Biz yan yana geliyoruz, tartışıyoruz ve Türkiye toplumu inansın ki, bu insanlar silahı bırakacaklar, bunun da fotoğrafını çekip kamuoyuna verelim.

İmralı’da çektiğimiz fotoğrafı, cezaevine fotoğraf makinesi sokarak biz mi çektik? Cezaevi Müdürü çekti, kendi fotoğraf makinesiyle. Peki kim bize verdi. Adalet Bakanı, üzerinde TC Adalet Bakanlığı yazan resmi flaş diskle bize verdi. Kandil fotoğrafı, evet orada çekildi de kimin onayıyla yayınlandı, hükümetin.

Biz böyle fotoğraflar çektik, hükümet de bu tür çalışmalar yapıyordu, biz de. Hepsi bu yasa kapsamındadır.

Şimdi çözüm süreci başarısız oldu, sen misin bu fotoğrafı çeken? Koy iddianameye. İki tane fezleke var sadece fotoğraftan. Bir tane de sizde, 3 tane fezleke. Bir tane de dosya var. Durmuyor savcılar. Dolayısıyla iddianame hazırlanırken bu yasa var mı, yok mu, hangisi bu yasa kapsamında, hangi konuşma, hangi faaliyet bakılmamış. Biz bu yasayı çıkarırken, bu günleri düşünerek çıkardık. Bir gün çözüm süreci biter. O zaman Cemaat’ten korkuluyordu işin doğrusu. Korku oydu; Cemaat yargısı. Hakan Fidan’ı almaları üzerine.

Peki biz bu yasayı niye çıkardık? Bana bununla ilgili soru soracaksınız. Şurada şu konuşmayı yaptın vs. Bu yasa tümüyle idari adli cezai bağışıklık sağlıyor bana. Sadece bana değil, bu çalışmayı yapan herkese sağlıyor. Bu yasanın da dolayısıyla kesinlikle gözetilmesi lazım. Yeri geldiğinde hala hangi fezlekelerin bu yasa kapsamına girdiğini de heyetinize hatırlatacağım.

Daha önce de dedim, sistematik olarak demokratik özerkliği savunmuşuz. Bu bir terör faaliyetine, bu bir terör örgütü üyeliğine, yöneticiliğine delalet olarak dosyaya konulmuş, ama o kadar istikrarlı bir şekilde her seçim programında, her parti programında bir siyasi düşünce olarak aleni bir şekilde savunmuşuz ki, bütün parti belgelerimizde bulunuyor.

Seçim programlarında demokratik özerkliği savundum, kimse ülkeyi bölüyor demedi

Birkaç örnek vereyim; aleni konuşmalarda da bunu yapmışım. Cumhurbaşkanı adayıyken, Cumhurbaşkanı seçilirsem Türkiye’de demokratik özerk yönetimlerin olmasını sağlayacağım demişim. Çok sayıda konuşmam var, Cumhurbaşkanı adayı olarak. Bana oy verin, Türkiye’ye demokratik özerkliği getireceğim demişim. Türkiye’nin yüzde 10’u da oy vermiş. Neredeyse yüzde 50’si de sempati duymuş. Bu ülkeyi bölmeye çalışıyor falan dememiş. Demez de. İyi anlatınca kimse demiyor.

Katıldığım canlı yayın programlarında Cumhurbaşkanı adayı olarak tümüyle bu görüşleri evelemeden gevelemeden aynı burada savunduğum gibi savunmuşum. İzmir mitinginde de söylemişim, Antalya mitinginde de. Antalya’ya demokratik özerklik getireceğiz demişim, İzmir’de demokratik özerklik inşa edeceğiz demişim. İzmir’de demokratik özerk yönetim nedir demişim, İzmirlilere anlatmışım Gündoğdu Meydanı’nda. İstanbul’da İstanbullulara anlatmışım.

Deniyor ya, Türkiye’nin bir bölgesini Türkiye’den ayırmaya yönelik söylemler diye. Hayır. Türkiye’nin tamamında her yerde aynı modeli hem ben hem bütün partili arkadaşlarım savunmuşuz. 2011 seçimlerine bağımsız adaylar olarak girdik. Seçim beyannamemizde 10. sayfada başlık şudur: Demokratik özerk yönetimler kurulacak. Seçmenimize vaadimiz budur, içeriğinin de ne olduğunu burada yazılı, aynen anlattığım şekilde.

