İçeriğe atla

Ertuğrul Kürkçü'nün 19 Ocak 2022'deki savunması

Vikikaynak, özgür kütüphane

Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na

ANKARA

19 Ocak 2022

Partimiz, Halkların Demokratik Partisinin (HDP) kapatılması talebiyle açılmış bu davada Anayasa Mahkemesi karşısında söz almam, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Anayasal düzene karşı işlenmiş herhangi bir “suç”un faili olduğuma dair hukuksal değeri ve dayanağı olan bir iddia ortaya koymuş olmasından değil. Ortada bir suç yok. HDP’nin bir kapatılma, benim de yasaklanma tartışmasının konusu olmamız için elle tutulur hiçbir gerekçe yok. Vekilimin ve partimiz vekillerinin ön savunmalarında mükemmel bir biçimde ortaya koymuş oldukları gibi bu davayı Anayasa Mahkemesi önüne getiren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamesi esasen hukuk karşısında yok hükmündedir. Bu iddianamenin mahkeme önüne ilk getirildiğinde iadesine temel teşkil eden gerekçeler, bugün iddianame kabul edildikten sonra da yerli yerinde duruyor. Elbette, iddianame değişmeden kaldığı halde mahkemenin kararının değişmesinin doğurduğu vahim çelişki, “adil yargılama” bağlamında Anayasa Mahkemesi üzerine kocaman bir soru işaretinin gölgesini düşürüyor. Ama, bir an için, sonraki iddianamenin “kabul edilebilirlik” kriterlerini karşıladığı düşünülse bile, içeriği, dayandığı ve dayanmadığı kanıtlar bakımından kanun önünde hiçbir değer taşımayan bir boş dosya torbasından ibaret olduğu davanın ileriki aşamalarında vekillerimiz tarafından ortaya konulacaktır. Bu aşamada, Anayasa Mahkemesi’nce Berlin, Almanya adresime yapılan tebligat üzerine ön savunmamı bana tanınan süre içinde sunuyorum.

Yukarıda değerlendirdiğim bağlamda “iddianame” esasen bir masumiyet belgesi de sayılabilir: İddianamede “yapıldı”, “edildi”, “söylendi” denerek sıralanan edimlerin bir tekinin bile hakikaten gerçekleşmiş olduğuna dair Savcılığın ileri sürebileceği, kesin, mahkemelerce aksi iddia edilemeyecek biçimde hükme bağlanmış bir tek yargı kararına gönderme yapılmıyor. Çünkü böyle bir karar yok. Anayasa Mahkemesi önündeki bu iddianame, halen sürmekte olan, büyük bölümü TBMM çoğunluğunun 20 Mayıs 2016’da kendisine karşı gerçekleştirdiği darbeyle Anayasa’ya ve genel olarak hukuka aykırı bir Anayasa değişikliği sonucunda dokunulmazlıklarımızın kaldırılması sırasında rejim görevlilerince icat edilmiş fezlekelerden Adalet Bakanlığı talimatıyla türetilmiş iddianamelerin bir “torba iddianame” halinde mahkeme önüne yığılmasından ibarettir. Anayasa Mahkemesinin ilk iddianameyi ret gerekçesi de esasen bu çırılçıplak usulsüzlük ve kanunsuzlukla ilgiliydi. “Suçlama” ve “fail” arasında hiçbir illiyet kurmaksızın 6 milyonu aşkın seçmen ve o seçmenlerin çevresiyle birlikte düşünüldüğünde en az 18 milyon insanla gönül bağı kurmuş Türkiye’nin üçüncü büyük partisini kapatmak, yönetici ve milletvekillerini bu arada şahsen beni, yurttaşlık haklarını kullanmaktan menetmeyi tartışmaya başlamak için bile bu sözüm ona iddianameden fazlası gerekir. Yargısal usullerden tamamen bağışık bir biçimde imal edilmiş olmakla birlikte -ve o nedenle de esasen süregiden yargılamalar sonunda, beraatle sonuçlanmaları ve çöpe gitmeleri pekâlâ mümkün ve muhtemel davalara atıfta bulunan- bu “torba iddianame” bir adil yargılama sonunda beni hiçbir şeyden yasaklayamaz. Engizisyon çağında değiliz, kimseye masumiyetimi ispatla yükümlü değilim. Onus probandi! ispat yükümlülüğü Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısınındır. Ancak, şu anda görebildiğimiz, kendisinin suç imaline suç ispatından daha büyük bir ilgi duyduğudur. Bu bağlamda vekilimin ve partimiz hukukçularının sundukları kişisel olarak benimle ve genel olarak partimizle ilgili ön savunmalarla tamamen mutabıkım, bu savunmalarda dile getirilmiş konuları ayrıca tekrara gerek görmüyorum.

Bu davanın Anayasa Mahkemesi önüne gelmeden çok önce örülmeye başlandığını ve nasıl biterse bitsin süreci ve sonuçlarıyla birlikte bu davanın mahkemenin dört duvarı arasında kalmayacağını elbette biliyorum. 11 yaşımdan bu yana dört askeri darbe, sayısını hatırlamadığım kadar sıkıyönetim ve olağanüstü hal, bir yarı-iç savaş süreci ve ve bu yargılamanın arka planını da oluşturan süreğen bir halk isyanının içinde yaşadım yaşamaya devam ediyorum, ediyoruz. Bunların bir bölümü yaşamımın kıyısından geçti gitti, bir bölümünün dolaysız acılarını, yıkımlarını, yoksunluk ve azabının izlerini tenimde ve ruhumda taşımaya devam ediyorum. Nice anlı şanlı yargıçların tiranların gücüne yaslanarak “adalet” adına nasıl canlar aldıklarını, nice savcıların siyasi güç sahiplerinin omuzlarına basarak yeri göğü titrettiklerini; nice “liderler”in kendilerini görülmekte olan siyasi davaların savcısı, nicelerinin “sanıklar”ın avukatı ilan ettikleri, hepsinin hep birlikte nice haraminin, tufeylinin, hırsızın ve katilin suçlarını nasıl ört bas ettiklerini ve lakin an gelip de ayaklarını bastıkları toprak kayıp giderken o bir amanlar mangalda kül bırakmayan kudret sahiplerinin, nasıl birer karikatüre dönüştüklerini gördüm. Nice değişmez, değiştirilemez, değişmesi akla bile gelemez denilen kudret beratının birer kâğıt parçasına dönüştüğünü de, hiç olamaz denilen özgürlük devirlerini teminat altına alan ama kuvvet karşısında ötekiler kadar dayanıksız metinlerin aynı toplumun başka bir köşesinden çıkagelip, memleketi bir çağdan başka bir çağa taşıdığına bazen hayretle baktım, bazen o değişimin bir parçası olma şansına eriştim, o havayı soludum. Demek istediğim, işte o nedenle, bu dava da burada kalmaz, gerçekte her gün her saniye sürekli hareket, itiş kakış, gel git içinde değişen, dalgalanan saflar arasında yeniden ve yeniden görülür. Bu mahkemenin kararı sonuçta ne olursa olsun toplumun hükmünün esasen çatışan güçlerin bileşkesi istikametinde oluşacağını biliyoruz. Kişisel ve ortaklaşa savunmalarımızın, o bileşkeye, yaslandığımız toplumsal hareketten aldığı kuvvetle yön vermesi olasılığı yargıyı baskı altında tutma, yargıçları korkutma kastıyla Anayasa Mahkemesi üzerinden galiz saldırılarını eksik etmeyen gericiliğin dayandığı dinamiklerinkinden hiç de daha az değildir. Bu dava Anayasa Mahkemesi önünde görülmeye başlamış olsa da mutlaka, eninde sonunda yurttaşların birbirleriyle temasa geldikleri yerde, kamusal alanda, sokakta sonuçlanacaktır. Kazanacağımızdan kuşkum yok.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, partimize karşı açtığı kapatma davası ilk bakışta mahkemeniz önünde yürütülmekte olan bir hukuksal işlem gibi görünmekle birlikte, özü ve esası itibariyle iktidardaki AKP-MHP-Ergenekon blokunun egemenliğini pekiştirme hamlesinin önünü kesen bir meşru muhalefet hareketini gayri meşru yollardan ve bir an önce bertaraf etme hedefiyle tertiplenmiş bir siyasal saldırıdır. HDP’yi siyasal alanın dışına atma hevesiyle derdest edilen bu dava, Türkiye’de faşizmin kurumsallaşması sürecinin en kritik siyasal müdahalelerinden biridir ve sonuçları toplumun ve ülkenin geleceği açısından yaşamsal olacaktır. Bu davada mesele “suçu” ve “suçlu”yu tespit ve gereğinin yerine getirilmesi için Anayasa Mahkemesi Yargısı’na müracaat etmek değildir; mesele, iktidarın siyasal karşıtlarını, “zorun da karıştığı yöntemlerle” bertaraf etmeye ve bu maksatla devletin zor aygıtlarını siyasal rakipleri ve muhalifleri üzerine sevk etmesi meselesidir. Bu dava, devletin zor kullanma tekelini meşruiyet zırhına büründüren yargı aygıtının en yüksek kurumunun araçsallaştırılması ve HDP’nin gayri meşru usullerle cari siyaset alanı dışına atılması maksadıyla Anayasa Mahkemesi önüne getirilmiştir. Bir siyasal tertiptir.

Bu tertibin en inkâr edilemez kanıtı, Anayasa Mahkemesi’ni kurmaca kanıtlar ve belgelerle kuşatarak yönlendirmek üzere girişilmiş en büyük iktidar prodüksiyonu olan düzmece “6-7-8 Ekim Kobanê davası” dosyaları arasından çıka geldi. Soruşturma savcısının dava dosyasında unuttuğu Ankara TEM Şube Başkanlığı antetli bir kağıt üzerinde savcılığa şu talimat verilmişti: “6-7-8 ekim olaylarının başlamasında açıkça tahrik oluşturacak şekilde HDP MYK’sı tarafından ekte belirtildiği şekilde açıklama yapıldığı […] yapılan tahrik sonucu gerçekleşen olayların vahim nitelikte olduğu, bu nedenle HDP’nin 6-7-8 Ekim olaylarında şiddetin odak merkezinde bulunduğunun kabul edileceği, anayasanın 69. Maddesinde ise bu hususun kapatma nedeni olarak gösterildiği hukuki olarak değerlendirilmiştir. İsimleri geçen şüpheliler hakkında TCK’nın 302 terör nedeniyle cinayet, cinayete teşebbüs, yaralama, mala zarar verme, yağma suçlarından iddianame düzenlenmesi halinde anayasal mevzuatımıza göre parti kapatma sonucunun da ortaya çıkacağı hukuken değerlendirilmektedir.” Bugün Anayasa Mahkemesi önüne getirilmiş olan kapatma davası iddianamesinin, tam da ele geçen “TEM belgesi”ndeki talimatlara uygun olarak Anayasa ve CMK’yi alenen çiğnemekte, polisten talimat almakta beis görmeyen savcılıklar eliyle üretilmiş dosyalar üzerine bina edildiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu belge inkâr edilememiş, sahihliği tartışılamamıştır. Tertip apaçıktır.

Bir olasılıkla Anayasa Mahkemesi, “önündeki dosya ile bağlı” olduğu gerekçesiyle derdest kapatma davasının dayanaklarının düzen, hile, yalan ve zorbalıkla bina edildiğini, aslında elde bir hukuksal dayanak olmadığını, her şeyin bir siyasal tertipten ibaret olduğunu tartışmaktan imtina edebilir. Peki, mahkeme, bu davanın önüne getirilmesi uğruna canhıraş feryatlarla güya kamuoyu oluşturmak üzere 2021 boyunca her hafta “HDP kapatılsın” diye ortalığı birbirine katan iktidar ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin doğrudan kendisine yönelttiği hakaret ve tehditlerle iddianamenin gerisindeki düzenek arasında bir ilişki olduğunu muhakemeden de imtina edebilir mi? Mahkeme, Bahçeli’nin 2021 başlarında yaptığı yazılı açıklamayla “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 6-8 Ekim olayları ilgili iddianameyi temel alıp HDP’ye kapatma davası açabilir” derken Kobanê dava dosyasından çıkan “TEM belgesi”yle aynı telden çaldığına bakarak bir değerlendirme yapmaktan da imtina edebilir mi? Mahkeme, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP hakkında inceleme başlattığını, Bahçeli’nin “HDP’nin kapatılması acildir, hayatidir, şarttır” çağrısında bulunduğu 2 Mart 2021’de duyurmuş olmasına bir anlam yüklemekten de imtina edebilir mi? Nihayet, Bahçeli’nin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının ilk iddianamesinin esasen “suç ile suçlananlar arasında illiyet kuramadığı” gerekçesiyle reddedilmesi sonrasında verdiği demeçlerle Anayasa Mahkemesi’ne yönelttiği sözel şiddetin bir Anayasal suç (Madde 138) oluşturduğundan hareketle yaptırım yoluna gitmekten de imtina edecek midir? Bahçeli’nin “bölücülüğün şakşakçısı” olarak nitelediği “Anayasa Mahkemesi’nin kendisinin de kapatılması” çağrısından sonra mahkeme esasen kucağına “iddianame” kılıfı içinde bir tertip bırakıldığı gerçeğine uyanacak mıdır? Anayasa Mahkemesi’nin kendisi HDP’yi kapatma kararı vermesi için bunca baskı altına alınmışken bu davada yargılanan HDP’lilerin de “adil yargılanma” haklarının teminatı olduğuna güvenmelerini gerçekten bekleyecek midir? “Yargıçlar kararlarıyla konuşurlar,” denir. Umalım, davada son sözünü söylerken Anayasa mahkemesinin, MHP’nin kapatılması ve Bahçeli’nin siyasetten menedilmesi konusunda da diyeceği bir sözü olsun.

“HDP’yi kapatma davası”nın bir tertip olduğunu görmeye sadece Kobanê dava dosyasındaki “TEM belgesi” bile yeter. Ancak bu tertibe neden ihtiyaç duyulduğunun doğru anlaşılması da en az tertibin varlığının tespiti kadar önemlidir. “HDP’yi kapatma davası”, hukuken partinin “terörizm”le dolaylı/dolaysız herhangi bir bağı, “terörizm” ile irtibatlandırılabilecek bir eylemsellik içinde olup olamadığıyla tamamen ilgisizdir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “torba iddianame”sinde göndermede bulunduğu, yerel mahkemelerde görülmekte olan davaların iddianameleri bile esasen “yasaklanması” istenenler lehine birer kanıt sayılabilir ancak. Bu dosyalarda HDP üye ve yöneticilerine yöneltilmiş bir tek “şiddet eylemi” isnadı yoktur. Herkes, “konuşmuş”, “söylemiş”, “açıklamış”, “yazmış”, “tartışmış”, “bildiri dağıtmış”, “silahsız yürüyüş yapmış”, “slogan atmış”tır… Kapatma davası iddianamesine yerel mahkeme iddianamelerinden taşınan bütün “kes-yapıştır” kanıtların dönüp dolaşıp sonuçta söylediği, esasen, HDP faaliyetinin “demokratik siyaset” alanının içinde süre gitmiş olduğudur. İktidarın HDP’ye duyduğu öfkenin, hareketi berhava etme hırsının gerisinde yatan, HDP’nin “terörizm”e başvurarak kamu düzenini yıkmaya, “vatanı bölme”ye yönelmiş olması değil, tam tersine oyunun kuralları içinde kalarak, topluma resmi anlatıyı çelen bir alternatif anlatı sunmayı başarmış olmasıdır. Kırk yıllık “törörö” edebiyatının HDP’nin siyaset sahnesinde görünüşüyle birlikte ıskartaya çıkarılmak zorunda kalınmasıdır. HDP’nin toplumun çoğul, çok kimlikli, çok etnikli, çok dinli, çok dilli, çatışan çıkarlara sahip sınıflardan oluşan hakiki karakterini tanıyan bir dille konuşmasının kabul görmesi, meşru kabul edilmesidir. Sonunda HDP’ye vücut verecek olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK), 2011’den başlayarak, şiddet eksenli mücadele biçimlerine müracaat etmeksizin, demokratik ve barışçı siyaset yordamlarıyla halkın yaşadığı ve çalıştığı alanlarında inisiyatif, söz ve karar sahibi olmasının yollarını açan, meclisler temelinde kendi kendisini yönetmesine dayalı bir yeni siyaset tarzı ortaya çıkardı. Osmanlı Devleti’nden müdevver, kadim, iki kutuplu geleneksel siyaset alanını bir uçtan ötekine yaran üçüncü bir kutup oluşturdu. Kürtlerin demokratik özerklik talebiyle, Türklerin demokratik cumhuriyet talebi arasında bir köprü kurdu. Silahlı çatışmadan değil, tam tersine, “çözüm ve müzakere” sürecinden beslendi. Kürt halkının ve Kürt siyasetinin “barış” iradesinin rüzgarını arkasına alarak Türkiye’nin batısında Kürtlerin hak ve taleplerinin tercümanı oldu. HDP işte bu zemin üzerinde doğdu, yükseldi. HDP siyasetinin toplumsal onay kazanması, kendisini kabul ettirmesi etkinliklerinin şiddete dayanmasından değil, dayanmamasındandı. HDP “suç” işlemedi, yaptıklarının bugün suç sayılması, toplumsal olanı politikaya tercüme ederek kurulu düzenin ötesine bakması ama tamamen meşru bir yönelişle, iktidarın muhafazakâr ve adaletsiz toplum modelinin karşısına yenilikçi ve özgürlükçü bir ülke ve toplum tasavvuru üzerinde yükselen elle tutulur, samimi ve sahici bir siyaset ortaya koymasındandı. İktidar sahipleri, gizli gündemlerini cemaatlerin kuytuluklarında pişirir, kamusal alanda takiyyeyle sureti haktan görünürken HDP pervasızca açık siyasetin doğru yolundan yürüdü. Toplum bu siyaseti benimsedi, ödüllendirdi. “HDP kapatılsın” diyenlere arkasını döner, baraj altına gömerken HDP’yi ilk sınavı olan Haziran 2015 genel seçimlerinde omuzlarının üzerine alarak on yıllardır altına ittirildiği seçim barajının üzerinden aşırdı ve ona siyasal toplumun baş köşesinde bir yer sundu. Toplum “çözüm ve müzakere” sürecine destek verdi ve HDP’nin önünü özellikle bu süreçteki rolü dolayısıyla açtı. Bu mecrada kurulu düzenin hiç hesap etmediği ama HDP’nin varlık nedeni olan bir üçüncü kutup, bir üçüncü sosyo-politik eksen oluştu. Bu eksen Kürtlere, bu memleketin öz sahibi olma yetkisiyle Türkler’in yanı sıra açık kimlikleriyle fiili ve meşru bir hak mücadelesine girişmelerinin ve kendi kendilerini yönetmenin yolunu açtı. Kürt halkı hükümetin bütün Kürt oylarının kendisine akacağı zehabıyla kalkıştığı barış sürecine kendi geleceği için çok büyük bir manevi yatırım yaptı. Bütün ümitlerini, hayallerini, gelecek planlarını en az bir kuşak boyunca bir daha silahlı çatışmaya dönülmeyeceği varsayımı üzerine kurdu. 2011-2015 arasında Diyarbakır, Van, Mardin başta olmak üzere bütün kentlere yeni birer kent eklendi. Bütün Kürt kentleri büyüdü, insanlar yastık altındaki servetlerini ortaya döktüler, ev aldılar, ev sattılar. Özel okullar açıldı, dünyanın neresinde ne varsa Kürt kentleri kendilerinde de ondan olsun istediler. Oğulları ve kızları için başka bir gelecek hayali kurdular. Gençler çatışmalarda hayatlarını kaybedip doğdukları kentlere tabutlar içinde dönmediler. Kentin varlıklı kesimleri artık doğdukları topraklara yatırım yapmaya; önceki çatışma dönemlerinde göçmüş olan Asuriler, Süryaniler köylerine kentlerine geri dönmeye başladılar ve elbette siyasal temsilcileri olarak yüzlerini iktidar partisine değil HDP’ye döndüler, ne zaman oyları sorulsa kendi partilerine verdiler… Bu muazzam maddi ve manevi dönüşüm, bunların hepsi, silahlı çatışmaların askıya alındığı 2011-15 -özellikle 2013-15- döneminde oldu, Türkiye dört yılda, 4 bin fersah yol aldı. Bu anlamda, Türkiye’nin modern tarihini, bir bakıma “çözüm ve müzakere sürecinden önce” ve “çözüm ve müzakere sürecinden sonra”, ya da “HDP’den önce” ve “HDP’den sonra” olarak da dönemselleştirmek pekâlâ mümkün.

Ne var ki, insanlık için, ülke için, toplum için bir yeniden doğuş, bir yenilenme çığırı olan bu dönemde toplum elverişli toplumsal ve iktisadi gelişmelerin de katkısıyla hummalı bir biçimde bu hızlı gelişime denk düşecek yeni bir siyasal düzen arayışına girişirken, kurulu düzen gidişattan, düzenin bozulduğu, dile, dine ve etnisiteye dayalı “Türklüğün” tehdit altında olduğu sonucunu çıkardı. Bugünkü iktidar bloku 7 Haziran 2015 gecesi, HDP’nin barajı yıkarak Türkiye’nin üçüncü gücü olarak sahneye çıktığı, tek parti hakimiyetine son verdiği, Erdoğan’ın artık Devlet Bahçeli olmaksızın ayakta duramayacağının tam olarak idrak edildiği an kuruldu. Irkçılık ve siyasal İslam, Türkiye’nin ufkunda beliren “yeni yaşam”a savaş ilan etti. Bu savaşın esasen daha 2014’te planlanmaya başladığı 2017-18’de medyaya sızan “çöktürme harekât planı” belgeleriyle doğrulandı. Bu belgelerde HDP ima edilerek, şöyle deniyordu: “Bundan sonra asla iç tehdit olmayacak. Legal alanda örgütlenmesinin verdiği avantajlar, anayasanın kendilerine verdiği Anayasal hakları ve koruma zırhı terör destekçisi partiyi, dağdakilerden daha avantajlı duruma getirmiştir. Devletimizin ve milletimizin birlik ve bütünlüğüne kasteden bu hain grup, devlet olanaklarını da devletimize karşı kullanarak her türlü hokkabazlığı yaparak ülke bütünlüğümüzü tehdit derecesine varmışlardır.” Açıkça görüleceği gibi, devletin güvenlik aygıtı açık, demokratik siyaset yaptığı, şiddetle iştigal etmediği ve bu siyaseti toplum tarafından ödüllendirildiği için hem HDP’yi hem toplumu cezalandırmaya hazırlanıyordu. HDP’nin iktidar blokunun hedefi haline gelişinin ve bu davanın Anayasa Mahkemesi önüne taşınmasının gerçek nedeni, HDP’nin tek parti istibdadına karşı TBMM’deki biricik meşru ve koşulsuz direniş odağı olması, geçmişe, savaşa, sömürgeciliğe, istibdada, otoriterliğe, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve faşizme dönüş önündeki en esaslı sosyo-politik engel olmasıdır. HDP, açık, aktif ve meşru bir sosyo-politik güç olarak var oldukça ne dinin ne etnistenin başat olduğu bir restorasyon için çoğunluğun rızasının üretilemeyeceğinin, HDP çöktürülmedikçe Türkiye’nin çöktürülemeyeceğinin iktidar sahiplerince idrak edilmesidir.

“HDP’yi kapatma davası” bugün Anayasa Mahkemesi önüne, iktidar blokunca bir yandan HDP’yi 2023 seçimleri öncesinde demokratik siyasette bir politik seçenek olmaktan çıkarırken, Anayasa Mahkemesini de faşizmin politik aparatı olarak yeniden tasarlamayı, mümkünse ondan tamamen kurtulmayı hedefleyen bir politik operasyonun parçası olarak getirilmiştir. Bu operasyonun başarıya ulaşması, beş yıldır süre giden ve toplumun kararlıkla geri püskürttüğü faşizme tırmanışın zirveye ulaşması demektir. HDP’nin kapatılması, Türkiye’nin “kapatılması”, 100 yıldır süre giden demokrasi ve eşitlik mücadelemizin toplumsal ve politik kazanımları arasında tamamen budanamamış olanların da Türkiye toprağından kazınması demektir. HDP’nin kapatılmasının sonuçları, oluşacak politik vakum dolayısıyla başka bir zamanda kapatılan herhangi bir partinin yokluğunun sonuçlarından farklı olacaktır.

Bütün bu nedenlerle, Anayasa Mahkemesi önündeki bu davanın nasıl sonuçlanacağı yalnızca HDP’nin meselesi değildir ve HDP de yalnızca HDP’den ibaret değildir. HDP Türkiye’nin modern tarihinde, sosyalizm ve devrimciliğin uzak görüşlülüğünün Kürt halkının kararlılık ve mücadele azmi ve işçi sınıfının organik aydınlarının yaratıcılık ve zekâsıyla, kadınların özgürlük kavgasıyla, ihmal edilen, dışlanan ve horlanan toplulukların onur isyanıyla birleşmesinden doğmuş istisnai bir politik deneyimdir. HDP, Türklerin ve Kürtlerin toplumsal muhalefet güçlerinin, Türkiye’nin bütün ezilenlerinin itirazlarıyla buluşarak oluşturdukları, uluslararası müktesebatta da bir benzeri olmayan, özgün -ve başarılı- bir siyasal örgütlenme deneyimidir. HDP Türkiye’nin insanlık tarihine sunabileceği uluslararası önem ve değere sahip pek az özgün siyasal katkıdan biridir. HDP doğuncaya kadar, dünyada ve Türkiye’de hiçbir politik hareket ezilen milletin özgürlük mücadelesiyle, toplumsal kurtuluş dinamiklerini, kadınların kurtuluşu davasıyla, işçilerin sınıf mücadelesini, mütedeyyin Müslümanlarla, LGBTİ aktivistlerini, bağımsız sendikal hareketlerle, Alevilerin özgürlük kavgasını, hiçbirinin özgün renk ve karakterini ötekine feda etmeksizin bu kuvvet ve süreklilikte bir araya getirebilmiş değildi. HDP’nin içinden doğduğu HDK’de bir araya gelen çokluk ve çoğulluğu hiçbir “terörist” örgüt 10 yıldır aralıksız süre giden resmi ve gayri resmi şiddet altında bir arada mücadele alanında tutmayı başaramazdı. HDP’nin bunca şiddete karşın, varlığını yalnızca korumakla kalmayıp durmaksızın geliştirmeyi sürdürüyor olması, prestijinin uluslararası siyaset alanında sürekli yükselmesi, Türkiye’nin ve dünyanın demokratik siyasal deneyim dağarcığının en iyi örneklerini içerme ve toplumun köklerinde yaşar kalan komünal asabiyeyle örtüştürme yeteneğine ve bu yeteneği hiç durmaksızın besleyen özgürlükçülüğü kurumsal ortak paydası kılan özgün politik-teorik tasarımıyla doğrudan bağlıdır. Sırf bunca, dışlama, yaftalama, nefret söylemine maruz bırakılma, yargı ve polis şiddeti ve tek yanlı devlet ve medya linci altında geçen bunca yıldan sonra gençlik, aydınlar ve kadınlar için bir çekim merkezi olmayı sürdüre gelmesi, HDP’nin damarlarında dolaşan kurucu enerjinin ve ahlakî üstünlüğün en inandırıcı kanıtıdır. Bütün öteki politik ve toplumsal erdemleri yanı sıra sahip olduğu total kültürel ve manevi değerler manzumesiyle de HDP daha özgür, daha eşit ve daha müreffeh bir toplum yaratma hedefi kadar, daha ahlaklı ve daha şefkatli bir toplumun tohumu olma kapasitesiyle de, kapatılmak şurada dursun gözbebeğimiz gibi korumamız gereken bir müşterek değerdir.

Yaşadığım nispeten uzunca hayatın ima ettiği, kimi zaman kıl payı atlatılabilmiş risklere karşın sağ ve salim olarak partimizin programında ifadesini bulan “sınıfsız ve sömürüsüz” bir dünya mücadelesinde yer almayı hala sürdürebildiğim için bahtiyarım. Devrimci hareketimiz, siyasal mücadelemin daha en başında beni DEV-GENÇ genel başkanlığına seçerek taçlandırmıştı, 40 yıl sonra halklarımızın devrimci ve demokratik güçlerinin ortaklaştığı Halkların Demokratik Partisi kongresince sevgili Sebahat Tuncel ile birlikte partimizin siyasal alana çıkışına HDP Eş Genel Başkanları olarak yol göstermekle görevlendirilişimiz ve görevi devrettiğimiz Kongre’de HDP “Onursal Genel Başkanı” olarak taçlandırılmamla da elbette gurur duyuyorum. Bu görev ve sıfatların külfetleriyle beraber gelmesinin siyasal mücadelenin doğası gereği olduğunu elbette biliyorum. Bu konumları ve bu sıfatları taşımanın bedeli neyse elbette ödenecektir ve üstelik bu bedeller bu mücadelede hayatlarını vermiş olanların ödedikleri yanında hiçbir şeydir. Bununla birlikte, HDP’nin kapatılmasından doğacak sonuçların kişisel boyutları, asıl büyük toplumsal ve politik boyutlar yanında önemsiz bir meseledir. Sözünü etmeye bile değmez. Yukarıda da açıkladığım gibi bu davanın merkezi sorunu, hangi görevde olursa olsun olsun HDP’de sorumluluk yüklenmiş kadın ve erkeklerin sonraki yaşamlarında maruz kalabilecekleri hak kısıtlamaları değildir. Mesele, partimizi var eden, maddi ve manevi katkılarıyla dev politik güçlerle boy ölçüşebilmeye muktedi bir politik hareket inşa eden milyonlarca taraftarımız, üyemiz ve gönüllümüzün özgürce seçme ve seçilme hakkının, siyaseten cezalandırılma telaşına kapılmış müflis ırkçı ve mezhepçiler iktidarı bir dönem daha Türkiye’ye musallat olabilsin diye gasp edilmesi meselesidir. Mesele, HDP’nin bu gayri meşru usullerle bertaraf edilerek faşizmin önünün açılması meselesidir. Buna Türkiye’nin bütün demokratik ve toplumsal muhalefet güçlerinin bir kez daha dikkatini çekmek istiyorum: HDP’nin kapatılmasından iktidar dışında hiçbir politik ve toplumsal dinamik için bir fayda doğmaz. HDP’nin kapatılması Türkiye’nin kapatılması demek olur.

Üstelik bu yalnızca Türkiye’nin meselesi de değildir; bu, rejimin ırkçı, fetihçi ve istilacı bir güç ve sürekli bir savaş ve yıkım dinamiği olarak bölge barışına ve uluslararası barışa vereceği zararlarla ilgili bir uluslararası meseledir. Bütün bu nedenler ve gerekçelerle Anayasa Mahkemesinin, adil bir yargılama sonucunda HDP’nin varlık ve haklarına herkesin saygı duymasını sağlayacak, demokratik standartları yükseltmeye ve kendi yargı alanını rejimin tahakkümünden korumaya katkıda bulunacak bir karara ulaşmasını diliyorum. Partimizin kapatılmasına sonuna kadar direnmeye kararlıyım. Türkiye’nin toplumsal ve demokratik güçlerinin, dünyanın dört bucağındaki uygarlık dinamiklerinin, HDP’nin taammüden yok edilmesi girişimine izin vermeyeceğine bu davayı kazanacağımıza ve faşizmi ve taassubu eninde sonunda yeneceğimize kalpten inanıyorum. İnsanlığı davamıza sahip çıkmaya çağırıyorum. Son sözümüz henüz söylenmedi…

Ertuğrul Kürkçü

HDP Onursal Genel Başkanı

Kaynak: "İnsanlığı davamıza sahip çıkmaya çağırıyorum". ertugrulkurkcu.org. 21 Ocak 2022. 21 Ocak 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. 
Telif durumu: