“Sizin neyiniz var efendim?”
Avni bir şey söylemeden Niğde hükümet doktorunun mektubunu uzattı. Profesör, hep kaşları kalkık ve alnı kırışık zarfı açtı ve içindeki kâğıda şöyle bir göz gezdirdi. Altındaki imzayı hatırlamak ister gibi biraz düşündü, sonra başını salladı ve Avni'ye dönerek:
“Peki ne istiyorsunuz?” dedi.
Hasta hemen derdini anlatmaya başladı. Cebinden raporları, tahlil neticelerini, koltuğunun altından, sayısı onu geçen röntgen filmlerini çıkardı. İlk defa nasıl ameliyat olduğunu, sonra hastalığın nasıl yeniden teptiğini saydı döktü.
Bu sırada doktor muslukta ellerini yıkıyor, ispirto ile ovuşturuyor, beyaz bir havluya kuruluyordu. Onun kendisini pek can kulağıyla dinlemediğini fark eden Avni, şimdi asistanlara, talebelere dönmüş, hikâyesine devam ediyordu. Sözünü tamamladığı zaman doktor da gömleğini çıkarmış, beyaz sadakor ceketini giymişti. Başasistana dönerek sordu:
“Neymiş?”
Öteki, birkaç doktorca kelime mırıldandı ve filmlerden birini uzattı. Profesör az önce yıkadığı ellerini kirletmemek için filme dokunmadı, asistanına tutturarak gözlerini büzdü ve dikkatle baktı. Sonra Avni'ye döndü:
“Böbreğinizde taş var.”
“Biliyorum efendim.”
“Aldırmanız lazım.”
”Baş üstüne efendim.”
“Ama hemen ameliyat olmalısınız. Her geçen gün sizin için tehlikelidir.”
“Hemen olsun efendim. Emredin bugünden yatayım.”
Profesör, karşısındakinin ne demek istediğini ilk anda anlayamamış gibi başını arkaya atarak bir an düşündü, sonra başasistana dönerek:
“Bizim serviste boş yatağımız var mı?” diye sordu.
“Hiç yok efendim.”
Avni atıldı:
“Birkaç gün beklerim, belki o zamana kadar boşalır.”
Asistan cevap verdi: