Figen Yüksekdağ'ın 11 Mart 2019'daki savunması
Bu kadar olağandışı bir dava ve yargılama süreci ile karşı karşıya olmamıza rağmen, adil yargılama gereklerine uygun bir dava sürecinin yaşanması için ben ve avukatlarım elimizden gelen her şeyi yaptık. Baştan sona bu davanın, iddianamenin olmaması gerektiğini bütün Türkiye, bütün dünya biliyor. Ben burada diğer seçilmiş arkadaşlarım gibi siyaset yaptığım, söz söylediğim, sadece görevimi yaptığım için yargılanıyorum. Ama bizler buna rağmen tarihe sözümüzü söylemek, bütün dünyaya ve Türkiye’ye sözümüze söylemek ve her şeyden önce hukukun ve adil yargılama idealinin, hayalinin bir şekilde yaşaması için bu duruşmalara çıktık ve olağan seyrinde geçmesi içinde elimizden gelen çabayı gösterdik. Ama geçen duruşmada da ifade ettiğimiz gibi yargı kurumları üzerinde bu kadar açık, bu kadar aleni iktidar baskısı olduğu müddetçe bu davaların olağan seyrinde sürmesi mümkün değildir.
Erdoğan yargıyı etkilemek için hakkımızda linç kampanyası düzenliyor
Bugün de sizler heyet adına, heyetin başkanı olarak siyasi iktidarın bir süredir ekranlarda yaptığı siyasi konuşmalardan söylediği sözleri hukuki terminolojiyi kullanarak söylüyorsunuz. Bu da gösteriyor ki sizin heyetinizin üzerinde de bu davaların hızla sonuçlandırılmasına yönelik bir baskı var. Biz bunu baştan beri söyledik, bin defa söylememiz gerekse yine söyleyeceğiz, ne yazık ki gerçek bu, hakikat bu. Ben bunu herhangi bir yoruma dayanarak söylemiyorum. Bakın bu duruşma devam ederken bu ülkenin cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişi, AKP’nin Genel Başkanı meydan meydan dolaşarak ben de dahil olmak üzere yargılanan tutuklu siyasetçi arkadaşlarımı, belediye eşbaşkanlarımı, milletvekillerimi videolarda izletip, yandaş televizyon kanalları ile hakkımızda yürüttüğü ceza kesme, linç etme kampanyası yetmezmiş gibi miting meydanlarında da yargıyı etkileme girişiminde bulunuyor. Bizim hakkımızda yargının vereceği kararı etkilemek için linç kampanyası düzenliyor. Ben çıkıp herhangi bir televizyon kanalında HDP’nin ya da şahsımın kendini savunma hakkına sahip değilken tek taraflı bir linç kampanyası ile karşı karşıyayım.
Yargı iktidarın baskısına ortak olmamalı
Bu yargılama sürecinin sizin heyetinizin niyetinden bağımsız olarak adil ve olağan bir şekilde seyretmediğini göreceğinizi umuyorum. En azından hakkaniyete bağlı iseniz benim üzerimde böyle bir baskı kurmamanız gerekir. Benim yargılanma sürecim boyunca bu iktidar benim üzerimde baskı kuruyor, bu baskıya ortak olmamalısınız. Bu baskının bir parçası olmamalısınız.
Erdoğan sadece bizleri değil bütün siyasetçileri tehdit ediyor
Yine bu siyasi iktidarın temsilcisi, bizlerin cezaevinde olmasının birinci müsebbibi sadece bizleri değil bütün siyasetçileri tehdit ediyor. Daha dün yaptığı konuşma ibret-i alem konuşması! Bir siyasi partinin genel başkanını açıktan tehdit ediyor. “Bakın benimle uğraşanların nereye gittiğini görüyorsunuz, cezaevinde gün sayıyorlar, senin dokunulmazlığın yok, bak seni uyarıyorum kaçacak deliğin yok” diye tehdit ediyor. Bu kadar açık bir biçimde siyasetçiler yargı kararı ile tehdit ediliyor, mahpus ediliyor. Bu koşullar içinde ne yazık ki hukukun olağan kuralları içinde bir yargılama yaşanmıyor. Ben bir kere daha bunun bu gerçeklik içerisinde kayıtlara geçmesini istiyorum.
İktidar ve ona bağlı yargı ceza kesmede kararını verdi ise bizi yormayın
Siyasi iktidarın baskısı altında kalıyorsunuz. Bakın sayın heyet, yargılamayı uzatmaya çalıştığımı söylüyorsunuz. Var mı tarihte böyle bir şey? Tarihte olmayan cümleler konuşulmaya başlandı. Neden? Çünkü siyaset kurumu yargıyı etkiliyor. “Çabuk kesin bunların cezasını. 2 yıl oldu daha yetmedi mi?” diyor. Benim 45 davadan yargılanmamın müsebbibi de bu siyaset kurumları. Bu akla, hayatın olağan akışına uygun mu? Sizin sadık kalmanız gereken en temel hukuk yasası budur. Anayasanın, bütün evrensel yasaların sadık kalması gereken budur. Buna uygun görüyor musunuz yaşananları? Ben yargılandığım davanın fezlekelerini bile okuyamıyorum. Bizler robot değiliz. Eğer bu siyasi iktidar ve ona bağlı yargı kurumu baştan bize ceza kesmek konusunda karar almışlarsa, buna niyetlilerse ne kendinizi yorun ne de bizi yorun sayın başkan. Niye bir sonraki duruşmayı bekliyorsunuz o zaman sayın başkan?
Ben burada bilmem kaç tane birleştirilmiş fezlekeden yargılanıyorum, benim yargılanmam sadece bu fezlekelerden ibaret değil. Ben siyasi değerlendirmeler yapmak zorundayım. Dosyaya açıklık getirmek için bunları söylemek zorundayım. Ve bu da yargılanmanın doğal parçasıdır. Ben, dile getirdiğiniz gerekçeyi (yargılamayı uzatmak), nedeni haksız ve mesnetsiz buluyorum. Benim durumumda olan biri için haksızlıktır. Geçen duruşmada da bunu söyledim. Ama sizin yargılamayı kısaltmak gibi bir derdiniz varsa, ben birşey yapamam ben bunu engelleyemem. Ne yazık ki bunu engelleyecek gücüm ve olanağım da yok. Bunu kamuoyunun yüce takdirine bırakıyorum. Adalet ve vicdan duygusuna bırakıyorum.
Daha önce eleştirdiğimiz hukuk normlarına bile bu ülkeyi muhtaç hale getirdiler
Siyasi iktidar seçim meydanlarında, seçim kampanyasını bizim üzerimizden yürütüyor. O kadar akıl almaz yaklaşımlar var, hukuku ayaklar altına alan yaklaşımlar var. Bakın Türkiye’nin hukuk sistemini de eleştiriyorum. Yasama organının bileşenlerinden birisiyim. Her ne kadar milletvekilliği düşürülmüş olsa bile yasama kurumunda bizim hukuk sisteminin eleştirilmesi ve hukuk normlarının demokratikleştirilmesi ve sadeleştirilmesi mücadelesi veriyorum. Ama ne yazık ki eleştirdiğimiz hukuk normlarına bile bu ülkeyi muhtaç hale getirdiler.
Bu ülkeye hesap verecekler
Bundan 15 yıl önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılandığım bir dava da bu dosyayla birleştirilmesi gereken bir davadır. Benim tutuklandığım gün savcıya, tutuklanmamızı gerçekleştiren mahkemeye verdiğim savunmaya açılmış bir davadır. Normal koşullarda bu dosyanın kapsamında görülmesi gerekir. Bu dosya kapsamında sadece birbirinin örneği suçlamalar veya maddelerle açılmış davalar yok, birbirinden çok farklı davalar, adeta kokteyl bir dosyaya dönüştürülmüş ve hakkımda dava açılmış. Tutuklandığım dosya da bu dosya. Ve tutuklandığım gün verdiğim savunma üzerinden açılan dava bu kapsamda görülmesi gerekirken taleplerimiz kabul edilmiyor. 1 A4 sayfa metinden oluşan savunmadan 2 ayrı dava açıldı, birisi Diyarbakır’da birisi Ankara’da. Sonra Diyarbakır’da görülen davada görülen lüzum üzerine, verilen talimat üzerine, ben bunu açıktan söylüyorum, çünkü gözümüzün önünde yargıçlar Cumhurbaşkanı’nın avukatının verdiği talimatı yerine getiriyor. Hesap verecekler. Bize doğrudan vermeyebilirler ama bu suçu işleyenler bir hukuk sistemine, bir ülkeye, bir insanlık anlayışına hesap verecekler.
Bu günler geçecek, ama bu günler içerisinde de doğruyu savunanlar olmalı
Benim en duruşmamda mahkemeye mazeret dilekçesi göndermişim, ikinci duruşmam, mazeret dilekçemin ulaşmış olmasına rağmen dikkate almamışlar. Sırf Cumhurbaşkanı karardan memnun olsun, seçim kampanyasından önce içi soğusun, rahat etsin diye bir yargılama yapılıyor. Tam bir rezaletle karşı karşıyayım. Benim açımdan da vicdan açısından da bir kabul edilirliği yok. Ben savunma yapmaya devam edeceğim. Bu savunmayı sağlıklı, olması gerektiği gibi yapacağım ve mahkemenizin de adalet ve vicdan duygusuna, hukukun olağan akışına sadık kalmasını bekliyorum. Üzerinizde çok yoğun baskı olduğunun farkındayım ama bu günler geçecek. Ama bu günler içerisinde doğruyu savunan birilerinin olması gerekir. Siz olabilirsiniz bu biz de olabiliriz. Hepimiz doğruyu savunmalıyız.
Sizin kendi aklınıza, vicdanınıza ne yazacağınız sizi bağlar sayın heyet. Ben doğruya bağlı kalacağım. Ben savunmayı sağlıklı bir şekilde yapmalıyım. Olması gereken budur.
Ben kişi olarak, bu dosyanın muhataplarından biri olarak şunu söyleyeyim, heyetle herhangi bir sorunum yok. Özür bekleyeceğim bir yaklaşımla karşı karşıya kalmadım. Mesele bu değil. Meselenin ne olduğunu güncel notlarıyla ifade ettim. Aslında bu sizler için de dile getirilmiş bir doğrudur. Bu koşullar içerisinde biz bir gerçeğe işaret etmek istedik.
Ben yargılama sürecinde en önemli ihlal edilen şeyin açıklık, aleniyet hakkı olduğunu düşünüyorum. Açıklık ve aleniyet ve özgürse savunma hakkı güvence altında olmalıdır.
Kadına yönelik şiddet siyasetçiler tarafından teşvik ediliyor
Ben 4 nolu fezlekeden devam edeceğim. Yani Diyarbakır’da 8 Mart mitinginde yaptığım konuşmadan açılan bir dava. 2 gün önce 8 Mart kutlandı. Ancak Türkiye’de kadına yönelik şiddet ne yazık ki önlenemediği gibi siyasetçiler tarafından da şiddet teşvik ediliyor. Kadına yönelik şiddet, evde, okulda, sokakta, bazen kadının özgürlük alanının kısıtlanması, eşitsizliğin dayatılması biçiminde bazen de bize dönük gerçekleştirildiği gibi siyasi linç biçiminde sürüyor. Kadının kamusal alanda sözünü söylemesi, yaşamın üreten gücü haline gelmesi eril zihniyet ve iktidar tarafından uzun bir tarih boyunca, 5 bin yıl boyunca bastırılmıştır. Ne yazık ki bu zihniyet kendisini revize ederek sürdürmeyi başarmıştır. Kadınlar hak ve özgürlük mücadelesi ile çok önemli kazanımlar elde etmiştir elbette. Ancak eril zihniyet kendisini revize ederek çağın değişen koşullarına uygun şiddet ve baskı biçimlerine kendisini uyumlu hale getirmeyi başarmıştır.
Ülkemizde kadınlar her gün erkekler tarafından şiddete uğruyor ve her gün kadın cinayetleri ile, kadın katliamları ile yüz yüze geldiğimiz çok büyük adaletsiz ve yıkım örneklerinin olduğu bir yaşama mahkûm ediliyor. Türkiye’de kadına dönük şiddet özellikle yasaklarla kadının özgürlük alanlarının baskılanması, özellikle yasaklarla böyle bir noktaya gelmiştir. Kadınlar sokaklarda gece gündüz fark etmeksizin özgürce yürüme hakkına sahip değildir. Kadınlar bazen eşleri tarafından, bazen sevdikleri tarafından, bazen hiç tanımadıkları erkekler tarafından saldırıya uğramaktadır.
Erkek şiddeti, iktidar tarafından kadınları baskı altına almanın aracı olarak kullanılıyor
Bu koşullar elbette kadın hak ve özgürlük alanının her gün daha fazla baskı altına alınması ile ilgili ama aynı zamanda kadına yönelik şiddeti bir taraftan teşvik eden, özendiren ceza hukukunun yorumlanma ve uygulanma anlayışıyla da ilgili. Her gün daha fazla artan erkek şiddeti, bugün iktidar tarafından kadınları baskı altına almanın aracı olarak kullanılıyor.
