Devlet Bahçeli'nin 4 Temmuz 2011 tarihli TBMM grup toplantısında yaptığı konuşma
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,
Değerli Basın Mensupları,
Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Bildiğiniz üzere, 24.Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, 12 Haziran’da yapılan Milletvekilliği Genel Seçimleriyle birlikte şekillenmiş ve millet iradesi bir kez daha belirginlik kazanmıştır.
Partimiz de aziz milletimizden temsil yetkisini alarak kutlu Meclisimizdeki yerini almıştır.
Bu vesileyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni yasama dönemindeki çalışmalarının hayırlı ve uğurlu olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
Böylelikle bugün, 24.Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk grup toplantısında biraya gelmiş bulunuyoruz.
Gündemle ilgili değerlendirmelerime geçmeden önce, Milletvekilliği Genel Seçimlerinin öncesi ve sonrasıyla ilgili bazı tespitlerimi ve düşüncelerimi huzurlarınızda sizlerle paylaşmak istiyorum.
Takdir edersiniz ki, 12 Haziran seçimlerini yalnızca sonuçları üzerinden değerlendirmek çok doyurucu ve sağlıklı bir bakış olmayacaktır.
Her şeyden önce sebeplerin netice üzerindeki etkisini iyi tahlil etmek ve esasa nüfus edecek bir analiz mahareti sergilemek maksadımızın daha iyi anlaşılmasında belirleyici olacaktır.
Neresinden bakarsak bakalım, çok sancılı ve sarsıntılı bir seçim sürecini geride bıraktık.
Özellikle partimize yönelik kirli bir kampanyanın nasıl mesafe aldığını, tertiplerin ne denli zıvanadan çıktığını hepiniz yaşayarak gördünüz.
Şüphesiz 12 Haziran seçimlerine gelesiye kadar bütün hesaplar ve hedefler MHP’siz Meclis yapısı üzerine bina edilmiştir.
Partimizi baraj altında bırakmak amacıyla iftiralar atılmış, ithamlara ve iğrenç tuzaklara ahlaksızca tevessül edilmiştir.
Kronik MHP düşmanlığı 12 Haziran öncesinde başını kaldırmış, AKP’nin fitne siyasetinin öncülüğünde dört bir koldan saldırıya geçmiştir.
Nitekim AKP’nin karanlık mahzeninden; MHP’nin itibarsızlaştırılması, etkisizleştirilmesi ve hatta siyasi hayattan silinmesi için her türlü oyun sahnelenmek için devreye sokulmuştur.
Partimizle ilgili niyet ve emeli malum olan çevreler el birliği etmişçesine üzerimize gelmişlerdir.
Medyada köşe tutmuş kiralık kalemler, devletin içinde yuvalanmış çeteler, uluslararası bağlantıları olan sivil toplum kuruluşları ve Okyanus ötesindeki unsurlar aynı hizada buluşmuş ve AKP’yle birlikte nifak saçmışlardır.
Bizdenmiş gibi görünüp AKP’ye hizmet eden, kimliğimizi ve sembollerimizi kullanarak partimizi yıkmaya odaklanan haysiyet yoksunu mihraklar pislik kokan tezviratlarla sonuç alacaklarını zannetmişlerdir.
2002 yılında, MHP’siz hükümet arayışında olanların uzantıları ve derin ittifak içindeki ortakları bu defa da MHP’siz Meclis hedefinde buluşmuşlardır.
Tek dertleri barajın altına çekerek MHP’yi tasfiye etmek ve planlanan yeni anayasayla Türkiye’nin temellerine dinamit yerleştirmek olmuştur.
MHP’nin yer almadığı bir Meclis ortamında, gizli gündemini rahatlıkla uygulayacağını düşünen AKP zihniyeti, partimizi zan ve töhmet altında bırakan girişimlere yönelik iktidar gücünü bir türlü harekete geçirmemiştir.
Onlara göre, MHP engeli aşılırsa hedeflerine kolaylıkla ulaşacaklardır.
Yine zannetmişlerdir ki, MHP tükenirse, anayasayı tek başlarına değiştirme imkânına kavuşacaklar ve Türk milletinin etnik kimlikler arasında taksim edilmesinin önünde bir mani kalmamış olacaktır.
Hepiniz şahitsiniz, AKP iktidarı, partimizi zayıflatmak ve yok etmek için denemediği yol kalmamıştır.
Her çirkinliğe başvurmuş, her çirkefliğe destek vermiştir.
Başbakan Erdoğan meydanlarda siyasi nezaketi ve centilmenliği hiçe saymış ve zor durumumuzdan istifade edecek kadar küçülmüştür.
Partimizi hedefine alan marazi kumpanyaya karşı AKP sesini dahi çıkarmamış, devletin imkânlarını harekete geçirmemiştir.
Devletin olmadığı, ama milletin tüm şefkatiyle, âlicenaplığıyla ve kudretiyle ayakta durduğu ortamda bir tek milletimize inandık ve yalnızca Cenab-ı Allah’a sığınarak yolumuza devam ettik.
Yaşadıklarımıza maruz kalıpta ayakta kalacak bir siyasi partiye tesadüf etmek emin olun ki mümkün değildir.
Bırakın ülkemizi, dünyada bile eşine ve benzerine az rastlanacak siyasi bir suikastın muhatabı olduk.
Yalnız kaldık, ama asla umutsuzluğa kapılmadık.
