sızca, yahut İngilizce yerine tatlı bir Laz şivesiyle: “Ne isteysunuz?” diye sorunca bir an duraladılar, fakat bundan bir mana çıkarmaya uğraşmadan nezaketle bazı şeyler öğrenmek istediler. Birinin sözünü öteki ağzından alarak:
“Yatın sahibi nerede efendim? Kendilerini görmek istiyoruz” dediler, sonra daha çekingen, devam ettiler: “Gemilerinin resmini yaptık da, kendilerine hediye edecektik!”
Daha konuşacaklardı, fakat, tam tepelerinden gelen boğuk, buna rağmen kuvvetli bir ses onları ürküttü, başlarını o tarafa çevirince, kaptan köprüsünün kenarına dayanmış, sarı dişli, en aşağı bir haftalık tıraşlı bir adamın, iri gözlerini döndüre döndüre kendilerine bağırdığını gördüler:
“Ne yatı ulan? Serseri misiniz nesiniz? Buraya alaya mı geldiniz? Şimdi o resimlerinizi başınıza geçiririm!” Sonra orada kımıldamadan duran uzun burunlu tayfaya döndü:
“Ne bekliyorsun be? Atsana bunları dışarı!” dedi.
Kendisine meseleyi anlatmak isteyen ressamların yüzüne bile bakmadan kamarasına girdi, kapıyı vurdu.
Mavi gözlü tayfa yumuşak, fakat itiraz götürmez bir hareketle ressamları merdivene doğru sürüklerken: “İyi etmedunuz” dedi, “bizim kaptan asabidur, şakadan hazzetmez. Haydi güle güle.”
Ressam Tevfik Aravurgun son bir gayretle, sanki hiçbir şeyi denemeden bırakmamak için, tayfaya sordu:
“Peki, bu yat kimin?”
Tayfanın yüzü kızardı, o da kızmaya başlamıştı, uzun burnunun ucu titreyerek:
“Bırak gevezeliği” dedi, “işiniz yok mu sizin? Bu gemi kimsenin değil, devletin. Yatı nerden çıkardınız? Tahlisiye gemisi bu. On gündür vazifedeydik, İstanbul'a gelir gelmez nerden çıktunuz? Haydi bakalum.”
Her üç ressam da kayıklarına binip döndüler. Biraz açılınca başlarını çevirip beyaz gemiye baktılar. Bunun sahiden yata benzer tarafı yoktu. Alçacık kıçı, sudan dimdik fırlayan yüksek burnu ile, daha çok, büyücek bir römorköre benziyordu. Beyaz boyası yer yer kirlenmiş, sıyrılmıştı.
Ressamlar, arkadaşlarının alayına uğramamak için bugün