Kadına dönük şiddet politikası bizlere de daha özel biçimlerde uygulanıyor
Daha başkaca ceza infaz yasasında erkekleri koruyan düzenlemelerin olması kadın katillerini cesaretlendiriyor. Ön kapıdan mahkemeye giriyorlar, mümkünse cezalarını alıyorlar. Ama erkekler yatacakları süreyi de hesaba katıp “1-2 yıl yatıp çıkarım, ondan sonra kaldığı yerden kadınları dövmeye, öldürmeye devam ederim” diyorlar. Öyle ki, açık cezaevinden izinli çıkan erkekler, izinlerini ayrıldıkları eşlerini öldürmek için kullanabiliyorlar. Kadına yönelik şiddet gayet politiktir ve siyasi iktidar tarafından yönetilen, bütün kadınları baskı altında tutan, bir baskı aygıtı durumundadır. Sokaktaki her kadının, bir ayrım gözetmeksizin karşı karşıya kaldığı baskılar ve şiddet politikası bizlere de daha özel biçimlerde uygulanıyor. Ve kadınların siyasette temsil hakkı, siyasi iktidarın en fazla saldırdığı ve yok etmeye çalıştığı alandır. Bizler kadınların siyasette özgür ve demokratik temsil hakkını ifade ediyorduk, bunun sözcüleri ve temsilcileriydik. Bugün yüzlerce, binlerce kadın temsiliyetini ifade ettiği, sembolize ettiği için tutuklamalarla, yargılamalarla, kovuşturmalarla karşı karşıya kaldı, görevinden alındı. Partimizin belediye eşbaşkanları, onlarca belediye eşbaşkanı tutuklu. HDP’nin milletvekillerinin kadın temsiliyeti fiili olarak engelleniyor. Ve bütün temsil alanlarında, siyasi iktidarın kadına yönelik her türlü şiddetiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Kadınların siyasetteki temsil hakkı yüksek olsaydı her gün 5 kadın katledilir miydi?
Şöyle bir soru soralım: Eğer kadınların siyasetteki temsil hakkı ve temsil oranı daha yüksek olsaydı, kadınların demokratik hak ve özgürlük alanlarını tutarlı bir biçimde savunması daha güçlü olsaydı, Türkiye’de her gün 5 kadın katledilir miydi? Türkiye’de sokaklar kadınlar için cehenneme, güvenliksiz alanlara dönüşür müydü? Bizim bu soruya bir cevabımız var: Hayır, olmazdı. Çünkü kadın siyasette, bütün kamusal alanlarda ne kadar çok temsil edilirse vicdan da adalet de o kadar hakim hale gelir. Kadının bütün kamusal alanlardaki temsiliyeti, kamusal, toplumsal vicdanın ve adaletin gelişmesi anlamına gelir. Barış duygusu ve düşüncesinin gelişmesi ve yayılması anlamına gelir. Çünkü kadın kimliğinde temsil edilen değerler bunlardır: barış, adalet, vicdan. Ve biz bu değerleri yaşamda, politikada ne kadar etkin hale getirebilirsek, toplumsal ve siyasal sorunların çözümü o kadar kolay olur. Ülkenin refaha ulaşması da, yaşamın ağır krizlerinin çözümü de o kadar kolay ve mümkün hale gelir. Bizler, seçilmiş kadın siyasetçiler olarak, milyonlarca kadının temsilcileri olarak kilit altında olmasaydık, belki Türkiye bugün bu kadar büyük bir siyasi krizle karşı karşıya olmayacaktı.
Halkın başka derdi yokmuş gibi AKP-MHP koalisyonunun geleceği ile uğraşıyor
Bugün Türkiye’de durumu idare etmeye çalışan, kendini kurtarmaya çalışan bir siyasi iktidar var. Bütün ülke bir siyasi iktidarın ikbali, istikbali ile uğraşıyor. Sanki bu ülkenin halklarının başka derdi yokmuş gibi AKP-MHP koalisyonunun geleceği ile uğraşıyor. Tek adam iktidarının geleceğinin derdine düşmüş, onun derdinin belasını çekiyor. Siyaset kurumu tamamen kilitlenmiş durumda. Siyasi, ekonomik bir kriz yaşanıyor. Ve seçimlerden sonra bu ekonomik, siyasal kriz çok daha derinleşecek. Çünkü siyasi iktidar, yönetme kabiliyetini yönetme soğukkanlılığını yitirmiş durumda.
Bir devlet kadınların ezana hakaret ettiği yalanını uyduracak kadar çaresizleşebilir mi?
Bakın ne kadar büyük saldırılarla karşı karşıya bugün kadınlar. Her 8 Mart’ta yapılan yürüyüş var, Türkiye’de gelenekselleşmiş bir yürüyüştür. İstanbul İstiklal Caddesi’nde Feminist Gece Yürüyüşü. Bütün kesimlerden binlerce kadın İstiklal Caddesi’nde yanyana gelir, sadece kadınların gece sokakta özgürce dolaşabilmesi hakkı için. Ama aynı zamanda kadının bütün hak ve özgürlük talepleri için, ekonomik, siyasal talepleri için bir yürüyüş gerçekleştirir. Bu zamana kadar, bu yürüyüşe müdahaleler olmadı değil, oldu. Çeşitli saldırılar oldu. Ama tarihte ilk defa bu kadar ağır bir saldırıyla karşı karşıya kaldılar. Bir tarafta polis müdahalesi ile karşı karşıya kaldılar, on binin üzerinde kadından bahsediyoruz. Biber gazlarının, plastik mermilerin kullanıldığı bir müdahaleden bahsediyoruz. Bir taraftan kadınların canına kastedildiği anlamına geliyor. Ama buna rağmen kadınlar yılmadı, müdahalenin ardından yürüyüşe devam etti. Dün bu ülkenin Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişi toplumu bu defa da kadın ve erkek olarak kesin bir biçimde bölmek için inanılmaz saldırgan bir dil kullanarak kadınlara saldırmaya devam etti. Bir devlet suçu işledi. Sadece özgürlük için meydanda bulunan kadınları ezana hakaret etmekle itham etti. Bir siyasi iktidar bu şekilde çaresizleşebilir mi? Bu kadar inanılmaz bir yalana tenezzül edebilir mi? Bu ülke bunu da yaşadı. Bu da yaşanmaz dediğimiz her şey yaşanıyor.
Cumhurbaşkanı’nın açıklamasından sonra hem kadınlar hem partimiz linç girişimi ile karşı karşıya kaldı
Kadınlara çok büyük bir nefret söylemiyle yaklaşarak bize hakaret ediyorsunuz. İthamı, iftirasıyla yaklaşan bir siyasi iktidardan bahsediyoruz. Kendi yalanına kendisi ikna değil. Çünkü ortada böyle bir durum yok. On binlerce insanın katıldığı bir eylemden bahsediyoruz. Ezan sesi başta olmak üzere yüzlerce sesin duyulmadığı, ıslık ve alkış seslerinden duyulmadığı bir eylemden bahsediyoruz. Ve bu ortamda ezan sesini duymayan kadınlar, ezana hakaret ediyor! Ve hâlâ bu yalanı, bu saldırgan ve nefret söylemini sürdüren bir iktidardan bahsediyoruz. Bununla bitmedi. Dün akşam bu nefret ve kışkırtma dilinden sonra İstiklal Caddesi’nde sarıklı-cübbeli gruplar toplandı, “Ezana uzanan eller kırılsın” diye linç hazırlığına girişti. Ve bu linç girişimi dolaşıp HDP’nin İstanbul İl Binası’na geldi. Dün ayrıca Cumhurbaşkanı’nın bu konuşmasından hareketle hem kadınlar hem de partimiz bir linç girişimiyle karşı karşıya kaldı. Çok açık bir biçimde siyasi iktidar tarafından linç girişimiyle, iftira kampanyalarıyla katledilmekle tehdit ediliyoruz. Ve bu yönlü anlayışla, kadınların siyasetini, bütün bir toplumu dizayn etmeye çalışıyorsunuz. Bu koşullar içerisinde doğruyu, haklıyı ve olması gerekeni ısrarla vurgulamaktan başka seçeneğimiz yoktur.
Ne yapmışım? 2016’daki koşullarda, ne yazık ki aradan 3 yıl geçmiş, Türkiye’deki siyasette değişen bir şey olmamıştır. Dün de, benim bu konuşmayı yaptığım koşullar içerisinde de kadınlar sorgusuz sualsiz katliamlarla, baskılarla, şiddetle karşı karşıya geliyordu. Bugün de sorgusuz sualsiz katliamlarla, linç kampanyalarıyla karşı karşıya. 2016’da benim için hazırlanan fezlekede hendekler ve barikatlar gerekçesi varmış, ona sığınmışlar, hendekler ve barikatlar gerekçesiyle kadınlar linç edilmiş. Ben linç edilmek istenmişim. Ama bugün hendekler ve barikatlar yok. Onun yerine başka yalanlar, gerekçeler var. “Ezana hakaret” yalanı var, “sokağa niye çıktın” saldırganlığı var. “Gözünün üstünde kaşın var, niye muhalefet ediyorsun, niye bana itaat etmiyorsun” gerekçesi var. Gerekçeler birbirinden farklı ama davalar aynı. Demek ki mesele gerekçeler değil. Fezlekelerde, iddianamelerde yazılanlar değil. Gerekçe kadın düşmanlığı. Asıl gerekçe bu siyasi iktidarın en başta biz kadınlara ve tüm Türkiye toplumuna düşmanlığıdır.
(Yüksekdağ, hakkında hazırlanan fezlekenin metni)
Fezlekeyi okuyorum. Bazı kelime yanlışları var onları düzeltmeye çalışacağım. Fezleke konusu edilen konuşmam 8 Mart Diyarbakır mitingi. Herhangi bir olayın yaşanmadığı bir mitingdi.
“Merhaba, hepinizi o güzel yüreğinizi, buradaki görkemli coşkunuzu, saygıyla sevgiyle selamlıyorum. Bugün burada özgür kadının, baş eğmeyen kadının, teslim olmayan kadının ve teslimiyete inat direnişin bayrağı meşale olan kadının sembolü olarak birleştiniz buluştunuz ve bugün bu meydandan, direnişin şehrinden, Amed'in, Sur’un bağrından direnerek özgürleşen, özgürleşerek güzelleşen tüm kadınları saygıyla coşkuyla selamlıyoruz. Hani demiştik ya, hani demiştik ya çiçekleri koparabilirsiniz ama baharın gelişini engelleyemezsiniz. İşte yine bahar geldi. İşte yine kadınlar direnerek baharı getirdi. Gelen güne merhaba, direnişin baharına merhaba, halklarımızın kutlu günlerine, muzaffer günlerine özgür, aydınlık geleceğine merhaba merhaba (Anlaşılmadı Kürtçe). Bugün kadının, evet kadınların yüreğinden, kadınların direnişinin tam orta yerinden, Sur’a selam olsun. Cizre'ye, Silopi, Silvan’a, İdil ve baş eğmeyen özgürlük sevdalılarına selam olsun. Bugün dört bir yanımızı kana ölüme katliama boğanlar, dört bir yanda kadının özgürlük iradesini halkların özgürlük iradesini zulümle zorbalıkla boğacaklarını zannedenler her meydandan cevaplarını alıyorlar. Meydanları özgürleştiren kadınlardan cevaplarını alıyorlar.
Bu zulüm iktidarını ayakta tutamayacaklar
Biz onlara yıkamazsınız demedik, biz onlara öldüremezsiniz demedik, biz onlara kan dökemezsiniz, vahşet uygulayamazsınız demedik. Çünkü biliyoruz ki onlar vahşeti iyi bilirler, onlar öldürmeyi iyi bilirler. Onlar yıkmayı iyi bilirler, onların tek bildiği bunlardır. Bu siyasi iktidar yıkmaktan, öldürmekten ve vahşetten başka hiçbir şey bilmiyor ama sevgili kadınlar onların bildikleri yine onları kurtarmaya yetmeyecek. Bu bildikleriyle ve yaptıklarıyla bu zulüm iktidarını ayakta tutamayacaklar. İşte bizim bildiğimiz de budur. Bu zulümle abad olamayanlar berbat olacak berbat. Onlar çöktüler ve çökecekler. Bu vahşetin, zulmün ortasında asıl zor olan asıl erdemli ve soylu olan dimdik ayakta durmaktır, zalimin önünde boyun eğmemektir ve geleceğe inanmaktır, yaşama inanmaktır. Kadın, yaşam ve özgürlük idealine kendini adamaktır.