Mağdur olduk, ama mağrurluluğumuzdan ödün vermedik.
Kuşatıldık, ama teslim olmadık.
Baharda karı gördük, ama üşümedik.
Bedel istediler, hiç oralı olmadık.
Korku sağanağında ıslanmamızı dilediler, hesaplarını başlarına geçirdik.
Estirdikleri iftira fırtınasında yolumuzu kaybetmemizi istediler, inançlarımızdan aldığımız güçle direndik.
Dava arkadaşlarımızla tek yürek olduk.
Aziz milletimizin sahiplenmesi ve desteğiyle düşmedik.
Üç Hilal’in dalgalanmasından rahatsızlık duyanlara aman vermedik, göz açtırmadık ve Allah’a şükür fırsat vermedik.
Doluya koydular taşmadı, boşa koydular dolmadı ve netice olarak Milliyetçi Hareket’in Türk milletiyle buluşmasını durduramadılar.
12 Haziranda yapılan 24. Dönem Milletvekilliği Genel Seçimi’nin sonuçlarını işte bu kapsamda ele almak ve bir fikir yürütmek sanıyorum daha doğru olacaktır.
Bu itibarla partimizin; aldığı yaklaşık yüzde 13’lük oy oranı ve 52 milletvekili sayısıyla TBMM’nde temsil imkânına kavuşması çok önemli ve maruz kaldığımız tuzaklar dikkate alındığında çok değerlidir.
Tek başına iktidar hedefiyle çıktığımız yolda; karşımıza tahammülü kolay olmayan zorluklar çıkarıldı.
Olağanüstü şartlar içinde seçim çalışması yapmak durumunda kaldık.
Elbette aldığımız neticeyi mutlak bir başarı olarak sunmak ve zafer diyerek sevinmek çok yerinde değildir.
Ancak, geçirdiğimiz tehlikelerle dolu sürecin bağlamında, bugünkü durumumuz ümit vericidir ve Milliyetçi Hareket’in hangi zorlukları aşarak bu noktaya ulaştığının bariz ispatıdır.
Kuşkusuz, verilen her oy bizim için değerlidir.
Milliyetçi Hareket’in yaklaşık 5,5 milyon vatandaşımızın gönlüne girmesi anlamlıdır, kıymetlidir ve küçümsenmesi kimsenin haddine değildir.
Hiç kuşkunuz olmasın ki, bundan sonra bize oy vermeyen vatandaşlarımıza ulaşmak ve beklentilerini karşılamak için de gerekli her türlü çalışmayı yapacağız.
Bugün, bu Meclis grup toplantı salonuna;
- Yandaş medya gücünü aşarak,
- AKP’nin yaydığı fesadı ve seferber ettiği kamu gücünü yararak,
- Anket kuruluşlarının düzmece raporlarını yenerek,
- Ve küresel çevrelerin kışkırtmalarını boşa çıkararak geldik.
Küresel güçlerin yerli işbirlikçisi AKP’ye verdiği ihale sonrasında, siyasetin yeniden tanzim ve dizaynına milletimizin geçit vermeyeceğini bu seçim sonucunda yeniden iftiharla şahit olduk.
Siyaset mühendislerinin; MHP’siz Meclis planlarının suya düştüğünü ve hesaplarının aziz milletimiz tarafından bozulduğunu bir kez daha gördük.
Yine de herkes bilmelidir ki; ne kurulan tuzakları unutacağız, ne de faillerini affedeceğiz.
Ne dedikodu çıkaranları bağışlayacağız, ne de MHP’yi yok etmeyi kafasına koymuş ihanet taraflarını aklımızdan çıkaracağız.
Ne AKP’nin yaptıklarını görmezden geleceğiz, ne de partimize dönük tertiplerini yanına kar bırakacağız.
Bunun için önce hesaplaşacağız, sonra da yeri gelirse helalleşmeyi düşüneceğiz.
Bizlere desteğini esirgemeyen ve oylarıyla yanımızda duran milyonlarca vatandaşımızı bu vesileyle bir kez daha minnet ve şükranlarımla selamlıyorum.
Siz değerli milletvekili arkadaşlarımı, seçim süresince göstermiş olduğunuz mücadele ve başarılı çalışmalarınızdan dolayı kutluyorum.
Gece demeden, gündüz demeden büyük bir inanmışlıkla çalışan parti teşkilatlarımızın her kademesindeki dava arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi ve takdirlerimi sunuyorum.
Değerli Milletvekilleri,
Demokrasilerde seçimler yenilenmeyi ve taze bir başlangıcı ifade eder.
Propaganda döneminde gerilen sinirler, şirazesinden çıkan tartışmalar ve körüklenen ihtilaflar sandıkla birlikte zayıflar ve siyasal tansiyon olması gerektiği seviyeye iner.
Kabul etmeliyiz ki, bu siyasetin doğasıdır ve rekabetçi özelliğinin de bir yansımasıdır.
Netice itibariyle siyaset, sosyal tarafların ya da rakip siyasal anlayışların mücadelesiyle yürür ve fonksiyonellik kazanır.
Siyasal süreçte farklı talep ve isteklerin, değişik çıkar ve beklentilerin yarışması söz konusudur ve olması gereken de bu ortamdan bir uzlaşmanın doğmasıdır.
Demokrasisini istikrara kavuşturmuş ve gerçekçi temele oturtmuş ülkelerde siyasal rekabet mutlaka belirli ahlaki ve vicdani kurallar çerçevesinde hayat bulmaktadır.
Siyasal programların, hedeflerin ve projelerin mücadelesi, şüphesiz demokrasiye derinlik kazandırarak ortak iyinin oluşmasına hizmet edecektir.
Her seçim bir dönemin sonu, yeni bir dönemin başlangıcıdır.
Eğer herkesin üzerinde ittifak sağlayacağı ve mutabakat zemininde buluşacağı şartlar oluşmamışsa ya da olgunlaşmamışsa, bu yeni döneme çok büyük anlamlar yüklemek ve geleceğe yönelik ümitvar olmak hayalcilikle eşdeğer olacaktır.
Şayet, seçimlerin yapılmasına rağmen huzursuzluk bitmiyorsa, gerginlik azalmıyorsa ortada mutlaka kanayan bir yara vardır ve bunun sebep olacağı ağır sonuçlara herkes katlanmak zorunda kalacaktır.
Türkiye’nin muhatap olduğu bugünkü alacakaranlık ortamın gerisinde ifadeye çalıştığım bu hususlar yatmaktadır.
Üzülerek söylemeliyim ki, ülkemiz ileri demokrasi yalanlarıyla sürüklendiği çıkmaz sokakta adeta can çekişmektedir.
‘İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün diyerek’ aziz milletimizden iktidar sorumluluğunu üçüncü defa alan Adalet ve Kalkınma Partisi, krizin ve kaosun sıklet merkezi haline gelmiştir.
Toplumu kutuplaştırarak, devleti yozlaştırarak ve hukuku eğip bükerek zinde kalmaya çalışan AKP hükümeti, bu yeni yasama döneminde de benzer eğilimlerini sürdüreceğini göstermiştir.
Seçim sonuçları ne olursa olsun, Türkiye’nin sorunları önümüzdeki süreçte de artarak devam edecektir.
12 Haziran’dan bu tarafa ortaya çıkan gelişmeler iyi okunursa başkaca bir sonuca ulaşmanın kolay olmayacağı net olarak görülebilecektir.
Yaşadığımız sorunlar yumağı daha şimdiden karamsarlığın ve korkunun milletimizi çepeçevre sardığına işaret etmektedir.
Üstelik Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kriz üssü haline gelmesi önümüzdeki sürecin çok şeylere gebe olduğunu kanıtlamaktadır.
Zira siyaseti çalkantılı, demokrasisi buhranlı, ekonomisi yaralı ve devleti bunalımlı bir ülkenin yarınlara nasıl ulaşacağı muamma olduğu kadar da şaibelidir.
Yakın coğrafyalardaki sosyal ve siyasal dengesizlikler iyice kabarmışken, ülkemizin istikrarsızlıklarla ve kavgalarla boğuşması vahim gelişmelerin de fitilini ateşleyebilecektir.
Libya’dan sonra Suriye’nin içine düştüğü dramatik durum, doğrudan doğruya ülkemizi içine çekebilecek girdabın sürekli olarak genişlediğini göstermektedir.
AKP hükümeti ise nafile diplomatik ziyaretlerle, dün kardeş olarak ilan ettiklerini bugün Batı’nın oyun planı gereğince yüzüstü bırakarak omurgasız bir duruş sergilemektedir.
Ne yazık ki, içte ve dışta kuvvetlenerek etki alanını arttıran türbülans, ağır sonuçlara, telafisi çok zor olacak zararlara yol açacaktır.
İşte böylesi bir ortamda, yenilenen Meclis çatısı altında yemin ve boykot krizi ortaya çıkmış ve demokrasi tarihimize kara bir leke olarak geçmiştir.
TBMM’nde yaklaşık yüzde 50’lik bir oy oranıyla temsil imkânına kavuşan AKP hükümeti ise gelişmeleri kayıtsızlık ve vurdumduymazlık içinde izlemektedir.
Sürekli olarak saldırı ve ithamlarla vakit geçirmektedir.
İktidar partisinin, siyasi krizi yönetecek ve nihayete erdirecek bir bakış ve değerlendirme basiretinden son derece uzak olduğu görülmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın Balkon konuşmasındaki üslup ve yaklaşımlarıyla, daha sonraki tutum ve söylemleri arasında gece ile gündüz kadar fark oluşmuştur.
Esasında, bu çelişkili ve ikiyüzlü siyasetçi özelliğini defalarca bizzat kendisinin söz ve uygulamalarından işittik ve gördük.
Bu nedenle şaşıracağımız ve hayrete düşeceğimiz bir durum söz konusu değildir.
Ne var ki, karşımızda gittikçe kök salan ve endişe verici bir boyut kazanan siyaset ve demokrasi krizi bulunmaktadır.
Başbakan Erdoğan ise bundan hiç de rahatsızlık duymamaktadır.
Açıkça ifade etmeliyim ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde cereyan eden yemin ve boykot krizinin çözülememesi halinde, millet iradesinin sorgulanması ve değersizleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Tehlike bu kadar açık ve yakındır.
İşin şakaya gelir tarafı, hafife alınacak yönü kalmamıştır.
Yemin ve boykot krizinin görünürde üç sorumlusu olduğu ortadadır.
Bunlardan birincisi; bölücülüğün siyasetteki uzantısı olan ve Kandil çetesini arkasına alarak barış ve özgürlük mücadelesi verdiğini iddia eden BDP’dir.
İkincisi; tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılmamasını gerekçe gösteren ana muhalefet partisi CHP’dir.
Üçüncüsü ise; göz göre krizin geldiğini fark edemeyen ya da fark etse de sesini çıkarmayan ve bundan nemalanmanın arayışında olan AKP hükümetidir.
Diyebiliriz ki, bölücülükten hüküm giymiş bir şahsın, milletvekili olup olmamasıyla ilgili Yüksek Seçim Kurulu’nun hatalı ve yanlış kararları bugünkü kaotik manzaranın meydana gelmesinde büyük etken olmuştur.
Söz konusu kişi, PKK propagandası yaptığı gerekçesiyle 19 Şubat 2009 tarihinde Ankara 11.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından cezalandırılmıştır.
Bundan sonra Yargıtay’da temyiz safahatı başlamış ve 22 Mart 2011 tarihinde karar onanmıştır.
Bu kapsamda bölücülük propagandası yapan bu şahsın bir yıl sekiz aylık cezası kesinleşmiştir.
Ne var ki, gerçekler ortada dururken bu şahıs 11 Nisan’da milletvekilliği adaylığına müracaat etmiştir.
Yüksek Seçim Kurulu ise bu müracaatı önce bir kısım bağımsız adayla birlikte reddetmiş, baskılar ve tehditler nedeniyle kısa süre içerisinde müracaatları kabul ederek çark etmek durumunda kalmıştır.
Süreç içinde, YSK’nın değişken tavrı nedeniyle ülkemizin değişik yörelerinde olaylar çıkmış ve bölücü mihraklar adeta şehirleri savaş alanına çevirmiştir.
Yine hatırlanacağı gibi, YSK’nın başlangıçta verdiği red kararıyla ilgili başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, herkesçe malum çevreler harekete geçmiş ve demokrasi havariliğine soyunarak PKK’nın Meclise girmesi için fazla mesai yapmışlardır.
Anayasa’nın 76. maddesinin ikinci fıkrası; bir yıldan fazla hüküm giyenlerin milletvekilliği seçilmeyeceğini belirtmesine rağmen, bu tartışma götürmez kural YSK ve bağımsız adaylar tarafından dikkate alınmamıştır.
Bununla birlikte söz konusu bölücü şahsın 12 Haziran’da yapılan milletvekili seçimlerine katılmasına, arkasından ise mazbatasının almasına bile rıza gösterilmiştir.
Ancak, YSK en sonunda hatasından dönerek bu kişinin milletvekilliğini iptal etmiş, ancak neden olduğu buhranın tahammül edilemez bir noktaya ulaşmasına da mani olamamıştır.
Her şey berrak biçimde ortadadır.
Hukuken milletvekili seçilmesi mümkün olmayan bir kişinin seçime katılması için çaba gösteren herkes ortaya çıkan kaostan birinci derecede sorumludur.
Bu gelişmeler üzerine terör örgütü yandaşlarının alenen kan dökmekten bahsetmeleri, siyasi bölücülerin PKK sözcülüğüne soyunmaları ve savaşı dillerine dolamaları ülkemizin düştüğü çukurun açıkça ispatıdır.
Şiddet diliyle barış kelimelerini yana yana getiren kandan beslenen bölücü mihrakların, taraftarlarına sokağı işaret etmesi, silah ve dağı adres göstermeleri tam bir kepazeliktir ve Türkiye’nin şerefiyle açıkça oynamak anlamına gelecektir.
Türk milletinin her önüne gelen tarafından azarlanmasını, hakir görülmesini ve dayatmalara boyun eğmeye zorlanmasını şiddetle ve nefretle reddettiğimizi buradan duyurmak istiyorum.
Ne büyük bir çelişkidir ki, ne Başbakan’dan ne de AKP’nin herhangi bir yöneticisinden milletimizin değerlerini ayaklar altına almaya yeltenen rezillere dönük karşı bir duruş gelmemiş ve meydan okuyanlara hadleri bildirilmemiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla, AKP’nin yeni anayasa projesine umut bağlayan siyasi bölücüler, hiçbir yaptırım olmayacağından dolayı eylemlerine hız vermişlerdir.
Türkiye, özellikle bölücülerin 12 Haziran sonrası cüretleşen eylemleri nedeniyle soluk alamaz hale gelmiştir.
Nitekim bağımsız milletvekillerinin Diyarbakır’da toplanıp sözde grup toplantıları yapma kararı Türk milletine ve devletine açıkça meydan okumadır ve büyük bir sorun olarak karşımızdadır.
Meclisimizi hiçe sayarak fiili bir durum yaratan ve bir çok anlama gelecek bu girişimin, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak için bir ön hazırlık olduğu şüphesizdir.
Anayasal statü elde etmek maksadıyla, AKP’nin kapalı kapılar arkasında verdiği tavizlerle gemi azıya alan ihanet şebekesi, ülkemizi çok tehlikeli bir alana doğru çekmektedir.
Başkent Ankara’nın saygınlığına ve bağlayıcılığına başkaldırı olan bu gelişmelerin, üniter devlet yapımıza da alçakça bir saldırı olduğu tartışmasızdır.
Buradan sormak isterim ki;
Başbakan Erdoğan ve hükümeti bu isyan provaları karşısında neden sessiz ve tepkisizdir?