HDP’nin Programı, yasal programımız, burada da demokratik özerkliğin bir parti programı olarak seçmenlerimize vaatlerimiz arasında olduğunu net bir şekilde tespit edebilirsiniz. Çünkü bunlar bizim siyasi faaliyetlerimiz ve siyasi görüşlerimizdir. Burada yargılanan bir terör faaliyeti, şiddet faaliyeti falan değildir. Başlığı şudur: HDP’nin, şu anda üyesi olduğum partinin Programı’ndan okuyorum:

Yerinde ve yerel yönetim, demokratik özerklik. HDP Programı’nı web sitemizden de bulabilirsiniz, basılı halde de bütün teşkilatlarımızda var. Gidip alan herkes bunu görebilir. 2007’den beri görev yaptığım bütün partilerin programlarında güncellenerek olsa da demokratik özerklik başlık olarak detaylarıyla vardır ve seçmenlerimize vaadimizdir.

1 Kasım, 7 Haziran seçim bildirgemiz, yani seçmenlere bize oy verirseniz şunu yapacağız dediğimiz seçim bildirgemizde demokratik özerklik açıkça vardır ve parti yüzde 13 destek almıştır. İnsanlar, evet HDP iktidara gelirse ve bu savunduğu politikalar hayata geçerse Türkiye için iyi olur demiştir.

Şiddetle olmaz dedik, biz demokratik siyasetle yapalım dedik

Deniyor ya; “bunları kimse dinlemiyor.” Hayır, biz bunları savunduk diye kimse bize karşı çıkmadı. Giderek oyumuz arttı. Doğru anlattık, bizim açıkça olmaz dediğimiz tek şey şiddetti. Şiddetle olmaz dedik. Biz demokratik siyasetle yapalım dedik. Savunduğumuz şey buydu. İnsanlar buna inandılar. Türkiye için en önemli modelin bu olabileceğine ikna oldular.

Şimdi başkanlık modeli Türkiye’yi kurtarır falan diyorlar ya, benim elimde, partimin elinde iktidar partisinin imkanlarının milyonda biri olsun, yüzde 75 oy alırız biz. Biz bu imkansızlıklar içinde bu halk desteğini sağlayabiliyoruz. Her gün yargıyla, baskıyla muhatap oluyoruz. Buna rağmen halk bu fikirleri benimsiyor. Önemli görüyor, hiç değilse tartışılmasını önemli görüyor. Oy vermeyenler de anlamaya çalışıyor. Bu da bizim için çok önemli. Bize oy vermeyenler yurttaşımız, kardeşimiz değil mi? Onlar da bizi dinliyor. Çok çok önemli. Hiç oy vermeyebilir. Hayatı boyunca oy vermeyebilir. Ama bizi anlamaya çalışması, tam da bizim yapmak istediğimiz, toplumsal uzlaşma birbirini anlama faaliyetidir.

Bu konuda eğer bir başarımız varsa, bu yüzde 50 oy almaktan daha kıymetlidir. Yüzde 50 oy alırsınız, işte alıyorlar, Türkiye’yi ikiye bölüyorlar. Böyle bir yüzde 50 oy alacağımıza, bu şekilde yüzde 10 alalım daha iyi. Kardeşliğe, barışa, kaynaşmaya hizmet edelim, siyasi düşüncemiz bunun alt yapısını oluştursun, oyumuz da böyle kalsın. Çok önemli değil deriz, bakış açımız budur.

Ama kutuplaşmayla, kamplaştırmayla toplumu dost-düşman, milli yerli-gayrı milli olarak bölüp başkan olsan ne olur. Dün de söyledim: Başkan olmak oya bağlı bir şey değil, rızaya bağlıdır. Yüzde 50 oy alırsınız, ama geri kalan yüzde 50’nin rızası yoktur. Hiç başkan olamazsınız. İsminiz başka bir şey olur. İkna lazım. Toplumun geri kalanının iknası üzerine başkanlık sistemleri inşa edilir.

Bunları uzun uzun okumak istemiyorum, partimin programlarıdır, seçim beyannameleridir. Şimdi hepsini okurum, sizi de ikna ederim.

Kaynak: "Demirtaş'ın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 9.bölümü". hdp.org.tr. 16 Şubat 2018. 10 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu: