mak için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası yapmış..." diye mütalaasını yürüttü.
Alman: "Bana kalırsa" diye fikrini söyledi, "bu geniş arazi de rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının didişmelerine tercih eden bir akıllı."
"Zannediyorum ki" dedi İngiliz, "vahşilerin hükümdarlığını eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir."
Gece olmuş ve ay çıkmıştı. Ay ışığı ormanın içindeki ufak bir meydanlığı aydınlatınca, etrafına taşlar dizilen bir toprak yığınına dayadığı viyolonseli gözlerini kapayarak çalan adamı daha iyi gördüler... Siyah, kıvırcık sakallarının çerçevelediği yüzünde, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan çizgiler vardı. Alnına doğru dökülen dağınık saçlan soluk yanaklarını gölgeliyordu.
Seyyahlar sordular:
"Hep burada mı çalar?"
"Ve o toprak yığını nedir?"
"Burada çalar" dedi reis, "karısının başucunda..."
"Karısı da var mıydı?"
"Vardı ve öldü."
Sustular. "Gidelim!" dediler. "Köye döndüğü zaman anlarız..."
Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.
"Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada öldü... Ve ben başka yere gitmek istemem" dedi.
Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat hiçbirisi o adamın asıl hikâyesine temas etmedi.
II
İşte o adamın hikâyesi:
Akdeniz'in yalı şehirlerinden birinde öyle bir genç vardı ki, kendisine rast geldikleri zaman, mahcubiyetle başlarını eğen kadınlar, onu çok kere rüyalarında görürlerdi.
44