Biz yaşama adadık kendimizi, kadınız yaşamın ve özgürlüğün tam orta yerinde dimdik ayaktayız. Dimdik ve onların önünde bu kadınlar eğilmedi asla da eğilmeyecek. Bu kadınlar hiçbir zaman durmadı ve durmayacak önümüze çıkardıkları bütün engellere ve barikatlara rağmen bütün vahşete, baskıya, diktatörlüğe rağmen bizler başlattığımız yaşam ve özgürlük yürüyüşünü menzile ulaştırmak için yola çıktık. O menzile varmadan da durmayacağız. Kimse bizi durduramayacak. Çünkü verilmiş sözlerimiz var. Yaşama verdiğimiz sözler var. O yaşam ve mücadele içerisinde kahramanca direnen o aydınlık yürekli, ak alınlı şehitlerimize, kadınlara verdiğimiz sözümüz var. Sakineye sözümüz var, Seve'ye, Pakize’ye, Fatma'ya sözümüz var. Taybet Ana’ya sözümüz var. Daha 2 gün önce Sur’dan çıkarılan siviller arasında bulunan ve hastaneye yetişemeden yaşamını kaybeden katledilen Fatma Ateş’e, Fatma anamıza sözümüz var. Cizre'de çıplak bedenini utanmazca sokakta sergiledikleri, o direnen kadın kardeşimize sözümüz var ve bu söz bizim boynumuzdaki ağır vebaldir ve bu söz bizim direnme ve kazanma azmimizdir. Sözünden dönen onlar gibi olsun. Bunlarla onları nasıl, bu siyasi iktidar nasıl kan içinde, vahşet içinde her gün daha fazla çöküyorsa, çözülüyorsa, sözünden dönenin de sonu öyle olsun ama bizler, kadınlar verdiğimiz sözden asla dönmedik dönmeyeceğiz tarih şahidimizdir. Bugün yine aylardır Sur ilçesi etrafındaki abluka sürüyor ve sürdürülüyor. Cizre'de yaptıklarını Sur’da da tekrar etmek için uğraşıyorlar. Sur’da yeni bir katliamın peşindeler. Bugün hâlâ sivilleri tahliye ettik ediyoruz demelerine rağmen onlarca sivil, hamile kadın ve çocuk Sur sınırları içerisinde mahsur bırakılmış durumda. Siyasi iktidar diz çöktüremediği bir halkı, Kürt halkını böyle eziyet ve işkence ile teslim almaya çalışıyor. Taktikleri çok açık ve net “Eğer diz çökmüyorsanız biz size zorla diz çöktüreceğiz, zorla da diz çökmüyorsanız size böyle işkence edeceğiz” diyorlar ama bilmedikleri ihmal ettikleri bir şey var. Biz bu felaket ve işkence çemberlerinden ilk defa geçmedik ve yine geçeriz. Cizre'de o yakıp yıktıkları yüzlerce insanımızı vahşetle katlettikleri o kentte bakın bizim gururumuzun onların utancının tablosu vardır bugün. Biz gururluyuz çünkü o yıkıma o vahşete rağmen Cizre kadınıyla çocuğuyla yaşlısıyla genciyle başı dik ve onurlu gururlu toprağına değerlerine sahip çıkıyor. Cizre halkı o vahşeti mahkûm etti mahkûm ediyor. Bu bizim gururumuzdur.
Biz artık yaratmak istedikleri korkunun bütün barikatlarını berhava ettik
Mehmet Tunç’un da söylediği gibi; biz Cizre'nin kahramanlarıyla bu halkın kahraman, yiğit kadınları ve erkekleri ile gurur duyuyoruz ama onlar tarihin sayfalarında tarihin sayfalarında bir utanç ve suç iktidarı olarak anılacaklar. Ama o kadar faşizme boğulmuşlar ki utanmak nedir bilmiyorlar değerli kadınlar. Ar duymak haya duymak onların defterinde kitabında yazmıyor artık. Yazanı da silmişler atmışlar ama tarihin sayfalarında ve bugün Cizre'de işledikleri savaş suçlarının hesabını verecekler. Bu büyük utanç ve vahşet tablosunun hesabını verecekler. Bizler yürüdükçe bizler direndikçe onların çöktürme planları çökecek. Bakın nasıl kadınların direnişi ile halkın mücadelesi ile demokrasi ve özgürlüğü her şeyin önüne çıkaran o kararlı duruşumuzla siyasi iktidarın bütün zor aygıtları, silahları, topları, tüfekleri işlevsizleşiyor. Artık onların tanklarının toplarının hükmü kalmamıştır. Artık onların kullandıkları ölüm makinalarının, vahşet, kıyım makinalarının hükmü kalmamıştır. Biz artık eşiği aştık biz artık yaratmak istedikleri korkunun bütün barikatlarını berhava ettik. Artık karşılarında özgürleşmiş kadın ve zafere özgürlüğe yürüyen bir halk var. İşte bunun için bu kadar büyük bir güç içerisinde korkuyorlar. İşte bunun için her yerde her yerde halkın ve kadınların iradesine engel çıkarıyorlar. Siyasi iktidara, Başbakana, Cumhurbaşkanına sorarsanız bu topraklarda kamu düzenini sağladılar. “Kamu düzenini sağladık” dedikleri yerlerde bu düzenin ne anlama geldiğini bütün dünya gördü. Yıkılmış evler, viraneye çevrilmiş sokaklar vahşet bodrumlarında hâlâ kaldırılamamış yanmış insan kemikleri, nehir kıyılarında dökülen insan bedenlerinin parçaları, cenazeleri. Düzen dedikleri bu. Onların bu vahşet düzenini tanımıyoruz. Bu insanlıktan çıkışı tanımıyoruz. Bizler bu vahşetin içerisinde tam da insanlığın değerlerini, kadının özgürlük değerlerini koruyacağız ve bunu bir direniş gücü olarak, bunu direnişimizin bir bayrağı olarak taşıyacağız. Onlar insanlık değerlerini paspas edip çiğnedikçe, bizler ezilen insanlığın o mukaddes değerlerini ve ahlakını bayrak edip kuşanacağız ve yürüyüşümüze devam edeceğiz.
Güçlü iseniz, kudretli iseniz niye acizleşiyorsunuz
Bakın dört bir yanda kadınların bu haklı yürüyüşünü yasakladılar, saldırdılar, terörize ettiler. 8 Mart mitingleri birçok kentte yasaklandı, izin verilen yerlerde de her yerde istisnasız kadın arkadaşlarımız arkalarında polis ve güvenlik güçleri ordusuyla çalışma yürüttü. Birçok kentte Silopi'de, Van'da, Urfa'da, Amed'de kadınlar bu 8 Mart mitinglerine yürüyüşlerine katılmasın diye ev ev kapı kapı dolaşarak tehdit edildi. Bu korkuya rağmen bu engelleme çabalarına rağmen kadınlar sokaklara aktı. Şimdi soruyorum ey büyük kudretli siyasi iktidar, kudretinizden haşmetinizden sual olunmaz diyorsunuz, madem bu kadar kudretliyseniz, madem bu kadar düzeni asayişi kendi dediğiniz gibi sağladınız. Niye korkuyorsunuz bu kadınlardan. Kapı kapı dolaşıp mitinge yürüyüşe katılmasın diye kadınları tehdit edecek kadar acizleşiyorsunuz. Nedir bu acizliğin sebebi o zaman. Güçlüyseniz kudretli iseniz niye acizleşiyorsunuz. Bizler Allah'a emanet her yerde kelle koltukta özgürlük değerlerimiz için yürürken, mücadele ederken, sokaklara çıkma cesaretini gösterirken, siz bir Silopi'ye giderken bile 5-10 bin koruma ile niye gidiyorsunuz.
Bizim söylediğimiz tek bir sözden korkarlar
Dediğiniz düzen bu mu? Bizim buna bir cevabımız var. Korku yaratmaya isteyenindir, bunlar yüreksiz, bunlar korkak. Bizim bir meydanda yan yana gelen üç kadınımızdan korkarlar. Bizim sokakta yürüyen 5 çocuğumuzdan korkarlar bizim verdiğimiz bir selamdan, bizim söylediğimiz tek bir sözden korkarlar. Çünkü bizim her bir sözümüz ve selamımız onların korkularını harekete geçirir. Biz onların suçlarını yüzlerine vururuz. Çünkü bunun için korkarlar ve korku ile bir toplumu zapt etmeye çalışan bu korkak iktidar bugün Halkların Demokratik Partisi Milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmak yoluyla bir korku imparatorluğu inşa etmeye girişiyor. Biz bu iktidardan her şey bekledik, her şey de bekleriz. Bunların fütursuzluk da sınırı yoktur. Siyasi saldırganlıkta sınırı yoktur. Siyasi kriterleri yok anayasayı tanımıyorlar, hukuku tanımıyorlar. Bütün evrensel değerleri zaten yere atıp çiğnemişler. Bunlar tam bir terör devleti olmaya doğru gidiyorlar. Devlet terörünü her yerde uygulayarak demokratik gelişim olanaklarının en küçük bir tutar noktasını bile kesip atmaya çalışarak, tam bir korku imparatorluğu ve devlet terörünün kurumsallaştırıldığı bir siyasi iktidar inşa etmek istiyorlar. HDP’nin dokunulmazlığının kaldırılması tartışmalarının hazırlıklarının tek amacı ve gayesi budur. Bu zamana kadar HDP nezdinde onların bu terörünün karşısında duran tek güç bizlerdik, kadınlardı, halklarımızın gücüydü. Bugün de öyle yarın da öyle olacak. Sanıyorlar ki HDPli milletvekillerinin, bizlerin dokunulmazlığını kaldırarak, hapse atarak, tutuklayarak, siyaset dışı bırakarak HDP’ye karşılarında bu diktatörlüğün karşısında bir mücadele gücü olmaktan alıkoyacaklar. Yanarım onların şaşkınlığına! Bu zamana kadar hiçbir güç ve saldırı bizim demokrasiye bağlılığımızı kıramadı. Halkımızın özgürlük mücadelesi ve darbeye, diktatörlüğe karşı mücadelemize engel olamadı ve bu tartışmalar ve hazırlıklar da asla ve asla engel olamayacak. Eğer bir parça cesaretleri varsa, bir parça siyasi ahlakları kaldıysa, 550 milletvekilinin tamamının dokunulmazlığım kaldırsınlar. Görelim o zaman kim sözünden ve düşüncesinden dolayı yargılanacak, kim hırsızlığından ahlaksızlığından, dolandırıcılığından dolayı yüz kızartıcı suçlarından dolayı yargılanacak. Eğer bir parça yürekleri varsa bunu yapsınlar. Bugün ve bugüne kadar biz hiçbir zaman bir korunma zırhına bürünerek siyaset yapmadık. Bizim dokunulmazlığımız gerçekte de yoktu. Burada gördüğünüz bütün milletvekillerimiz başta kadın milletvekillerimiz olmak üzere sayısız kez saldırıya uğradılar, darp edildiler. Sayısız kez siyasi linç saldırılarıyla karşı karşıya kaldılar. Bizler hiçbir korunma zırhı olmadan, bizler hiçbir dokunulmazlık güvencesi olmadan, bunların karşısında en büyük mücadeleyi verdik ve 7 Haziran'da olduğu gibi en büyük zaferlere imza attık. Bizler dokunulmazlık olmadan mücadele etmeyi ve size hayırlısıyla alt etmeyi çok iyi biliriz. Ama siz o zırhlar olmadan bir adım atamazsınız bir adım. O kadar kifayetsizsiniz, o kadar cesaretsizsiniz. İşte bugün de hiçbir şeyden endişemiz ve kaygımız yok halkımız da, sizler de rahat olun kendi gücünüze, hepimizin gücüne sınırsızca sonsuzca güvenin. Bizler direndikçe, bizler el ele verdikçe bu erdemlerin etrafında sımsıkı kenetlendikçe önümüzde hiçbir güç duramaz.
Yargılanmaktan kurtulamayacak olanlar Cizre’de, Sur’da savaş suçu işleyenlerdir
Ve evet bizler tarihi bugün direnenler yazacak. Onlar kendi tarihlerini yazmaya çalışıyorlar, bir zulüm tarihi yazmaya çalışıyorlar, bir diktatörlük tarihi yazmaya çalışıyorlar ama bizler de kendi tarihimizi, bütün Türkiye halklarının tarihini yazıyoruz yazacağız ve bu tarihin sayfalarına direnenlerin sözleri yazılacak. Direnenlerin kazandıkları galibiyet yazacak ve zulmedenler kaybedecekler ve bugün siyasi iktidar bizleri dokunulmazlığı kaldırma tehdit eden, böyle bir darbenin hazırlığını yapan ve Meclisi de feshedip bütün sivil demokratik kanalları zaptedip, diktatörlük inşa etmeye çalışanlar, çok iyi bilsinler yargılanacak olanlar, yargılanmaktan kurtulamayacak olanlar savaş suçu işleyenlerdir. Cizre’de savaş suçu işleyenler, Sur’da savaş suçu işleyenlerdir ve onları yargılayacak irade de bu halkta vardır.
Geçtiğimiz yıl bu meydanda yine sizlerle kadınlarla bir araya gelmiştik ve geçen yıl bir mesaj okunmuştu bu kürsüden Sayın Abdullah Öcalan'ın kadınlara mesajı. Bugün Sayın Öcalan’ın burada okuyabileceğimiz bir mesajı yok ama onun selamını ve onun bizlere desteğini ve sahiplenmesini yine içimizde ve yüreğimizde hissediyoruz ve aylardır 5 Nisan’dan bu yana Sayın Öcalan'ı tecrit altında tutan bu siyasi iktidarın, zulüm zihniyetini, tecrit siyasetini kadınlar olarak yeniden lanetliyoruz. Bu tecridi kadınlar ve halklarımızın mücadelesi kıracak. Yaşamın her alanında tecrit, abluka ve kuşatma siyasetini direnen kadınların özgürleşen kadınların gücü kıracak ve her yerde, her bir meydanda direnişe selam ederek güvenerek ve geleceğe yürüme kararlılığımızı kuşanarak yine bizler kazanacağız. 8 Mart baharın müjdesidir, 8 Mart yarının ve geleceğin müjdesidir. Baharı müjdeleyen kadınlara bin selam olsun her bir meydanda, özyönetim direniş alanlarında, her bir sokakta miting alanında özgürlüğü haykıran kadınlara direnişe sahip çıkan, şiddete karşı özsavunma bilinciyle dimdik ayakta duran bütün kadınlara selam olsun. 8 Mart’ınız kutlu olsun.”
Diyarbakır’daki 8 Mart mitinginde yaptığım konuşmamda, kadın siyasetçi olarak sözümü ve çözüm yollarını ifade ettim. Tecrit politikasını eleştirdim. Geçen üç yıl haklılığımızı ortaya koymuştur. Bu süreçte gerçekleşen darbe ve krizler bu politikanın sonucudur.
Aradan 3 yıl geçmiş ve bu konuşmada Türkiye’ye sorun teşkil eden, gerek kadın özgürlük mücadelesi gerek toplumsal gerçeklik bakımından krize neden olan, bir tür darbeye yol açan çok temel sorunlara vurgu yapmışım. Sonuncusundan başlarsam eğer; Öcalan’a uygulanan tecrit 2015 Nisan’ından beri devam etmekte. O günden bu yana Öcalan’a uygulanan tecrit ile başlatılan çözüm sürecinin bitirilmesi siyaseti Türkiye’de darbeden ekonomik krize kadar birçok derin soruna yol açmaya devam ediyor. Bugün benim bulunduğum cezaevi dahil, Türkiye’nin bütün cezaevlerinde barış siyasetinin yolunun açılması talebi ile süresiz açlık grevleri devam etmektedir. Bu siyasi iktidar Kürt sorununun çözümü konusunda çözüm ve müzakere sürecinin başlatılması bağlamında bir süreç başlatmıştı. Bu başlatılan sürecin sonuçlarını da yansımalarını da gördük.
Siyasi iktidarın artık Kürt sorununu öteleme şansı yoktur
Çözüm sürecinde savaş, ölüm yoktu, ekonomik kriz yoktu. Kutuplaşma, toplumsal kesimler arasındaki ayrışmalar bu kadar derin değildi. Ama müzakerelerin bitirilmesi ile bir kara delik alanı oluştu. Leyla Güven tarafından başlatılan, çok sayıda tutsağın, Sebahat Tuncel ve Selma Irmak’ın da katılımıyla devam eden açlık grevi bu kara deliği kapatmak, ülkenin içinde bulunduğu krize karşı bir çözüm hamlesidir.
Dün de kadınlar olarak 8 Mart alanında aynı şeyi ifade etmişiz. Çözümün yolunun nereden geçtiğini ifade etmişiz. Aradan 3 yıl geçti yine siyasetçiler olarak, kadınlar olarak aynı sorunu işaret ediyoruz. Bu sorunun çözülmesinin eskiden olduğundan çok daha hayati olduğunun altını çizmek istiyorum. Tecrit sorununu, Kürt sorununu, çözümsüzlük sorununu siyasi iktidarın öteleme, erteleme şansı yoktur.
Bu virajı bu freni patlamış kaptanla geçemeyiz
Bugün hiç istemediğimiz tablolarla karşı karşıya kalabileceğimiz bir noktaya geldik. Hem süresiz açlık grevi hem dışarıdaki bütün toplumsal alanlarda halkımızın üzerindeki baskıların ulaştığı boyut artık Türkiye’yi zorunlu bir virajı alma aşamasına getirmiştir. Ama freni patlamış gibi giden bir siyasi iktidar bu kavşaktan dönmeyi başaramaz. Geçmemiz gereken bir viraj var ama bu virajı bu freni patlamış kaptanla geçemeyiz. O nedenle Türkiye’de demokratik kamuoyunun devreye girmesi gerekiyor. Tecrit ve çözümsüzlük politikasına bir son verilmesi gerekiyor. Kadınların en önemli taleplerinden birisi de budur.
Ben 2016 Mart ayında bunu nasıl haklı ve meşru bir talep olarak dile getirdiysem bugün de haklı olduğunu belirtiyorum. Bunda bir yanlışlık yoktur. Biz siyasetçilerin düşüncemizi çözüm yolunu işaret ederek ifade etmekten başka bir fonksiyonumuz yoktur. Bir kadın siyasetçi olarak ben orada görevimi yaptım. Çözümün yolunu işaret ettim. Konuşmalarım hâlâ günceldir.
Terör örgütü propagandası yapmakla itham ediliyorum. Ama öyle bir gerçek kırılması var ki. Her bir fezleke Türkiye toplumundaki bölünmüşlüğü yansıtıyor. O kadar tek taraflı ki, tek taraflı demek hafif kalıyor. O kadar gerçek dışı ki gerçekten bizim kabul edebileceğimiz bir biçimde açıklanması mümkün değil. Siyasi iktidarın zihniyetinin yansıması, uzantısı.
Bu konuşma bir suç konuşması değil, siz suç görüyorsunuz
Bu konuşma bir suç konuşması değil, siz suç görüyorsunuz. Bu ülkede, adil, tarafsız yargı olsaydı bu konuşmayı, 8 Mart’ta yaptığım bu konuşmayı bir suç duyurusu olarak görürdü. Sur’da, Cizre’de işlenen, devlet eliyle işlenen suçların Türkiye’de herhangi bir davalısı olan polis, güvenlik kuvveti görmedim. Hukukçu arkadaşlarımız daha iyi bilirler o davaları, savunmaları, süreçleri daha yakından takip ettiler. Çoğu hakkında dava bile açılmadı. Peki bu konuda yapılan suç duyurularının dosyaları kimlerin masasında? Birleşmiş Milletlerin, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiserliği’nin masasında. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ‘nin, insan hakları kurumlarının masasında. Bunlar sanıyorlar ki dünya kendilerinden ibaret, yok böyle bir şey. Dünya böyle hep böyle kalmayacak. Yarın öbür gün bu iktidarın İnsan Hakları Mahkemesi’ne düşmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Bu işlenen suçlar, insana karşı, topluma karşı işlenen bu suçlar, her şeyden önce bu ülkenin adil, tarafsız ve bağımsız olduğuna inanmak istediğimiz yargı kurumlarının masasında görülsün dedik. Ama tam tersi oldu. Bugün bizim yargılandığımız, cezalandırılmak istendiğimiz davaların duruşmaları var.
Tek suçum kanla, acıyla beslenen zihniyete hesap soramamış olmaktır
Bu yargılandığım duruşma tamamen siyasi bir duruşma. Biz bu süre içinde hendekler, barikatlar sürecinde çok önemli şeyler yaşadık. Bakın yerelden yönetim, özyönetim bu memleketin çok önemli bölümünde halkın kendi kendisini yönetmek istemesiydi. Özyönetim dediğimiz şey yerinden yönetim. Ademi merkeziyetçilik olarak da tanımlanabilecek bir şey. Diğer taraftan da yerel yönetimlerin etkilerinin arttırarak halkın siyasete doğrudan katıldığı bir idari sistem. Öz yönetim sisteminin karşılığı budur. 2016’da halkın bu süreç içerisinde bir hak talebi olarak gündeme geldi.
Bundan sonraki süreçte karşılıklı silah çekilmedi mi evet çekildi, karşılıklı çatışma ve ölümler yaşanmadı mı, yaşandı. Bunların hiçbirisinin yaşanmasını elbette ki bizlerde istemedik, istemezdik. Yaşanan ölümlerin de yaşanan kayıpların da. Ama böyle olmayabilirdi. Eğer özyönetim talebi karşısında, basın açıklamalarında ifade edilen bu taleplere karşı siyasi iktidar tarafından silah çekilmeseydi, bu süreçte siyasi iktidar tarafından silah çekilmeseydi böyle bir krizle karşı karşıya kalmazdık. Bu kadar ağır ihlaller yaşanmazdı. Bu kadar tarihsel acılar yaşanmazdı. Bu nedenle sorun tamamen siyasidir. Sorun tamamen siyasi iktidar tarafından yaşatılmış bir krizdir. Siyasi iktidarın yaşananları terörize etmeye ihtiyacı vardı.
Sonuçlarını tartışıyoruz ama biraz da nedenlerini tartışmamız gerekiyor. Niye bütün kapıları kapattık? Niye çatışmanın dışında başka yol bırakılmadı? Ama bugün sonuçları üzerinden bizleri mahkûm etme çabası var ve yargı kurumları buna alet ediliyor.
O süreç içerisinde çok az cümle söylemişimdir. Yaşadığımız yıkıma, karşı karşıya kaldığımız trajediye ilişkin... Bizim bir suçumuz varsa o kadar büyük acılar yaşayan halkın mücadelesini, taleplerini yerine getirebilmek için yeterince cevap olamamaktır. Kanla beslenen, bu acıyla beslenen zihniyete karşı benim tek suçum bunun hesabını soramamaktır.
İddianameye bakarsanız Cizre’de Sur’da Silopi’de bütün abluka altındaki kentlerde herkes roketatarlarla savaş açmış Türkiye’yi bölmeye çalışıyor. Bugün o zihniyeti taşıyan Cumhurbaşkanı HDP seçmenine terörist diyor. Sonra çıkıyor “Ben terörist derken HDP seçmenine demedim. Benim öyle dediğimi söyleyenler asıl teröristtir.” Ne yapacağını bilmeyen bir zihniyet! Bütün halklar bütün Kürtler terörist olarak görülüyor ya yok böyle bir şey. Yaparsın yapmazsın, kabul edersin etmezsin ama yok öyle bir şey. Buralardan çocuk cenazeleri, kadınların cenazeleri çıkarıldı. Biz iki sivilden bahsediyoruz onlarcası katledildi. 68 yaşında tek suçu çatışmalar başlamış Sur’dan çıkamamış. Mesela bu ifademde sokağa çıkma yasağından bahsetmedim. Bir devlet nasıl ne hakla aylarca sokağa çıkma yasağı ilan eder. Üç ay dört ay süren bir sokağa çıkma yasağı. Bir ilçeden bahsediyorum koskoca bir kent. Bir kentte sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor. Ve halklara diyor ki “Çık, silahlı güçler militanlar var operasyon yapacağım”. Bu halk neye göre terk etsin orayı. Sen operasyon yapacaksan bir ilçeyi boşaltmadan operasyon yapacak kadar aciz bir devlet misin? Sokağa çıkma yasağı adı altında halkın oradan sürülmesini izah edemezler. “Ben halkı silahlı silahsız ayırmıyorum. Bana göre Cizre’de yakılanların hepsi terörist” desinler. Zaten bunu itiraf edemediği için operasyonlarda sivil olup olması önemli değildi ve o ablukada binlerce insan zarar gördü. O sivilleri oradan çıkarmak için bir çaba sarf edilmedi. Aynı şeyi İsrail Filistin’e yaptığı zaman deniyor ki “İsrail Filistin’deki yerleşim bölgelerine saldırıyor. İsrail sivilleri canlı kalkan olarak kullanıyor”. “Ey Amerika, Ey Batı, Ey Almanya” diye meydan okunuyor.
Ama bugün burada, Türkiye’de yaşananları anlatsak buradan Kahire’ye yol olur. Cizre’de Taybet Ana’nın cenazesinin alınmasına izin verilmedi. Ailesi ya her şeyden önce bir hafta boyunca yerde cenazesini bekledi. Alınmasına izin verilmedi. 200 metrelik mesafeye yaklaşınca ateş açıldı aile geri çıkmak zorunda kaldı. Cizre’de bodrumda tüm dünyaya sesleri dinletile dinletile yüzlerce insan katledildi. Bakın Meclis’i aradılar canlı bir şekilde bağlandılar. Ve siviller kısa bir süre sonra yakılarak öldürüldü. Cizre’de Sur’da hiçbir insanın ve hiçbir kadının kabul edemeyeceği şeyler yaşandı. Kimin yaptığı ortada. Bir kadın öldürüldü, öldürüldükten sonra cenazesi çıplak hale getirildi. Çıplak cenazesi fotoğraflanarak teşhir edildi. Bu hangi ahlakta hangi inançta hangi savaşın kurallarında var. Bunların yaşandığı kadınlara dönük bu kadar saldırıların bu kadar hakaretlerin edildiği bir ortamda neyden bahsedilebilir. Kadınlara saldırdılar. İnsanlara saldırdılar. Kutsal değerlere saldırdılar.
Seve, Pakize, Fatma devlet organizasyonuyla öldürüldü
Üç siyasetçinin katledilmesi meselesinde, haklarında herhangi bir soruşturma, herhangi bir yaptırım, herhangi bir gündem yok. Böyle bir gündem bundan sonrası için olmasın diye siyasetçiler tarafından bizi, ev sahibini suçlu çıkarma, kabahatli çıkarma operasyonlarından biridir. Benim yaptığım konuşmadan suç isnadı çıkarma çabası ancak böyle açıklanabilir.
Suçun özeti şudur: Seve Demir, Pakize Nayır ve Fatma Uyar, bizzat bölgedeki siyasetçilerdi ve devletin, valiliğin, kolluk güçlerinin koordinasyonuyla, organizasyonuyla öldürüldü. O kadar trajik bir katliam olayıydı ki bu! Ablukaların yaşandığı, çatışmaların şiddetlendiği, operasyonların sivil - silahlı ayrımı gözetilmeden tırmandırıldığı dönemlerdi, o kadar yoğun dönemler yaşadılar ki... Ben de o süreci yaşayarak tanık olanlardanım. Bu üç kadın arkadaşımız çatışma ve operasyon bölgesinin ortasında kaldılar. Güvenlik güçleri tarafından bilgi verilmeden, haber verilmeden, halkı gözetme kaygısı duyulmadan, koordine edilmeden başlatılmış bir operasyondan, saldırıdan bahsediyorum. 3 kadın arkadaşımız bilinçli, hedef alınarak öldürüldü
Bombaların ortasında kalan 3 kadın arkadaş... Çıkan ve çıkarılan, bombalanan alandan kaçmayı başaranlar oluyor. O süreç içerisinde arkadaşlarımız, abluka alanı dışındaki siyasetçi arkadaşları arıyorlar. İçerisinde milletvekilleri var, belediye başkanları var, parti yöneticileri var. Doğal olarak valilikle görüşüyorlar, kolluk güçleri ve emniyetle bağlantı kuruyorlar, durumu aktarıyorlar. Falanca bölgede operasyon olduğu, siviller olduğu, oradan çıkmalarının sağlanması gerektiği ve Seve’nin, Pakize’nin, Fatma’nın o bölgede olduğu söyleniyor. Bu üç kadın arkadaşımız başka siviller oradan çıkabilmiş olmasına rağmen, yani kendilerinin çıkması da mümkünken, devlet güçleri, güvenlik güçleri tarafından verdikleri söze ihanet edilmek suretiyle bilinçli, kasıtlı ve hedef alınarak, nişan alınarak katlediliyor. Yani o an yaşanan, doğrudan devlet eliyle, devlet güçlerinin üstlenmesiyle gerçekleştirilen bir katliamdır. Orada kimlerin olduğunu biliyorlar. Alandan çıkmaları için, milletvekilleri de dahil olmak üzere, valilik ve emniyetle görüşmeler yapıldığında okey (tamam) diyorlar. Ama bu durumu tarif edecek kelime bulamıyorum. Kirlilik mi yozlaşma mı ne denir? Halk arasında namertlik denir böyle şeylere. Bu yapılanların hepsi nokta belirleme, koordinat belirleme ve öldürülecek kişi seçme fırsatı olarak değerlendirildi o operasyonu düzenleyenler tarafından. Bu üç kadın arkadaşımız işte böyle, bu saikle öldürüldü.
İktidar bugün siyaseten bir suç örgütü davranışı gösteriyor
Suç duyurusunda bulunuldu. Adli süreçler başlatma konusunda girişimlerde bulunuldu ama bundan da bir sonuç çıkmadı. Bu süreç içerisinde işlenen suçların, resmi olarak, ayan beyan işlenen suçların hesabını siyasi iktidar vermedi. Hiç değilse kıyıdan köşeden bu suça karışanlara hesabını sorması gerekirdi; o da yaşanmadı. O suçları işlerkenki organize suç örgütlerinin psikolojisinde örtme telaşı ve çabası var. Organize suç örgütleri nasıl suç işler, koordineli, planlı, hesaplayarak, iş bölümü yaparak nasıl suç işlerse öyle suç işlendi. O suçları örtmek için nasıl koordine bir şekilde alan temizleme, temizlik yapma faaliyeti yapılırsa bu siyasi iktidar da aynen onu yapıyor. Yani bugün siyaseten bir suç örgütü davranışı gösteriliyor bizlere karşı ve işlenen suçlara karşı.
Yaptığım konuşmada suç yok, üç kadının katledilmesinde ağır suç var
O gün yaptığım konuşma, basın toplantısında gerçekleştirdiğim konuşmada, sadece arkadaşlarımız, siyasetçi arkadaşlarımızı andım, anılarını selamladım. Onların direncini, direnişini, siyasi kararlılıklarını koruma kollama duygusunu yaşattım. Kadınların mücadelesine ilişkin mesajlar verdim. Bu elbette ki her dönemde verdiğimiz ve verebileceğimiz mesajdır ama bugün onların kaybedilmesi ve katledilmesinin ne kadar ağır bir suç olduğunu söylüyorum ve bu söylemin altını çiziyorum. Benim o basın toplantısında yaptığım konuşmada hiçbir suç olmadığı gibi, üç kadın siyasetçinin katledilmesi çok büyük ve ağır bir suçtur. Devlet güçleri eliyle açık, kirli yöntemlerle gerçekleştirilen bir suçtur. Siyasi iktidar bunun hesabını vermelidir. Bunun hesabını verecektir. O basın toplantısından geriye kalan, tarihe geçecek tek suç konusu da bu olacaktır.
Kadınlar iki üç kat daha fazla bu şiddet ortamının yükünü taşıyor
Yine bugün baktığımızda da bir gerçeklik var. Her dönem savaş, şiddet, çatışma siyasetinin tırmandırıldığı dönemlerde kadınlar ölüyor. Kadınlar iki kat, üç kat daha fazla bu savaşın, şiddet ortamının yükünü, ağırlığını taşıyor. Bakın bir rakam vermişim: toplamda 300'ün üzerinde kişi ölüyor, güvenlik güçleri de dahil. Son rakam değil. Ben o konuşmayı yaptığım günlerde, sürecin daha aşağı yukarı başları diyebiliriz; 73 kadın öldürülmüştü. Kadınların tamamına yakını sivil, çok küçük bir kısmı silahlıydı. Ama çok büyük bir kısmı sivildi.
Evinde oturan insanın evine roket atıldı
Örneğin, bir kadın evinde keskin nişancı tarafından öldürülüyor. Evinde otururken. Keskin nişancı tarafından öldürüldüğü kesin ama sonra dediler ki "Hayır, terör örgütü mensuplarının keskin nişancıları tarafından öldürüldü". Evinde oturan insanın evine roket atıldı. "Hayır terör örgütü attı o roketi" dediler. Oysa ki sonradan roket parçalarının devletin envanterinden, Almanya’dan alınmış roketatar silahına ait olduğu kanıtlandı ama mahkemeler bu delilleri kabul etmedi. İnsanların evine roket atıldı. Kadın, çocuğu ile beraber yaşamını yitirdi o olayda.
Devletin silahlarıyla, olanaklarıyla sivillere karşı savaş suçu işlendi
İkincisi, keskin nişancı hedef olarak kadınları gördü. Mermiler ortaya çıkarıldı. Mermilerin kimlere ait olduğu belirlendi.Kriminale gidilemedi.Orada ölümlere yol açan silahların tamamı devlet himayesindeki silahlardı, neredeyse hepsi. Bu nedenle soruşturma başlatılmadı; kriminal inceleme safhasının geçilmesini engellemek için soruşturmalar başlatıldı. Hesap vermesi gereken çok devlet kurumu var. O kadar açık, ayan beyan, devletin silahlarıyla, olanaklarıyla sivillere karşı savaş suçu işlendi ki, bunları mahkeme tutanaklarında yazmaları bile savunma kapsamında.
Ve sivillerin hedeflendiği bu süreç, kadınların en fazla hedeflendiği dönemlerdi. En fazla kadınlar hedeflendi çünkü şunu düşünüyorlardı: kadınlar kaybederse o toprakları, o sınırları çok daha rahat insansızlaştırabiliriz. "Eğer kadınlar terk ederse ıssızlaşabilir, ıssızlaşır. Bizler çok da hesap vermeden, çok da rahat bir biçimde yıkım yaratırız" düşüncesindeydiler.
Hamile kadınlar keskin nişancılar tarafından öldürüldü. Evlerinde oturan kadınlar, sofrasında kahvaltı yapan kadınlar çocuklarıyla beraber can verdi. Cenazesi sokaklarda bekletilen, ambulans gönderilmediği için ölen kadınlar oldu. Çocuklar, bu süre içerisinde 3 aylık bebekten 6 yaşındaki çocuğa varıncaya kadar öldürüldü. Ve bir çocuğun, Cemile’nin, öldüğü bilinmesine rağmen, cenazesi kokmasın diye buzdolabında bekletildiği bilinmesine rağmen, o cenaze defnedilmek üzere evden çıkarılamadı. Aile cezalandırıldı, Cemile’nin annesi cezalandırıldı. Niye? “Bizim dediğimiz zamanda çocuklarını alıp Cizre’den çıkmadın” diye, o anne, kızının cenazesini yaklaşık 10 gün buzdolabında bekletmekle cezalandırıldı. Bu kadar insanlık dışı, vicdan ve ahlak dışı saldırılarla karşı karşıya kalındı. Kendi canlarıyla, çocuklarıyla, bedenleriyle, onurlarıyla sınandılar.
Elbette insan insandır. Erkeklerin de canı yanar. Her ölüm kötüdür ama kadınlar ölümün dışında, 3 kat daha fazlasıyla karşı karşıya kalıyorlar. Ölen kadınların herşeyden önce ailesi, manevi değerleri ayakları altına alınarak cenazelerine işkence yapılıyor, cenazesi çırılçıplak sürükleniyor. Kadınlar çocuklarının canıyla, çocuklarının cenazeleriyle sınandılar, annelikleriyle sınandılar. İki kat üç kat daha fazla bedel ödemek zorunda kaldı kadınlar. Ve bu ablukalar sürecinde siyasi iktidar kadınlardan çok daha fazla nefret etti. Bunun başka bir açıklaması yoktur. Bir canlıdan nefret etmiyorsanız, bir canlı başka bir canlıya bunları yapmaz.
Siyasi iktidar kendi yörüngesinde olmayan kadınlara her türlü zulmü reva görüyor
Şimdi, siyasi iktidar nezdinde bu kadar nefret uyandıran kadınların böyle bir siyasi iktidar zihniyetiyle barışık olması mümkün de değil. Bakın aynı zihniyet bugün IŞİD’cilerde sürüyor. Siyasi iktidar kendi yörüngesinde olmayan kadınlara her türlü zulmü, ölümü reva görüyor. Onlara sorsanız öldürülen bütün kadınlar, cenazesi çırılçıplak sürüklenen bütün kadınlar kadın sayılmıyor. “Onlar terörist, kadın değil ki!” dedi. “Onlar şucu, onlar bucu, onlar bunu hak ediyorlar” dedi. Kadınların bu ahlaksızlığa bu rezalete layık oldukları propagandasını yapıyorlar. İşte bu nedenle kadınları ayrıştırarak, iyi kötü diye bölerek, benim kadınım onun kadını diye mülk haline dönüştürerek, araçsallaştırarak bu saldırıları reva görüyorlardı kadınlara. Şimdi bugün de kameralar önünde bir kadına, genç bir kadına yönelik açıktan taciz saldırısı teşhir ediliyor. Bakın yine aynı açıklama: “Onun da babası suçluymuş, abisi DHKP-C’liymiş. Kendisi de şunun için sokağa çıkmış.” Açlık grevindeki avukatlara destek vermek için sokağa çıkan Ankara’da bir genç kadın devletin polisinin eliyle taciz ediliyor. Bu devletin, bu iktidarın İçişleri Bakanı bu tacizi sahipleniyor ve kadın düşmanlığı, kadına karşı nefret her aşamada, her düzeyde büyüyor.
Bugün teröristsiniz diye saldıranlar, yarın "gözünün üstünde kaşın var" diye saldırır
Biz şunu söylüyoruz: Sanmayın onların nefreti sadece bize. Bugün bize “Siz teröristsiniz onun için bunları hak ediyorsunuz” diye saldıranlar, yarın size gözünün üstünde kaşın var diye saldırır. Bugün Türkiye’de -ne yazık ki haklı çıktığımız için üzgünüz ama - Türkiye’de toplumun, siyasetin geldiği nokta bu. Bizim uyardığımız noktaya gelmiştir. Kadınlar, başörtülü kadınların kaşın var diye saldırılıyor, bazen Ezana hakaret yalanı uydurup saldırıyor. Bütün toplum muhalefet etse, muhalif olsun olmasın saldırıyorlar.
Yakın zamanlarda yapılmış konuşmamda, 21 Aralık 2017 tarihinde yapılmış bir konuşmam; o tarihlerde yapılmış olan Demokratik Toplum Kongresi’nin olağanüstü kongresinde diğer kurum temsilcileriyle, eşbaşkanlarla birlikte, onların ardısıra yaptığım, genel kurula hitap ettiğim bir konuşma. Tabii ki yaptığım bu konuşmadan dönemin kaçınılmaz vurgularını içeriyor. O gün gerçekleştirilen kongrenin amacından söz etmek gerekiyor, daha iyi anlaşılması bakımından. O süreç hendekler, barikatlar, abluka, sıkıyönetim, sokağa çıkma yasakları ve yaşanan olayların alabildiğine tırmandığı ve çözüm için hiç bir kapının aralanmadığı bir süreç. Silahların susması, çatışmaların sona ermesi, özellikle sivil halkın güvenliğinin sağlanması konusunda en ufak bir adımın atılmadığı bir dönemdi. Aslında çatışma karşılıklı her cepheden tırmandırılıyordu. Toplumun pek çok kesiminde, başta iktidar olmak üzere, bir çözüm önerisi, her şeyden önce bir soluklanma önerisi dahi olsa yoktu. Bizler, DTK ve diğer siyasi partiler bir araya gelerek bir yöntem üretilmesi gerektiği kanaatine vardık. DTK Eş Genel Başkanları, HDK Eşsözcüleri, bölgedeki demokratik kitle örgütlerinin başkanları sözcüleri, belediyelerimizin eşbaşkanları, partimizin eş genel başkanları ile çeşitli zamanlarda yaptığımız istişarelerin, toplantıların bir sonucu olarak bir yol haritası oluşturduk.
İktidar gerilimi tırmandırdığı için süreç ablukalara kadar geldi
Amacımız temel olarak şuydu: Bu çatışma sürüyor, bir yerde bu bitmez, bir yerde çözüm kapısı açılmazsa bu gidişat tırmanacak Kürtlere yönelik başka darbelere yol açacak. Üstelik darbe ortamının çok daha geniş bir alana yayılmasına yol açacak, biçiminde değerlendirmeler yapıldı. Çünkü o dönemde birçok ilk gerçekleşiyordu. Kobane döneminde kentin, şehrin etrafına ilk defa tankların girdiği, ordunun siyasal sürece dahil olduğu dönem gerçekten tehlike çanlarının çalmaya başladığı bir dönemdi. Sonraki dönemde siyasi iktidar tarafından gerilim tırmandırıldığı için süreç ablukalar ve çatışmalar sürecine, barikatlar sürecine kadar geldi.
Silah sesleri, siyasetin sesinden, halkın sesinden daha fazla duyuluyordu
Ancak biz bu aşamaya geldiğimizde, ölümler olduğu dönemde de çözüm kapılarını açık tutma, umudumuzu koruma çabamızdan vazgeçmedik. Sorun şuydu: Silah sesleri, siyasetin sesinden, halkın sesinden daha fazla duyuluyordu. Biz yaptığımız istişareler sonunda dedik ki "sözün duyulabileceği bir alan açmalıyız" dedik. Ve bütün kamuoyuna da bir buluşma, tartışma sürecinin kapısını açarsak en doğru tutum bu olur dedik. Bu kapsamda DTK, siyasi iktidar tarafından defalarca muhatap alınmış bir demokratik sivil platform, o dönem, DTK dedi ki ben çözüm süreçlerinde zaten bir diyalog, istişare görevi yürüttüm, inisiyatif aldım. O zaman ben bu siyasal tıkanma döneminde de çözümün kapısını açmak için inisiyatif alıyorum. Yani "Ben DTK olarak inisiyatif alıyorum" diye bir irade geliştirdi. Bizler bu iradeyi doğru ve haklı gördük. Çünkü gerçekten de DTK, HDK bileşeni olarak katkı sunmuştur ama işin esas siyasi tabanını oluşturması konusunda çözüm sürecinin birinci dereceden muhataplarından birisi DTK olmuştur.
İktidarla da CHP ile de görüştük
Bunun arkasından biz olağanüstü bu dönemde olağanüstü kongre kararı aldık. Bizler o dönemde yaptığımız bu görüşmelerle sınırlı tutmadık kendimizi. Başta iktidar olmak üzere Türkiye’deki birçok sivil toplum kuruluşuyla, siyasi parti ile görüşmeler yaptık. CHP'den Sayın Kılıçdaroğlu ile, iktidar partisinden bakanlarla, yetkililerle görüştük; niyetimizi anlattık. "Bakın, niyetimiz bu" dedik. "Buradan sadece insan ölümü çıkmaz. Bir Kürdün, askerin, çatışanın, silah tutanın ölümü çıkmaz. Bundan çok daha büyük zarar görülür. Bu gidişata artık dur demek gerek" dedik ve birlikte inisiyatif almak istedik.
O süreçte bazı milletvekillerinden gelen iyi niyet beyanları dışında pratik bir çaba görmedik. Kimse bize düşünceniz yanlış, gerek yok böyle bir şeye, yanlışsınız demedi. Bizler de o süreç içinde ulaşabileceğimiz kadar insana ulaşarak "kongreye katılamıyorsanız bile kongrede sunulacak çözüm perspektifini değişik biçimlerde destekleyin, çevresinden destekleyin, kendi bulunduğunuz yerden destekleyin" biçiminde ara formüller sunduk. Kongre bu şekilde hayata geçti.
Kongrede çözüm için tüm Türkiye kamuoyuna bir taslak sunduk
Biz kongre konuşmalarımızı yaptık. HDP’nin eşbaşkanları olarak ben, Selahattin Bey konuşmalarımızı yaptık. Ve bu kongrede tüm Türkiye kamuoyuna bir taslak sunduk. Dedik ki siyasi iktidar ve siyasi partiler size sunuyoruz. Aynı zamanda da açıklık ve şeffaflık prensibimiz gereği tüm Türkiye kamuoyuna, halklarına sunuyoruz. Çözüm sürecinde eleştiriler vardı; kapı arkasında tartışılıyor, pazarlık yapılıyor, meclis gündemine gelmiyor gibi. Biz tamamen şeffaflığı oluşturmak için Tüm Türkiye kamuoyuyla paylaştık.
Siyasete alan açın, farklı siyasetlere imkan verin dedik
İddianamenin devamında diyor ki anayasa tartışması yapılmış, madde madde yapılmış öneriler var. Önerilerin tamamı Türkiye'nin yönetim yapısı, idari yapısı ile ilgili öneriler. Halkın yönetime demokratik kanallarla yerelden katılma kanallarını açma anlayışına yönelik öneriler. Ek olarak şunu da söyledim, bu öneri paketi tartışmaya açıktır. Gelin bunu eleştirin, buna katılmadığınızı söyleyin. Gelin bundan neyi çıkarıp neyi ekleyeceğimizi söyleyin. Ama sonuçta konuşun tartışın. Tartışalım, konuşalım. Siyasi iktidara bunu söyledim. Aslında bizler bütün taraflara siyasete yer verin, bir alan açın çağrısı yaptık. Siyasete alan açın, farklı siyasetlere imkan verin, anlayın… Bütün taraflara bize alan açın, bir şans verin, konuşarak krizi çözmeye çalışalım. Çeşitli tıkanmalar olabilir, o zaman vazgeçmeyelim.
Risk aldık, ağır eleştirilerle karşılaştık
Biz de tam bu yüzden çok ciddi bir sorumluluk üstlendik, çok ciddi bir risk üstlendik o süre içerisinde ve çok ağır eleştirilerle karşılaştık. O dönemde biz bu eleştirilerinin her birisini, kendi eksikliklerimizi, yetersizliklerimizi derse dönüştürdük çalışıp ama bir çözüm dili oluşturmak için yaptığımız kongre bize karşı bir silaha, bir saldırı enstrümanına dönüştürüldü.
Ölümlerin sona ermesi çabamız bile bizim karşımıza bir suçlama konusu olarak getiriliyor
Alan açılması gerektiğine dair bütün gayretlerimize rağmen bu çabalarımız ne yazık ki karşılıksız kaldı. Ve sözünü ettiğimiz o talihsiz süreç daha da tırmandırılarak devam etti. Şu an sözünü ettiğimiz siyasi iktidar o günlerde yerine getirmediği sorumluluğu hem tamamen unutturmak, tarihten ve toplumsal hafızadan silmek istiyordu. O dönemdeki gerçek sorunu çözme çabalarının ne olduğunu, mahiyetinin ve kapsamının neye işaret ettiğini karartarak başka bir siyasi operasyon biçimine dönüştürmeye çalışıyor. Bugün o Kongrede yaptığımız konuşmalardan ötürü yargılanıyoruz. Çözüm için, çatışmaların sonlanması için, ölümlerin sona ermesi, akan kanın ve gözyaşının durması için sarf ettiğimiz çaba bile bizim karşımıza bir suçlama konusu olarak getiriliyor.
Siyasi iktidarı uyardık
O süreç içerisinde çok temel bir şeyden söz etmiştim: Eğer bu yaşanan çatışmaya ve sorunun bu tarzda çözülmesi anlayışına ve siyasetine bir son verilmezse Türkiye’de Kobane sürecinden itibaren işaretlerini görmeye başladığımız darbe tehlikesi çok somut bir saldırı olarak karşımıza çıkacak. Yine ablukalar sürecinde de bunu çok net bir uyarı olarak siyasi iktidara yaptık. Bütün siyasi partilere, siyasi bileşenlere bir uyarı olarak bunu dile getirdik. Bakın bu abluka alanlarının, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı alanlarda birebir kontrgerilla faaliyeti örgütleniyor, kontrgerilla faaliyeti yürütülüyor. Kirli örgütler, çete örgütleri, mafyatik uzantılar, Susurluk benzeri yapılanmalar. Hatta IŞİD çeteleri, IŞİD üyesi olduğu kanıtlanan şahıslar, eli kanlı katiller bir darbe tezgahlıyor. O sizin bile içine giremediğiniz, içinde ne yaşandığını göremediğiniz ablukaların, barikatların arkasında çok kirli ve pis işler tezgahlanıyordu. Bunu o süreçte yaptığımız konuşmalarda söyledik, bakın buralarda yok. Ama ben size olan kayıtları verdim, bazı yaptığımız grup konuşmalarının çözümlerinin içerisinde var.
Darbeci komutanlar bugün yargılanıyor
Ve aradan aylar geçtikten sonra da Türkiye’de bir darbe girişimi yaşandı. Ablukaların yaşandığı bölgelerde askeri kuvvetleri organize eden, başta olmak üzere darbeci paşalar, komutanlar bugün hapishanelerde darbeci oldukları gerekçesiyle yargılanıyorlar. Kimisi ceza aldı, kimisi yargılanmaya devam ediyor. O dönem içerisinde bitireceğiz, kökünü kurutacağız gibi çok büyük iddialar altında bu kirliliklerle siyasi iktidar arasında bir anlaşma yapıldı, çok büyük suçlar işlendi. Aynı zamanda bütün Türkiye halklarına karşı çok büyük bir kıyıcılık, kan dökücülük, çok büyük bir darbe tezgahlandı. O darbe teşebbüsü belki başarıya ulaşamadı, somut olarak, girişim olarak başarıya ulaşamadı, ama darbe zihni, darbe siyaseti o gün bu gündür siyaseti yönetiyor. O darbe siyaseti, sözünü ettiğim kimsenin giremediği, sadece ölümün kol gezdiği ablukaların içerisinde büyütülüp yeşertildi. Oralarda oluşturulup yapılandırıldı.
Bizler iç savaş hazırlığını engellemeye çalıştık
Bizler, DTK vesilesiyle, orada yaptığımız konuşmalar vesilesiyle bunun olmasını engellemeye çalışıyorduk. Türkiye’de bir iç savaş hazırlığı ve donanımı oluşturulmasını engellemeye çalışıyorduk. 6-8 Ekim sürecinden bu yana bakın biz bir tarafın sorumluluğunu üstlendik. Siyasi iktidar bu sorumluluğu üstlenmiyor. Hâlâ aynı, güya hani beş bin defa terör örgütünün kökünü kazıyacaklardı. Birazcık aklı olan sorar, soruyorlar da ama maalesef ki aklın sorduğu soruları hiç kimse televizyon ekranlarından duyamıyor, basından duyamıyor. Sözün ve gerçeğin özgürce dolaşma hakkı olmadığı için akıllı insanların sorduğu sorular ve verdiği cevaplar bugün toplumun büyük bir kısmı tarafından duyulamıyor.
Kürt sorunu çözümsüz kalırsa kendisi kullanacak bir malzemeye sahip olacak
Bu ülke Türküyle, Kürdüyle, askeriyle, gerillasıyla, militanıyla, akı karasıyla ne olursa olsun; ne kadar büyük bedeller ödendi. Ne zaman bitecek bu? Kökü kazındı denilen o olgu, o gerçek ne zaman gerçekten çözülmüş bir sorun olarak bu ülkenin temel gündemlerinin listesinin dışına çıkarak bizim karşımıza gelecek. Bakın, bu zamana kadar Kürt sorununda demokratik siyaset arayışı ve mücadelesi de bu siyasi iktidar tarafından özellikle son 10 yıl 18 yıl içerisinde dayanıklı kullanım malzemesi olarak görülmüştür. Bu mücadeleyi, Kürt sorununu çözümsüz bırakmak istiyor. Kürt sorunu çözümsüz kalırsa kendisi kullanacak bir malzemeye sahip olacak. Beka sorunudur, bilmem ne sorunudur diyecek.
Türkiye’nin gerçek sorunları var, bunu baştan itibaren söylüyoruz. Bugün yeni yeni başka muhalefet partileri, bereket versin, bunu düşünüyor. Biraz yüksek sesle konuşmaya başladılar. Daha bir ay öncesine kadar bu kadar yüksek sesle konuşmaya cesaret bile edemiyorlardı. Herkesi düşman olarak görüyor
Bu memleketin yurtdışıyla Batıyla sorunu yok. Bu memleket nice zorluklardan geçmiş. Bu zorlukları Türküyle, Kürdüyle beraber omuz omuza aşmış. Kalıcılık, birlikte yaşamın, ortak değerlerin savunulması söz konusu olduğunda bunlar gibi iktidarda nutuk atanlardan hamaset yürütenlerden daha fazla mücadele etmeyi bilir bu toprağın insanları. Tam tersine bugün hamaset yapanlar, beka nutukları atanlar acaba bu ülkeyi, bu ülkenin değerlerini savunabilecekler mi? Asıl büyük düşman karşısında savunabilecekler mi? Bugün Kürdü, kadını, muhalifi kendisine düşman görüyor. Asıl gerçek düşmanın karşısında ne yapacak? Bundan yüz yıl önce bu hamaseti yapanlar Türkiye’yi çok büyük belaların çok büyük girdapların içine sürükleyenler tası tarağı toplayıp bu memleketten kaçıp gittiler. Biz bir yere gitmeyiz ama benim onlara güvenim yok. Bugün en fazla vatan millet hamaseti yapanlar, en önce onlar bu memleketi terk edecekler.
Öyle bir canavar yarattılar ki kendileri bile kendilerinden korkuyor
Siyasi iktidar Türkiye’yi en tehlikeli yörüngeye sokma politikasında ısrar ediyor. Kürt’le dost olmak varken, Kürtle barışmak varken, Suriye’yle uğraşıyor, Irak’la uğraşıyor. Onların özgürlük taleplerini anlamak varken bununla uğraşıyor. Sokaktaki kadın yürüyüşünü bir beka bir inanç istismarına dönüştürüyor. Bir iç savaş psikolojisi uyguluyor. Hâlâ aynı zihniyet. Dün de bize bunu yapıyorlardı, bize karşı nefret örgütlüyorlardı. Bizi terör propagandası yapan suçlular ilan ediyorlardı. Hâlâ buna devam ediyorlar. Bugün tüylerimiz diken diken olarak izliyoruz. Aklın vicdanın izah edebileceği bir şey değil. Öyle bir canavar yarattılar ki kendileri bile kendilerinden korkuyor. Nefret ayinleri düzenlenmeye başlanıyor.
Dün İstanbul'da az kalsın linç hareketi örgütleniyordu
Dün İstanbul’da, bu herhangi bir şey değil, herhangi bir sorun değil, az kalsın bir linç hareketi örgütleniyordu. Siz yürüyüş yapan, ezanın sesini kazara duymayan kadınlara ezanı protesto ediyorsunuz gerekçesiyle linç kampanyası, bir iç savaş başlatılacaktı. Biz bakın her zaman uyardık. Her seferinde, bir şekilde tutacak yer buluyorlar. Ama tutacak yerleri azaldı artık.
Bütün kutsal değerler siyasi iktidarın eliyle oyuncağa dönmüş vaziyette
Yarın öbür gün bu tür provokasyonlar karşısında daha büyük felaketlerin karşımıza çıkarılmayacağının hiçbir garantisi yok. Gittikçe daha fazla felakete sürüklüyor. Önlerine gelen herkese, Kendileri dışında herkese terörist diye saldırıyor. Trafikte kavga çıkıyor, kişisel husumetlerde kavga çıkıyor, kendisini haklı çıkarmak için sen teröristsin diyor. Sokakta kadın hakları için o kadar insan yürüyüş yapıyor, sen din düşmanısın, ötekine sen vatan düşmanısın. Bütün kutsal değerler siyasi iktidarın eliyle oyuncağa dönmüş vaziyette.
Mücadele edemiyorsak bile bu suça ortak olmamayı başarabiliriz
Böyle bir ülke ayakta durabilir mi? Böyle bir iktidar ayakta durabilir mi? Şanslarını sonuna kadar kullandılar. Benim dün yaptığım ve bugün de yapacağım en temel uyarı şudur: Bu suça ortak olmamak. En azından bunu yapalım. Nerede olursak olalım, kimilerimiz aktif siyasette olabiliriz, kimilerimiz yargıda kimilerimiz sokakta olabiliriz, toplumun çok farklı yerlerinde olabiliriz. Bu siyasi iktidara karşı siyaseten mücadele edemiyorsak bile bu suça ortak olmamayı başarabiliriz.
Operasyon orantılı olmak zorundaydı
Bugün bakın yargılandığım konuşmanın yapıldığı koşullar o kadar ağırdı ki bizler o konuşmayı yaptığımız konuşmayı yaptığımız koşullar içerisinde bazı sivillerin alandan çıkarılması için inisiyatif üstleniyorduk. Milletvekillerimiz, grup başkanvekillerimiz aracılığıyla sık sık hükümetle diyaloglarımız görüşmelerimiz oluyordu. Bizler o dönemde yaptığımız görüşmelerde dedik ki, "tamam bir operasyon var, doğal olarak asker polis buna müdahale edecek". Tamam ama bu da orantılı olmak zorunda. Bu tür süreçler yaşanabilir ama orantılılık diye evrensel bir anlayış var. Kaldı ki bunun normalde de iki silahlı kuvvet arasında yaşansa bile orantılı olması gereken bir operasyonun terazisi bozuldu. Öyle bir bozulmuş, öyle bir ters takla olmuş ki. Biliyorlar. Oradaki amirler, askerler, özel kuvvetler sonuçta hükümetsiniz, size bağlılar.
Hükümet yetkililerine posta koyan birimler vardı
Bizim nokta nokta müdahaleler gerçekleşmesi konusunda hükümetle görüşmelerimiz oluyordu. Diyorduk ki, "şu noktada siviller var, çıkamıyorlar". Çıkıyor beyaz bayrak sallıyor, kadınlar var, çocuklar var. Sivil olduğu çok belli. İçişleri Bakanı ile görüşüyor arkadaşlarımız, sert tartışmalar oluyordu. Silahlı güçler sivil olduklarını bilerek açıktan ateş açıyordu. Efkan Ala, "bizim de orada söz geçiremediğimiz bazı birimler var" diyordu. İçişleri Bakanı söylüyor bunu, valiler söylüyor bunu. Bazı nereye bağlı olduğu bilinmeyen, kayıtlarda, resmiyette adı bile geçmeyen birimler, kayıtsız silahlar, adı bile geçmeyen saldırgan unsurlar var. Kendilerini vali aradığında, hükümet yetkilileri aradığında postayı koyup telefonu suratlarına kapatıyorlar. Gözümüzün önünde yaşanan şeyler bunlar.
Yeryüzünün gördüğü en kötücül güçlerle ittifak
Böyle bir süreç içinde, böyle bir tıkanmışlık içinde bizler sorun çözmeye çalışıyoruz. O dönem içinde siyasi iktidar sanıyorum sadece demokratik haklarını isteyen bu insanlara karşı "ben yeryüzünün gördüğü en kötücül güçlerle ittifak yaparsam sadece karşıdakiler kaybeder, ben bir şey kaybetmem" diye düşünüyordu. O dönemde bine yakın insan yaşamını kaybetti. Birileri canını, birileri malını kaybetti. İnsanların evleri yok, bir dikili taşları yok. Evlerine dönemediler, yerlerini hafızalarını kaybettiler. Bir tarih yıkıldı yakıldı. Ama sonuçta kaybeden sadece oradaki halk olmadı. Kaybeden Türkiye oldu. Bakın bu ülkede abluka alanlarında örgütlenen darbe hâlâ duruyor, hâlâ kendisini bir tehdit olarak koruyor. Siyasi iktidara gelmiş bir darbe olarak yerini koruyor.
Konuşmamı tekrar okumayacağım. Ama bir özet yapayım. o konuşmada söylediğim şey şudur.
“Acının gözyaşının, yaşanan ölümlerin ve akan kanın ve bütün coğrafyamızı saran karanlığın içerisinde ortaklaştığımız bîr heyecan ve başladığımız yol ve yolculuk olarak tanımlayabiliriz. Bugün bu deklarasyon’un ilanını. Bu deklarasyon da söylenen sözlerin her birisi sadece yürüyeceğimiz yolu değil bu zamana kadar yürüdüğümüz yolu da tanımlıyordu. Bu zamana kadar yürüdüğümüz bütün mücadele yollarından, geçtiğimiz bütün aşamalarından süzülmüş, ortaya çıkmış taleplerin, özlemlerin yeni bir yaşam ve siyasal modern ihtiyacının dile getirilişidir. Bugün açıklanan deklarasyon ve büyük bir ortaklaşmanın ürünüdür aynı zamanda. Gerek DTK birleşenlerinin gerekse de bugün iki günden bu yana bu kongrede bulunan büyük demokrasi ve özgürlük güçlerinin ortaklaşmasını ve bu ortak iradenin ifade edilmesini tanımlar ve dile getirir. Bu deklarasyon aynı zamanda bir ortaklaşma çağrısıdır. Bölen kutuplaştıran, ayrıştıran, savaş ilan eden, yakan, yıkan ve çözümsüzlüğe saplanıp kalmış bir siyasi iktidar karşısında hâlâ ortaklaşma için bir şans olduğunu hâlâ çözüm için bir çağrı yapıldığını ifade eder bu deklarasyon. Ben diliyorum ki bugün dilinde ayrıştırma ve nefretten başka söz kalmamış ve elinden silahtan başka enstrüman kalmamış bu siyasi iktidar bir halkın ortaklaşan iradesini dikkate alacak beceriyi, basireti, liyakati bir parça dahi olsa göstersin bugün bu liyakati ve basireti göstermeyenler çözüm ve ortaklaşma zeminine yönelmeyenler kaybedecekler. Bugün bu deklarasyonda ifade eden söz ve talep uzun zaman süren mücadelemizin hem de bugün devam eden demokrasi direnişin, özyönetim direnişinin talebidir. Bugün yaşanan direnişler nedensiz değildir. Bu direnişe kaynaklık eden taleplere yanıt vermeyen siyasi iktidarın zulmü, hoyratlığı ve yaşanan bu şiddet ortamında nedensiz değildir ve bundan sonraki süreçte bu deklarasyon etrafımızdaki ortaklaşmadan yola çıkarak bu nedenleri direnişe neden olan su sorunları bir çözüm gücüne dönüştürmek için yine hep birlikte mücadele yürüteceğiz. Burada sözümüzdeki ortaklaşmayı bu zamana kadar ki hareketimizdeki ortaklaşmayı halklarımızın demokratik başarısına dönüştürmek için devam ettireceğiz ve büyüteceğiz. Artık bütün Türkiye halkları, Kürdistan ve bölge haklarının yeni bir siyasi model için, yeni demokratik bir Türkiye için gücünü ve hareketini daha da ortaklaşması ve büyütmesi gereken bir döneme geldik. Bizler halkların demokratik partisi olarak bu deklarasyonda ifade edilen tanımı bulan iradeyi batı halklarının, Türk halkının Türkiye'de yaşayan bütün uluslarının, inançların ve ezilenlerin iradesine mücadelesine dönüştürmek için var gücümüzle kendimizi ortaya koyacağız ve bütün Türkiye halkalarına yapılmış bir ortaklaşma çağrısıdır. Birleşerek mücadele etme ve kazanma çağrısıdır bu deklarasyon diyeceğiz. Seçeneksiz değiliz. Darbeye karşı demokrasinin gücünü ayağa dikmek tekçi, merkeziyetçi ve otoriter rejime karşı demokratik bir siyasal yapıyı ve rejimi kurmak elimizde ve bugün bu halk siyasi iktidarın sunduğu 40 satır 40 katır seçeneğini asla ve asla kabul etmediğini bir kere daha ifade etti. Bizler için yeni bir seçenek üçüncü yol olduğunu biliyoruz ve bugün bütün Türkiye halkını da bu üçüncü yola demokrasi, barış ve özgürlükler yoluna davet ediyoruz. Ben bir kere daha kongre iradesini burada bulunan bulunmayan duruşuyla ve direnişiyle bu iradeye güç katan bütün değerli halkımızı, kardeşlerimizi ve yoldaşlarımızı selamlıyorum yolumuz açık olsun. Bundan sonraki mücadele sürecimiz bütün halklarımıza hayırlı olsun”
Konuşmalarımız değil, konuşmalarımızın yargı konusu olması suçtur
Yine söylüyorum, bu konuşmada, zaten çok zorlama biçimde hazırlamışlar, suç teşkil edecek hiçbir delil yok. Bir siyasi partinin eş genel başkanı olarak yapmam gereken bir konuşmayı yaptım. Buradan bir suç unsuru çıkarmaya çalışmak aklı mantığı zorlamaktır. İşin asıl gerçeği de siyasi iktidar yörüngesindeki yargı tablosunun çok açık dışavurumudur. Ne yazık ki bu ülkede yargı faaliyetlerinin çok önemli bir kısmı siyasi iktidarın belirlediği, dikte ettiği bir takım çerçeveleri hukuka uydurmaya çalışmaya dönüşmüştür. Bu gerçekle her gün yüzleşiyorum. Konuşmadaki eksiklerimiz sadece partimin doğrularını, mücadele değerlerini yeteri kadar dile getirememekten kaynaklı bir eksikliktir. Bu konuşmalarımızın yargı konusu olması siyasetin hapsedilmesi ve mahkûm edilmesi suçunu oluşturur. Söz ve sözü ifade etme hakkının kısıtlanması, yasaklanması suçunu oluşturur. Reddediyorum iddiaları.
En kötüyü yapma konusunda kendi rekorlarını kırıyorlar
Kendi mahkeme süreçlerimiz zorlu bir dönemde gerçekleşiyor. Ben bir taraftan siyasi faaliyetimden dolayı, halka karşı sorumluluğumuzu yerine getirme suçundan yargılanıyorum. Ama diğer taraftan da Türkiye çok önemli günlerden geçiyor. Siyasi iktidar ve onun müttefiki kendi ikballerinin önünde bir engel olarak görüyor bizi. Hapsedilmemizin, cezaevine konulmamızın temel nedeni buydu. İlk tutuklandığım zaman da şunu söyledim: Biz bu siyasi iktidar bu kötülüğü yapamaz demedik hiçbir zaman. Onları her şeyi yapabileceğini biliyoruz. En kötüyü yapma şampiyonu onlar. Her seferinde en kötüyü yapma konusunda kendi rekorlarını kırıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar buna hazırız.
Kim korkar onlardan!
Bugün en kötü şartlarda, bir hapishane çatısı altında da bu cümleleri bütün iç ferahlığımla söylüyorum. "Kim korkar hain kurttan" diye, kadınların kadın yürüyüşlerinde de kullandığı bir sözdür. Kim korkar onlardan. Kim korkar hain kurtlardan. Bizler en kötü koşullarda onların ne kadar kötülük yapacaklarını, ne kadar saldırgan olabileceklerini biliyoruz. O gün de, bundan 3 yıl önceki konuşmalarımızda bunların farkındaymışız.
İktidar olma ve iktidarda kalma krizi içinde çıldırıyorlar
Ama şu soruyu soruyorum: Ne oluyor, şimdi ne oluyor? Siyasetçiler çıkıp buna cevap versin. Sizin çıldırmanız dışında bu siyasi iktidarın tadını çıkarabiliyor musunuz gerçekten? Onları sorarsanız; kibirli, küstah, herkese tepeden bakan, kendisi dışında herkesi aşağılayan; o siyasi zihniyete sorarsanız tacı varsa, saltanatı varsa kendisini iyiymiş gibi satabilir. Şu an siyasi iktidarın durumu kendisini iyi satma durumudur. Sadece kendisini satıyor. Tüccar zihniyeti taşıyan bir siyasetin yapabileceğinin en iyisi budur. İktidar olma ve iktidarda kalma krizi içinde çıldırıyorlar.
Tek güç olduğunu iddia edenlerden çok daha mutlu ve huzurluyuz
Nazım Hikmet'in dediği gibi, biz -ister yüz yıl ister bin yıl yatılmaz mı yatılır- içindeki cevahir kararmadıktan sonra her yeri o cevahirin ışığı ile aydınlatmayı başarabilirsin. Bizler hapishane duvarları içinde, bu çatı altında bugün tek güç olduğunu iddia edenlerden çok daha mutlu ve huzurluyuz. Her şeyden önce görevimizi yapma huzurunu ve özgüvenini taşıyoruz. Ama bu siyasi iktidar çıldırmış kendini kaybetmiş durumda. Bu ülke kendini kaybetmiş bir iktidar ve koalisyon tarafından yönetiliyor.
Türkiye çok büyük bir savaşa sürükleniyor bu iktidar eliyle
Bugün tekrar uyarıyorum; Türkiye çok büyük bir savaşa sürükleniyor bu iktidar eliyle. İçeride ve dışarıda Türkiye’de ve bölgede çok büyük bir savaşa sürükleniyor. Bu ülkenin düşmanı Kürtler değil. Bu ülkenin düşmanı benim gibi sosyalistler, mücadele edenler, kadınlar değil. Bu ülkenin düşmanı bugün ülkenin başına çöreklenmiş, bu ülkeyi zapturapt altına almış siyasi iktidardır. Ve yarın öbür gün tekrar haklıymışız demek istemiyorum.
İktidarlarını yerelde sağlayamazlarsa yapacakları ilk şey savaş planlarını uygulamaya geçirmek
Bugün girdikleri yerel seçimlerden sonra iktidarlarını yerelde sağlayamadıktan sonra yapacakları ilk şey önlerinde bekleyen ekonomik savaş ve daha da önemlisi siyasi bölgesel savaş planlarını uygulamaya geçirmek. Bunun ayrıntıları siyasetin konusu ama bu planlar önlerinde. Bizler nerede olursak olalım bu gerçeği ifşa etmekten vazgeçmeyeceğiz. Bizi cezaevine koymuş olabilirler, aktif siyasetin dışına çıkarmış olabilirler ama bizler vazgeçmeyeceğiz.
Kendisini padişah sanan zat hâlâ benimle uğraşıyor
Bu ülkeyi yöneten koskoca haşmetli kudretli siyasi parti lideri hâlâ bizimle uğraşıyor. Geldin tamam. Kazandığını söylüyorum, büyük insan, hikmetinden sual olunmaz. Neden hâlâ HDP’nin eşbaşkanlarıyla uğraşıyorsun? Bakın ben 2 buçuk yıldır hapis yatıyorum. Ben parmağımı uzatamıyorum bu taraftan öbür tarafa, zulüm altındayım, psikolojik ve fiziksel işkence ortamı içerisindeyim. Yeri gelir biz her zaman kan kusar kızılcık şerbeti içtik deriz. Onun bu zulmü umurumuzda olmaz. Ama gerçekten söz ediyorsak biz hem mahpus edilmişiz hem de her gün işkence altındayız. Ama kendisini padişah sanan zat hâlâ benimle uğraşıyor. Hâlâ mahpus eşbaşkanlarla, milletvekilleriyle uğraşıyor. Geriye ne kaldı? Bizi öldürmediler sadece.
Miting meydanlarında bize karşı nefret kampanyaları örgütlüyor
Yarın öbür gün belki bunu da getirirler, sizden ölüm cezasını vermesini de belki bekliyorum. Öldürmek dışında yapabilecekleri her şeyi yaptılar bize ama hâlâ bizimle uğraşıyorlar. Miting meydanlarında benim görüntülerimi, tutuklanmadan önce eş genel başkan iken yaptığım konuşmaları, Selahattin Demirtaş’ın yaptığı konuşmaları kullanarak, “işte bunlar kötü bunlar terörist destekçisi diyerek” bize karşı nefret kampanyaları örgütlüyor. Bu siyasi faaliyetle sizi yönetiyorlar, bölmeye çalışıyorlar.
Benim yargı sürecime doğrudan müdahale ediyor
Tabii ki ben yargılanma sürecimin adaletine karışırım. Benim yargı sürecime doğrudan müdahale ediyor. Yargının bağımsızlığını korumakla mükellef zat, bu dönemin başı, yargıya doğrudan müdahale ediyor. Ve biz elimiz kolumuz bağlı hapishanede, onların siyasi saldırganlığının hedefi olarak yaşamak zorunda kalırken hâlâ saldırılarının hedefi haline geliyoruz. Bu ne demektir? Bu bizim acizliğimiz demek değildir, bizim gücümüzdür. Demek ki Halkların Demokratik Partisi, bu halkın gerçek temsilcileri, yine bir halk deyimiyle yanıt vereyim sürünse de aslan gibidir.
Hapishanede siyasi hedefsek bu onların zayıflığıdır
Biz hapishanedeyiz ama hâlâ bir saldırı hedefi olarak varlığımızı ilan ediyorsak bu bizim zayıflığımızı değil onların zayıflığını gösterir. Siyasi iktidar kendi suçunun hesabını vermek yerine bizi haksız yere bu zindanlarda hapsetmenin hesabını vermek yerine bize karşı nefret ve linç politikası yürüterek hem yargı hem de dava süreçlerimizi baskı altına alıyor.
Halkımız 31 Mart’ta bundan önceki bütün seçimlerde olduğu gibi kazanacaktır
Yerel seçim sürecinde kendi iktidarlarını güvence altına almaya çalıştıkları süreçte de kesinlikle güvende değiller. Çünkü bu siyasi iktidar bize zarar verirken aynı zamanda kendisine zarar veriyor. Bize zulüm uygularken zulümle abad olunamayacağı gerçeğini unutuyor. O nedenle bize uygulanan her zulüm, bize uygulanan her baskı, her tutuklama, HDP üzerinde kurulan her baskı onlara geri dönecektir. Ben şunu çok iyi biliyorum halkımız bir kere daha 31 Mart’ta, bundan önceki bütün seçimlerde olduğu gibi kazanacaktır.
HDP olmadan tek bir cümle kuramıyorlar
Bugün bakın yerel seçimlerde de HDP olmadan tek bir cümle kuramıyorlar. Türkiye’nin kilit partisi konumundadır, önceden de söyledim. Bu anahtarı iyi kullanırsanız size bütün kapıları aralar. Dünyada da, Türkiye’de de, yaşamda da. Ama Türkiye’nin anahtar partisini bugün düşman ve saldırı hedefi haline getirenler sadece kendi geleceklerinin kapılarını kapatmayacaklar, Türkiye halklarının geleceğinin kapısını da kilitleyeceklerdir. Bunu unutmamak ve buna izin vermemek gerekir. HDP’nin siyaset dışında bırakılması politikalarına asla izin vermemek gerekiyor.
Türkiye’nin dört bir yanından çok esaslı bir cevap verilecek
Ben halklarımıza güveniyorum, Türkiye’nin dört bir yanından çok esaslı bir cevap verilecektir. Bizler hangi durumda olursak olalım, en kötü şartlarda, bu iki buçuk yıllık dönemde bile, insanlarımızın bir taraftan etrafını en zalimane iktidar kuşatmışken o sandıklara gitmeyi, o sandıklara gitmeyi bir direnişe gitmeyi direnişe dönüştürerek oy kullanmayı başardılar, bugün de başaracaklar. Bugün o sandıklardan halklarımızın onuru için, barışı için, özgürlük için, demokrasi için, herkes için, bütün Türkiye yurttaşlarının kendi hakları ve geleceği için oylarını kullanacaklar. HDP etrafında kenetlenerek çok daha büyük başarılara imza atacaklar, ben buna yürekten inanıyorum. Bütün halkımızı da 31 Mart’ta ve sonrasında siyasi haklarını en ileri düzeyde sahiplenmeye çağırıyorum. Demokratik bir ders vermeye, bir kere daha bu zalimler iktidarına bir demokrasi dersi vermeye davet ediyorum.
Figen Yüksekdağ, 11 Mart 2019