na cibinlik köşelerindeki tahtakurusu yuvalarını hatırlatıyordu. "Konuşacak, dert yanacak bir adam!.." diye kendi kendime haykırdım... Yoktu... Malumat sahibi, derin, muğlâk bir kimseye rast gelmek mümkün değildi. Müthiş surette yalnız kaldığımı hissettim. Ah!.. Bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor yarabbi!.. İstanbul hasreti beni fena halde sardı. Evleri, sokakları, denizleri, insanları gözümden gitmiyordu. Aksaray'da karpuz satan bir külhanbeyi, bana bu Orta Anadolu kazasının en yüksek memurundan daha cana yakın, daha tabii, daha konuşulur geliyordu. Bir gün İstanbul'a gönderilen bir tahrirati* imzalatmaya getirdikleri zaman: "Ah!.." dedim, "Şu mübarek yerin ismini yazmak bile tatlı!.." Yerli kâtibin yanında yaptığım bu hafifliğe sonra kendim de kızdım. Her şeyi bırakarak buraya gelmek isteyince, karşıma istikbal hülyalarım, mektepte muhayyilemin süsleyip püsleyerek kafama yerleştirdiği tasavvurlarım çıkıyordu. Ama öyle bir hale geldim ki, çıldıracaktım. Düşünüyordum: Gidersem istikbalimi kaybedecektim, fakat durursam aklımı... Yalnız kaldığım günlerde benim yegâne dostum olan aklımı... Her şeyden fazla sevip beğendiğim akılcağızımı! Ne kuvvetliymişim ki, bir siyah fanila bana oradan ayrılmak çılgınlığını yaptıracak tahassüsleri** verinceye kadar tahammül ettim. Kış gelmiş; kar, yerli tabirle, güdük devenin kuyruğuna çıkmıştı. İstanbul'unki onun yanında konfetidir. Orada kar her yerdeki gibi yumuşak, tatlı değil; dolu gibi iri, yerleri tekmeler gibi sert yağar, biraz sonra da rüzgâr onları alarak çöl kumları gibi yüzünüze fırlatırdı... Güneşi bulutların arasından alay eder gibi dilini çıkardığı zaman görebilirdik... Bir sabah uyanınca gene kar yağmakta olduğunu gördüm. Hava bazan önümüzdeki camii göstermeyecek kadar bulanı-
* Yazıyı.
- Duyguları.
119