Yoksa verilen sözler mi vardır?
Biraz terör, biraz tavizle her sonucun alınacağı mı hesap edilmektedir?
Türkiye terör provokasyonun mihmandarlığında bulanık ve sisli bir sürece kontrolsüz bir şekilde savrulmaktadır.
İmralı’da yatan bebek katilinin serbest bırakılma şartları gün geçtikçe olgunlaşmaktadır.
Hatta var olan sorunların bitirilmesi İmralı canisinin durumuna bağlanmıştır.
Kanlı terörün Kandil’deki elebaşları, koşa koşa yanlarına gelen çürümüş bazı köşe yazarlarına mülakatlar vermiş, fırsattan istifade ederek tehditler savurmuş ve İmralı’yı iradeleri olarak ilan etmişlerdir.
Merakımız, ceviz ağacının altında sözde barışı konuştuklarını dile getirerek terör elçiliği yapanlar, acaba hayatlarında hiç Türk bayrağının altında şehitlerimizi ve gazilerimizi hatırlayacak bir ahde vefa örneği göstermişler midir?
Bu kapsamda, demokrasi ve özgürlük maskesiyle zehir saçan taraflar, özellikle 12 Haziran sonrası gerçek niyetlerini ve hedeflerini daha da görünür hale getirmişlerdir.
Sanki düğmeye basılmış gibi, seçimler sonrasında geniş bir koalisyon AKP’nin gözetim ve denetimi altında kamuoyu hazırlama faaliyetlerine başlamışlardır.
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan ve kalem sahibinin meşum niteliği bizce bilinen TESEV Raporu bunlardan sadece birisidir.
Kandil ağzıyla ve İmralı’nın sözleriyle hazırlanan bu raporların, Türk milletini ölüm döşeğine yatırmak için seferber olduğu ortadadır.
Şu tesadüfe bakın ki, bir tarafta demokrasi ve barış konuştuğunu iddia eden hayasızlar vardır.
Diğer tarafta, PKK saldırılarında şehit düşüp de bayrağa sarılı olarak vatan topraklarına emanet edilen kahramanlar bulunmaktadır.
PKK militanlarına gerilla diyerek önem atfeden kalem sahipleri acaba ağızlarına vatan, bayrak ve şehit kelimelerini ne zaman alacaklardır?
Hakkı, adaleti ve demokrasiyi işine geldiği gibi yorumlayanlar, şahadet şerbetinden içenleri ne olarak görmekte ve hangi kategoride değerlendirmektedir?
Dağdaki eşkıyaya kahraman ve ölenlerine de şehit gözüyle bakanlar Türk milletinin birliğini, bütünlüğünü ve bin yıllık kardeşlik hukukunu hiçe sayanlardır.
Bunların zihinlerinde özerklik fesadı doğrultusunda ayrılmak, bölünmek ve ayrı bir devlete kavuşmak bulunmaktadır.
Nitekim bu çerçevede, katil ile maktul, şehit ile cani tam olarak birbirine karıştırılmış durumdadır.
Türk milletini savaş sözleriyle sindirmeye çalışan, şimdi de 15 Temmuz randevusunu veren etnik bölücüler, ne yaparlarsa yapsınlar emellerine ulaşamayacaklardır.
Muhataplarını buradan uyarıyorum: Kimse yanılıp yenilip boş hayallere kapılmasın.
Bizim ne vazgeçecek insanımız ne de verecek bir çakıl taşımız vardır.
Başbakan Erdoğan sözde ustalık döneminin eşiğinde, kararını vermeli ve tarafını belirlemelidir.
Yeni anayasa kapsamında kızışan ve gerginleşen ortamı sakinleştirmenin ve Türkiye’nin hak ve hukukuna sahip çıkmanın tarihi sorumluluğu en başta hükümet olmak üzere hepimizin omuzlarındadır.
2007 yılından beridir millet olarak maruz kaldığımız anayasa gerilimi bitirilmeli, Türk milletinin kardeşlik bağlarını tahkim edecek hukuki çerçeve bütünlük içinde mutlaka hayata geçirilmelidir.
Geniş bir mutabakat ölçeğinde hazırlanmasının yerinde olacağı anayasaya hiç kimse şimdiden farklı anlamlar yüklememelidir.
Ganimet kapma telaşı içerisinde, mayınla, mermiyle ve tahriklerle takviye edilmiş anayasal statü talepleri beyhude çırpınışlar olarak akamete uğramaya mahkûm olacaklardır.
Parti olarak;
Anayasa’nın birinci maddesinde anlamını bulan; “Türkiye Devleti Cumhuriyet’tir” ifadesinden,
İkinci maddesinde yer bulan; “Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğuna yönelik ilkeden,
Üçüncü maddesinde tanımlanan; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.” tarihi kararlılığından asla taviz vermeyeceğiz ve geri adım atmayacağız.
Kim ne yaparsa yapsın, bu milli yeminlerin bizim tarafımızdan müzakere edilmesi dahi mümkün değildir.
Herkes hesabını buna göre yapmalı ve ayağını denk almalıdır.
Aksi takdirde Milliyetçi Hareket Partisi Türk milletinin hak ve menfaatlerini korumak ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatmak için her fedakârlığı seve seve yapmaya hazırdır.
Muhterem Milletvekilleri,
24. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görev alacak milletvekillerinin 28 Haziran’daki yemin merasimine katılmayan bir diğer parti de az önce vurguladığım gibi Cumhuriyet Halk Partisi olmuştur.
Ana Muhalefet Partisi buna gerekçe olarak, seçilmelerine rağmen hala tutuklu bulunan milletvekillerinin durumunu göstermiştir.
Hepinizin de bildiği gibi, partimizin İstanbul Milletvekili Sayın Engin Alan’da aynı durumda ve konumdadır.
Bu hukuk skandalının affı ve tarifi mümkün değildir.
Millet iradesi yargı tarafından dikkate alınmamış ve yasa dışı bir şekilde seçilmiş kişilerin tutukluluk halleri devam ettirilmiştir.
Gerek Sayın Alan’ın, gerekse de diğerlerinin durumu siyasallaşan yargının hazin ve ibretlik bir sonucudur.
26 Haziran tarihinde yapmış olduğumuz basın açıklamasında da ifade edildiği gibi; Anayasa’nın 76.maddesinin ikinci fıkrasıyla, 2839 Sayılı Milletvekili Seçim Kanunun 11. maddesi milletvekilliğine mani halleri sıralamaktadır.
Bu maddeler doğrultusunda, Sayın Engin Alan’ın ve benzer durumdaki şahısların milletvekili olmalarında herhangi bir engel bulunmamaktadır.
Böylesine açık ve net hukuki durum varken, milletimizin seçip Parlamentoya gönderdiği vekillerini serbest bırakmamak kasıtlı, yanlı ve başka hesapları gözeten yargının icraatından başka bir anlama gelmeyecektir.
Bundan dolayı Türkiye, sonuçları kaygı verici olabilecek bir siyasi, demokrasi ve yargı krizinin içine düşmüştür.
Başbakan Erdoğan’ın “ne yapalım seçmeseydiniz” sözleri ise talihsiz olduğu kadar densizliğin ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından manidar olmuştur.
Başbakan Erdoğan’a söylemek isterim ki, bizim kimi aday gösterip göstermeyeceğimizi sana mı soracaktık?
Senden icazet mi alacaktık? Sana mı danışacaktık?
Bu kendini bilmez ve utanmaz zihniyet, geçmişte şahsını ilgilendiren kişiye özel anayasa değişikliğini pervasızca yapmıştı.
Hukukun ilkelerini fütursuzca çiğnemiş ve CHP’de bu işe ortak olmuştu.
Yaşanılan krizin kaynağı tabii olarak yargının verdiği kararlarda düğümlenmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın üstünlerin hukukuna son veriyoruz derken kendi üstünlüklerini sağlamlaştırdığı gün gibi ortaya çıkmıştır.
AKP yargısı, izan ve insaf ölçülerinden tamamen uzaklaşarak, kanun maddelerini keyfi şekilde yorumlamaktadır.
Üstelik seçilmiş milletvekilleri; kuvvetli suç şüphesi bulunmasından, kaçma ve delilleri karartma ihtimalinden dolayı özgürlüklerine kavuşamamışlardır.
Ne var ki, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden iki gün sonra bölücü faaliyetlerden dolayı tutuklu bulunmasına rağmen milletvekili seçilen bir şahıs herkesin gözü önünde serbest bırakılmıştır.
Aynı adalet anlayışı, Habur’da pişman olmadıklarını söyleyen PKK militanlarına ısrarla Türk Ceza Yasasının pişmanlık hükümlerini uygulamıştır.
Daha sonrada AKP güdümlü yargı, Hizbullah militanlarını kaçma emaresi görmeden serbest bırakmış ve hukuku ayaklar altına almakta bir beis görmemiştir.
Türk milletinin tercihiyle seçilmiş kişileri; kaçma, saklanma ve delilleri karartma zannıyla cezaevinde tutmak, adalet anlayışına yapılabilecek en büyük kötülük ve tahribattır.
Buna da hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur.
Bu itibarla, var olan olumsuz gelişmeler 24.Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sorunlu ve krizle başlamasına neden olmuştur.
Meclis daha yolun başında kilitlenmeyle ve büyük bir açmazla yüz yüze kalmıştır.
Ancak hiçbir gerekçe, Meclis’in boykot edilmesine ve Anayasa’nın 81.maddesindeki milletvekili yeminine aykırı hareket edilmesine mazeret teşkil etmeyecektir.
Bu haliyle başta CHP olmak üzere, milletvekili yemini etmeyenlerin TBMM’nin saygınlığına fazlasıyla gölge düşürdüklerini bilmeleri lazımdır.
Madem ortada bir yanlış vardır, o halde bir başka yanlışla bunun giderileceğini düşünmek hezeyandır ve Gazi Meclis’in taşıdığı yüksek erdeme hakarettir.
Üstelik CHP Genel Başkanı’nın, Meclis’i protesto ederken; ‘arkadaşlarımızı satmayız’ sözleriyle bizi tariz yollu itham etmesi içine düştüğü ölçüsüzlüğün ve kafa karışıklığının bariz deşifresi olmuştur.
Bize derme çatma siyasi delikanlılık gösterileri yapan Sayın Kılıçdaroğlu, önce aynaya bakmalı ve kimin arkadaşlarını satma ile ilgili engin tecrübeye sahip olduğunu orada görmelidir.
Bizim boş laflara karnımız toktur.
Milliyetçi Hareket Partisi, 91 yıllık mazisinde böylesine bir boykotla karşılaşmayan kutlu Meclis’i, tartıştıracak ve itibarını zedeleyecek hiçbir niyetin ve eylemin içinde olamaz ve olmayacaktır.
Ayrıca, ana muhalefet partisi tarafından yaşanılan yemin krizinin uluslararası alana taşınması da son derece acı verici ve talihsiz olmuştur.
Birleşmiş Milletlere, Avrupa Birliği’ne, AGİT’e, Avrupa Konseyi’ne, İslam Konseyi’ne, Avrupa Parlamentosuna, Uluslararası Af Örgütü’ne, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’ne yazılan mektupla neden yemin edilmediği izah edilmiştir.
Bir yönüyle ülkemizi uluslararası sivil toplum kuruluşlarına ve organizasyonlarına şikayet eden bu mektup, yeni CHP’nin ruh halini ve meselelere hangi zaviyeden baktığını da göstermiştir.
Dün, AKP’nin de benzer davranışları gösterdiğinde eleştirmekten sakınmamış ve bunu şiddetle reddetmiştik.
CHP’nin, şikâyet ettiği çevrelerin Türkiye’yle ilgili tutum ve düşünceleri sabittir ve hiç de değişmemiştir.
Elbette Türk yargısının ve AKP iktidarının bir çok yanlış kararları ve uygulamaları vardır.
Ama unutmayalım ki, ülke içi bir meselenin konuşulacağı ve tartışılacağı yer bellidir ve bunun da Cumhuriyet’i kurduğunu iddia eden parti tarafından anlaşılamaması büyük bir sorundur.
Üstelik Türkiye’de, siyasi partiler açısından en üst şikâyet mercii ise Türk milletidir.
İktidarı ve yargının uygulamalarını ancak ve ancak millete anlatarak bir sonuca varabilecektir.
Yoksa en son olarak Atina’daki toplantılarından medet ummak, orada Türkiye’deki mevcut sorunları aktarmak büyük bir yanlış ve özgüven eksikliğiyle aynı anlama gelecektir.
Başkent Ankara vizyonundan çıkarak, küresel çekim alanına kapılan CHP’nin, ülke içindeki siyasi ve hukuki meseleleri dünyaya afişe etmesi en az yemin krizi kadar ciddi ve önemli bir problemdir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu partinin bu içler acısı hali, geleneği ve siyasi geçmişi bakımından kırılma ve sapmadır.
Bu nedenle CHP, partimize laf yetiştireceğine kendisine bakmalı ve bize akıl vermekten bir an önce vazgeçmelidir.
Değerli Milletvekilleri,
Hatırlanacağı üzere, yemin ve boykot krizine Sayın Cumhurbaşkanı da müdahil olmuş ve Çankaya Köşkü’ne bir dizi davette bulunmuştur.
Sayın Erdoğan’la AKP Genel Başkanı sıfatıyla iki saati aşkın bir süre görüşerek, 61. Cumhuriyet Hükümetini kurma görevini veren Sayın Gül’ün, birden bire bizi, CHP’yi ve bağımsız bir grup milletvekilini Çankaya’ya davet etmesi baştan sorunlu olmuştur.
Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün davet ettiği diğer iki siyaset aktörü, Meclis’teki yemin ve boykot krizinin birinci dereceden sorumlularıdır.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu çerçevede değerlendirilerek krizin parçasıymış gibi takdim edilmesi, Sayın Gül’ün Başbakan’la bir plan dahilinde hareket ettiğini göstermiştir.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bizimle görüşeceği ve sunacağı bir şeyi yoktur.
Cumhurbaşkanı Sayın Gül, eğer gerçekten davetinde samimi olsaydı, TBMM’de grubu bulunan siyasi parti liderlerini birlikte ya da ayrı ayrı eşit süreyle kabul eder gündemdeki sorun alanlarıyla ilgili görüş alış verişinde bulunurdu.
Diğer taraftan Meclis’te temsil edilen bağımsız milletvekillerini de ayrı bir gün ve saatte davet ederek onlarla görüşebilirdi.
Hatta bu görüşmeye bağımsız milletvekillerinin oluşturduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun değişik düşünce ve kanaat üyelerini de çağırabilirdi.
Oysaki, Sayın Gül’ün davetinde AKP yer almamış, Meclis’te temsil edilen diğer siyasi partiler bu davete muhatap kalmışlardır.
Kaldı ki, eğer AKP yemin ettiği gerekçesiyle davet edilmediyse, partimiz de aynı durumdadır, o zaman bize yönelik bir çağrıya da gerek yoktur.
Bu gelişmeler ışığında Milliyetçi Hareket’in nerede durduğu ve neyi savunduğu Sayın Gül tarafından fark edilememiştir.
Ve kriz taraflarıyla aynı safa sokulmak istenmemizi büyük bir haksızlık olarak değerlendirdiğimizden, Sayın Abdullah Gül’ün görüşme talebi tarafımızca kabul görmemiş ve yapılan davete icabet edilmemiştir.
İşin ilginç bir başka tarafı ise Çankaya’dan gelen davete gitmeyişimiz yandaş basında alerji yaratmıştır.
Ağız birliği etmişçesine ve koro halinde bizi eleştirenlerin Çankaya Köşküyle yeni bir blok oluşturdukları anlaşılmaktadır.
Şüphesiz nafile görüşmelerle, sonuçsuz diyaloglarla Türkiye’nin zaman kaybına tahammülü bulunmamaktadır
İçinde bulunduğumuz siyasi ve demokrasi krizinin çözülmesi için öncelikle iktidarın da sorumluluk alması ve samimiyetle yaklaşması gerekmektedir.
Eğer istenirse, Türkiye Büyük Millet Meclisi, bugünkü karanlık tablodan çıkışın tek adresi haline ivedilikle getirilebilecektir.
Ancak Başbakan Erdoğan’ın son beyanatları iktidar partisindeki kabalığın ve seviyesizliğin nerelere kadar ulaştığını göstermiştir.
Boykot ve yemin krizinin taraflarını aşağılayarak; “tükürdüklerini yalayacaklar” demesi bir Başbakan’a kesinlikle yakışmamıştır.
Ortaya çıkan emareler Başbakan Erdoğan’ın krizi istismar edeceğini ve siyasi malzeme olarak kullanacağına delalet etmektedir.
Partimiz, ülkemizi kargaşanın eşiğine kadar getiren yemin ve boykot krizinin giderilmesi ve tutuklu bulunan milletvekillerinin durumunun aciliyeti açısından şu önerilerini kamuoyunun bilgisine sunmaktadır.
1- Türkiye Büyük Millet Meclisi, millet egemenliğinin somutlaştığı yerin adıdır ve sahip olduğu Gazilik unvanıyla hepimizin gurur kaynağıdır.
Millet iradesinin heba edilmemesi ve milletimizin çekişmelerle oyalanmaması için yemin ve boykot krizinin tarafları bu eylemlerine bir an önce son vermeli ve Meclis’teki yerlerini almalıdırlar.
2- Halen tutuklu bulunan milletvekilleri sadece kendi partilerinin değil, üyesi bulundukları Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de haysiyet konusudur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde grubu bulunan bütün siyasi partilerden seçilecek temsilciler bir araya gelmeli, ahlaki ve tutarlılık gereğince tutuklu bulunan milletvekillerinin haklarını savunacak bir Meclis bildirisi için temel zemin oluşturmalıdırlar.
Millet iradesinin en büyük kefaret olacağı hatırlatılmalı ve bunda da tavizsiz olunmalıdır.
3- Yürürlükteki yasal hükümler, tutuklu bulunan milletvekillerinin salıverilmesine engel değildir.
Tutuklu milletvekillerinin önüne, Anayasanın 14. ve 83. maddelerini mani bir hal olarak çıkarmak zorlama ve yanlı bir tutum olacaktır.
Kaldı ki, 2007 seçimlerinden sonra tutukluyken serbest kalan bir şahıs için uygulanan hukuki hükümler bugünde geçerlidir.
O halde, yorum ve içtihat açısından yeni bir yola gerek yoktur.
Yalnızca kanun ve anayasa hükümlerinin objektif kriterler çerçevesinde uygulanması ve iktidarın bu konuda ön ayak olması meseleyi kökünden çözecektir.
4- Bunlara rağmen de bir çözüm ortaya çıkmıyorsa, Anayasanın 76. maddesine, tutukluyken seçilen milletvekillerinin durumlarını daha da netleştirecek ve serbest kalmalarını sağlayacak bir ifade ilave edilerek içinde bulunulan krizin ortadan kaldırılması mümkün olabilecektir.
Bu önerilerimize rağmen, tutuklu bulunan milletvekilleriyle ilgili bir adım atılmazsa, o zaman aklımıza bu kişilerin başka davalara denge unsuru olarak tutulduğu hususu gelecektir.
İmralı, Silivri ve KCK arasında denge arayışları varsa ve mesela Sayın Engin Alan bölücülere karşı rehin olarak tutuluyorsa, er ya da geç bunun hesabını sormak bizim için namus borcu olacaktır.
Bu borcu da Allah sağlık verdiği sürece mutlaka ödeyeceğimizden herkes emin olmalıdır.
Geldiğimiz bugünkü aşamada; Türkiye’nin daha fazla hırpalanmaması ve milletimizin artan sorunlarının bir an önce çözülmesi amacıyla başta AKP olmak üzere, herkes sorumlu ve duyarlı hareket etmeli ve karşı karşıya olduğumuz bunalımı bertaraf etmek için güç birliği yapmalıdırlar.
İnanıyorum ki, TBMM çatısı altında; iyi niyetli ve dürüst bir şekilde oluşturulacak uzlaşma zemininde, her güçlüğün üstesinden gelmek mümkün olacaktır.
Yeter ki istensin, yeter ki karar verilsin ve irade gösterilsin.
Değerli Arkadaşlarım,
Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 25. Başkanını seçmek için ilk tur oylaması yapılacaktır.
Bir grup milletvekili tarafından partimiz Antalya Milletvekili Sayın Tunca Toskay TBMM Başkanlığı için aday gösterilmiştir.
Bu kapsamda parti olarak, Sayın Toskay lehine oy kullanacağımızı buradan belirtmek istiyorum.
Meclis Başkanlığına bir diğer aday da Adalet ve Kalkınma Partisi Ankara Milletvekili Sayın Cemil Çiçek olmuştur.
Başkanlığa aday olan tüm değerli şahsiyetlere başarılar diliyor, ortaya çıkacak sonucun Meclisimize ve demokrasimize hayırlı olmasını temenni ediyorum.
Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.