rınca gözlerinden şakaklarına doğru yaşlar sızdığını gördüm. Raif Efendi bunları saklamak veya silmek için hiç bir harekette bulunmuyor, gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Ben de kendimi tutamamış, ağlamıya başlamıştım; bu, ancak fevkalâde büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biri idi. Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim.
Raif efendi, tekrar dudaklarını kımıldattı. Duyulur duyulmaz bir sesle:
«Seninle hiç şöyle uzun boylu konuşamadık evlâdım ... Yazık!» dedi ve gözlerini kapadı.
Artık birbirimize veda etmiş bulunuyorduk... Kapının önünde bekliyenlere yüzümü göstermemek için âdeta koşarcasına holden geçtim ve sokağa fırladım. Yolda soğuk bir rüzgâr yanaklarımı kuruttu. Hiç durmadan «Yazık... Yazık!...» diye söyleniyordum.
Otele geldiğim zaman arkadaşımı uyumuş buldum.
Yatağa girerek başucumdaki küçük lâmbayı yaktım ve derhal Raif Efendinin siyah kaplı mektep defterini okumıya başladım:
20 Haziran 1933.
Dün başımdan garip bir hâdise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hâdiseleri yeniden yaşattı. Unutup gittiğimi zannettiğim bu hâtıraların, bundan sonra beni hiç bırakmıyacaklarını biliyorum... Hangi hain tesadüf dün onları yolumun üstüne çıkardı ve beni, senelerden beri dalmış olduğum derin uykudan, artık yavaş yavaş alıştığım hissiz uyuşukluktan ayırdı. Deli olacağım, yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnsan tahammül edemiyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor. Ben de yaşıyacağım... Ama nasıl yaşıyacağım!... Bundan sonraki hayatım nasıl daya-