bakımından birer kıymeti vardı. Bir nebat gibi, şikâyetsiz, şuursuz, iradesiz, yaşayıp gidiyordum. Yavaş yavaş hislerini kütleşmişti. Hiçbir şeyden müteessir olmuyor, hiçbir şeye sevinmiyordum.
İnsanlara kızmama imkân yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkân yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?
Böylece herhalde seneler geçecek, beklediğim gün gelecek ve herşey sona erecekti. Başka hiçbir şey istemiyordum. Hayat bana kötü bir oyun oynamıştı. Pekâlâ; işte, ne kendime, ne başkalarına kabahat bulmuyor, hâdiseleri olduğu gibi kabul ediyor ve sessizce katlanıyordum. Ama bunun sürüp gitmesine lüzum yoktu. Sıkılıyordum, sadece sıkılıyordum. Başka bir şikâyetim yoktu.
Günün birinde... Yani dün, cumartesi günü, öğle üzeri eve gelmiş ve soyunmuştum. Karım öteberi lâzım olduğunu söyledi: «Yarın dükkânlar kapalıdır, çarşıya kadar bir daha yoruluver!» dedi. Canım istemiye istemiye giyindim. Hale kadar yürüdüm. Ortalık oldukça sıcaktı. Sokaklarda maksatsız dolaşanlar ve tozlu havada bir parça akşam serinliği arıyanlar çoktu. Ben de alışverişi bitirdikten sonra paketleri koltuğuma sıkıştırarak heykele doğru yürüdüm. Eve her zamanki eğri büğrü sokaklardan değil, biraz dolaşarak olsa, asfalt yoldan dönmek istiyordum. Dükkânlardan birinin önünde sallanan kocaman saat altıyı gösteriyordu. Birdenbire kolumdan yakalandığımı hissettim. Bir kadın sesi kulağımın dibinde âdeta bağırırcasına:
«Herr Raif!» diyordu.
Bu Almanca hitaptan fena halde şaşırdım. Nerdeyse korkumdan silkinip kaçacaktım. Kadın beni sımsıkı yakalamış:
«Hayır, yanılmıyorum, siz sahiden Herr Raif’siniz