Gara Camışları Vurdum Bayıra'nın öyküsü
Palandöken Dağı’nın kuzeyini ve batısını, yaylaların yükseğine oturmuş bir ulu ova kaplar. Adı türkülere nakşedilmiş bu ovaya Erzurum Ovası derler. Bir zamanlar bu ova etraf illerin çayır ihtiyacını karşılarmış. Ovanın geniş bir bölümü sazlıklarla kaplıymış. Bu sazlıklarda bin bir çeşit kuş yaşarmış ve bu sazların kurusu ile Erzurum'un hamamları yakıt ihtiyacını giderirmiş. İnsanlar at arabaları ve kağnılarla şehre kuru saz taşırlarmış. Yani bu ova kuşları, suları, çayırları ve çimenleriyle görülmeye değer ender yerlerden biriymiş. Geniş çayırlıklar hem göçerlerin hem de yerli halkın hayvanlarının otlattığı verimli arazilermiş. Hem sulak hem de bol çayırı olan ova köylerinde camız sürüleri de varmış. Camızın sütünden çok hoş yoğur yapıldığı için, yoğurdu ve peyniri pek seven yöre halkı camız beslemeyi de severmiş. Camızlar suyu çok seven hayvanlardır. Sıcakta suya girdi mi bir daha çıkmak istemezler. Fakat kötü özelliklerinden birisi de çok inatçı olmalarıdır. Bilindiği gibi, camızlar kavgaya tutuştular mı, işte bu inatçılıkları sebebiyle, onları birbirinden ayırmak oldukça güçtür, hatta imkânsızdır. Camız sürülerine sahip olanlar ve camız çobanları, onları ayırmanın bazı uygulamalarla mümkün olabileceğini söylerler. Bunlardan birisi de kızgın camızların yüzlerine doğru tazyikli su göndermektir. Bir diğer yol ise en çok geçerli olan da bu yoldur, bu hayvanları güden çobanın, araya girmesidir. Çünkü camızlar çobanlarına veya kendilerinin alışık olduğu kişilere karşı çok itaatkar imişler.
İşte günlerden bir gün, korkulan hadise vuku bulmuştur. Bir yaz günü güneş yaylaları iyice ısıtmış; ovalara da sarı sıcak çökmüş. Camızlar da o gün çayırda otlamışlar, karınlarını iyice doyurmuşlar ve sıcak basınca otlağın yakınındaki küçük suyun başına gitmişler. Kana kana içip bir güzel susuzluklarını gidermişler ve sonra da girip yatmak istemişler. İşte ne olmuşsa o esnada olmuş. Sürünün en güçlü iki camızı birbirlerine üstünlük kurma mücadelesine girmişler. Camızların içine girmek istedikleri su birikintisi bir hayli küçükmüş. Halbuki biraz ötede başka bir su göleti varmış ama hayvan bu ancak içgüdüsüyle hareket eder, az ilerideki suyu düşünemez. Bu iki camız da gölete sen girersin ben girerim diye vuruşma başlamış. Yani camızlar kıyasıya bir kavgaya tutuşmuşlar. Camızların dövüşü öyle şiddetlenmiş öyle şiddetlenmiş ki etraftan yetişen çocukların hayvanlara taş atmaları kâr etmemiş. O gün camızlara çocuklar göz kulak oluyorlarmış. Camızlar çobansız kalmışlar. Çünkü o gün çobanın düğünü oluyormuş. Bu sebeple çoban, camızları gütmeye gidememiş. Camızlar kızgın bir halde dövüşmekte, darbeleriyle birbirlerini perişan etmekteymiş. Camızların ikisi de kan revan içinde kalmışlar. Bu esnada köy meydanında düğün kurulmuş; davullar, zurnalar bar havaları vurup düğüncüleri coşturmaktaymış. Herkes neşe içinde çobanın düğününe katkıda bulunmanın zevkini tadıyormuş ama bu mutluluk pek uzun sürmemiş. Camızlara bakan çocuklardan birisi, "bu camızlar birbirlerini öldürecekler. Ben köye gidip haber vereyim" diye koşa koşa köye gitmiş. Çocuk soluk soluğa düğün kalabalığının içine dalıp "Camızlar birbirlerini öldürüyor. Taşla sopayla ayrılmıyorlar" diye topluluğa seslenmiş. Topluluğun içinden bazıları ellerine sopalar alıp camızları ayırmaya gitmişler. Olayı herkese duyurup da düğünün neşesini dağıtmayalım diye çabucak çayıra inmişler. Bu gelen köy delikanlıları da camızları sopa ile de olsa su ile de olsa mümkün değil ayıramamışlar. Bakmışlar olmuyor tekrar köye haber salmışlar. Bunu çobandan başkası asla ayıramaz diye söylemişler. Onları ayırmanın yolu, çaresi, ancak böyle bulunmuş. Çobanı götürüp işi halledeceklerdir. Artık mecbur kalıp çobanı haberdar etmişler ve bu işi ancak onun halledeceğini söylemişler. Bazıları damadın çayırda ne işi var, biz kendimiz bu işi halledelim demiş ama artık köylü istese de, istemese de, bu kavgaya seyirci kalınmayacaktır. Nihayet düğüne ara verilmiş damatla birlikte olay mahalline gidilmiş. Çoban bu türden olaylara sık sık rastladığı için durumu hiç de önemsemeyerek camızları aralamaya çalışmış. Halk da bu arada çobanın mücadelesini seyrediyormuş. Birbirleriyle kıyasıya vuruşan camışların aralarına birden girivermiş çoban. Girmesine girmiş ama beklenen olmamıştır. Çünkü camışlar damat elbisesi giymiş olan çobanı tanıyamamışlar ve aynı kızgınlıkla, darbeler indirerek, zavallı çobanı en mutlu gününde bir anda kanlar içinde bırakmışlar. Köylüler koşuşup hemen çobanı camışların ayakları altından kenara çekmişler. Bu vahim duruma, orada bulunanların müdahale etme şansı kalmamış, her şey bir anda olup bitivermiştir. Fakat çok geç. Çoban aldığı boynuz darbeleri sonucunda kendisini tanıyamayan, her gün çayıra götürdüğü camışlarının kurbanı olmuş; hemen oracıkta ölmüş. Oracıkta bir feryat kopmuş; çoluk çocuk, kadın erkek herkes yiğit çobanın muradına eremeden acı bir şekilde bu alemden göç etmesine dayanamamış, iki gözü iki çeşme ağlamışlar... ağlamışlar... ağlamışlar... Bu acı feryatları duyan camışlar da yığılmışlar yere. Yiğit çobanı kanlı giysileriyle köye getirmişler. Bu kez düğün evi şivan evine dönmüş. Derler ki o yörelerden hâlâ her sıcak yaz gününün öğle vaktinde bir yanık seda duyulurmuş. İşte türkümüzün hikâyesi böyle. Buna yürek mi dayanır? Elbette ki ağıt yakılır. Başka bir söz söylemeye hacet var mi?
Kaynak: Güven, Merdan (2005). "Türkiye Sahasındaki Hikâyeli Türküler Üzerine Bir Araştırma (Doktora Tezi)" (PDF). Erzurum. 14 Kasım 2020 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi.
|