Cimnastiğe Dair - 2

Vikikaynak, özgür kütüphane
3 Teşrin-i evvel, Kuşadası

Cimnastikle hayatım arasında o kadar eski ve samimî bir irtibat vardır ki tâlâb-ı hatıratıma müntehidir. Küçükken, ben daha dokuz yaşında bir çocukken Kuşdili’nde oturuyorduk. Bu musikişinas, gayet meşhur bir hanede komşumuzun benden biraz büyücek çocukları vardı. Bunlar koca çayırın her tarafında perende atarlar ve bir ramazan gecesi, Şehzadebaşı’nda, beni fevkalâde teshir eden küçük cambaz çocuğu gibi elleriyle yerde yürürlerdi.

Ben dört yaşından beri vefakâr kaldığım mâi boyal-ı sevgili çemberimi düdüklü değneğimle bahçenin bir köşesine atarak ellerim boş ve meshur her akşam çayıra çıkar, o çocukları seyrederdim. Nihayet bir gün çocukluğun tabiî olan hicap ve lâubalîliği ile mahcup ve metecasir, bu perende atmayı, bu ellerle yürümeyi bana öğretmelerini onlardan istirham ettim.

En büyükleri evvela “Valideniz darılır, belki...” nezaketiyle reddetti, sonra ısrar ve hararetli temennilerime dayanamayarak muvafakat etti. Ve ilk ders olmak üzere en lâzım olan belimin kabiliyet-i inhinasını temin etmeğe kalkıştılar, bana sordular ki: “Beliniz kırık mıdır?..”

Hiç böyle bir sual işitmemiştim. Mütehayyir ve mahfuf “Hayır” dedim.

“Öyle ise kıralım...”

Zavallı ben korku ve hayretimden mebhut, incimat etmiş gibi, onların ellerinde, beş on dakika kıvrıldım, düzeltildim. Daha sonra muallime benzeyen en büyükleri küçük dizini benim nazik belciğime dayanarak “haydi” kumandasını verdi, diğer ikisi kalçalarımla omuzlanma şiddetle bastılar; belimde bir intırak... O zamana kadar duymadığım ve tasavvur edemediğim bir kütleme... Başladım ağlamağa, onlar galiba bu ameliyeyi benden evvel birçok çocuk üzerinde tekrar etmişlerdi. Hiç gözyaşlarıma ehemmiyet vermeyerek “Sus, sus küçük bey, şimdi geçer, ağlama...” tesellisiyle beni terk ediverdiler. Ben de eve geldim ve belimin acısını, tekdir işitmemek için, yavru bir kedi tahammülüyle sakladım. Bu ağrı hakikaten geçti; fakat minimini insafsız hocalarımın dediği gibi bir “şimdi” zarfında değil, birkaç haftada...

Yine her akşam çayırda onları seyre dalıyordum. Onlar perende attıkça ben sanki manyetizma oluyor, cezb oluyor, gayr-i ihtiyarî yanlarına gidiyordum. Onlar da benim meyl-i mütehalikâneme rağmen en gösterişli hünerlerini icra ediyorlar, yekdiğerinin bellerine sarılarak, çifte perende atıp, müstehzi bir kütle-i sanat halinde uzaklaşıyorlardı.

Benden büyük olan bu küçük sanatkârların buluttan bakan müstağni gözleri benim küçücük masum izzet-i nefsimi cerihadar etti; ben niçin onlar gibi yapamıyor ve... oh hem de öğretirlerken ağlıyordum. Küçük müfekkirem ile düşündüm ki ilk defada perende atmak olmayacak. İlk defada bu nazik belin çekemediği bu nazik macakları havada tutmak lâzım... Bunun için de çalışmak lâzımdı, evde bu mümkün değildi, herkes “Aman boynun kırılacak yapma...” ihtarıyla menediyorlardı.

Bahçemizin bir köşesinde çiçeklikten bozma bir oda vardı ki orada aşçı ile ihtiyar uşağımız yatardı. Gündüzleri onların bulunmaması tam fırsat... Uşağın nim toplanmış yatağını hemen açar, ellerimle başımı o yumuşak yere dayayarak bacaklarımı havada tutmağa çalışır, düşer, yine kalkar; bıkmaz, usanmazdım. Ne kadar gün geçti, bilmiyorum, artık ellerim ve başım yerde, ayaklarımı yukarıda tutabiliyordum. Hemen çayıra koştum, onların, o çocukların önünde kendilerinin tenezzül etmeyecelerini bildiğim ehemmiyetsiz maharetimi ibraz ettim. Geçen gün ağlayan çocuğun bugün kavak duruşu taaccüplerini celp etti, mahaza takdir ettiler. Sonra başlayan mütereddit ve bîgâne bir arkadaşlık –çünkü birbirlerimizin isimlerini bilmiyorduk– içinde ve az bir zaman zarfında ben de ellerimle yürümesini ve birbiri arkasına dört beş perende atmasını öğrendim. Hatta yan perendelerde onlara bile takaddüm etmiştim.

Sonra beni hususî bir mektebe verdiler. Mekteple beraber inşa olunan cimnastikhane dün yapılmış gibi yeniliğini muhafaza ediyordu, yalnız fahrî olan cimnastik muallimi çocuklara tabur olmasını, ikişer ikişer yürümesini öğretirken onların celb-i hevesleri için yeni ve parlak halkalarda birkaç kere sallanırdı; sonra da küçük bir nutuk:

“Efendiler, kuvvetli olmak istiyorsanız, (ceketinin üzerinden pazularını göstererek) işte benim kollarım gibi kalın, kuvvetli bir kola malik olmak istiyorsanız cimnastik yapacaksınız. Düşmemek için kollarınızın kuvvetlenmesi lâzımdır, onun için de çok idman yapacaksınız...”

Eski kafa pederlerin evlâtlarını mektebe kaydettirirken dermiyan ettikleri “Müdür Bey mektebin bahçesinde gördüğüm cimnastik aletleri... Rica ederim çocuğu böyle kazalı şeyleren sevk etmeyiniz, çünkü cambaz olmayacaktır” şartı hilâfına her akşam bir saat kadar kazasız cimnastik yapılır; kollar ileri, aşağı, yukarı uzatılır, terlenilir, bitâp kalınırdı.

Bir gün cüretkâr ben muallimin önüne gittim ve “Müsaade ediyorsanız sallanmak istiyorum efendim” dedim. O lenfatik ve nazik talebesine taaccüp etti: “Fakat, düşersin.”

“Hayır, bendeniz düşmem.”

“Şimdiye kadar hiç cimnastik yaptın mı?”

Tehalükle cevap verdim: “Pek çok, emrederseniz önünüzde birkaç maharetimi tekrar edeyim?..”

Muallimin, istihfafkâr tebessümünden çıkan: “Haydi yap bakalım...”

Mulallim, bilhassa pek hoşlandı. Çünkü tevzi-i mükafatlarda, bazen maariften gelen müfettişler huzurunda, mektepte hakikaten cimnastik dersi verildiğini ispat ve irae edecek küçük bir artiste büyük bir ihtiyaç vardı.

Muallim de bu nokta-i nazarı muhakeme ederek benden istifade etti, gösterdiği hareketleri pek suhuletle yapıyordum. İki senede o kadar terakki ettim ki muallimin muavini olmuştum. Onun gelmediği günler, son dersten sonra hemen cimnastik elbisemi giyer, dar ve kalın kemerimi belime takar, bütün talebelere, hatta kendimden yukarı sınıflara bir amir mestî-i gururuyla kumanda ederdim.

“İkişer olunuz, eş tutunuz, ayaklarınız hep bir hizada olacak ve gülmeyeceksiniz.”

Sol elimin başparmağı kemerimin iri, kalın halkasına takılmış, sağ kolum bir zaviye-i mağrur-ı mücessem hâlinde arkamda, göğsüm kabarmış, o çocuk tabiiyetinin önünde gezinirdim.

“‘17’ haydi barfikse, ‘126’ siz halkalara, ‘49’ siz de merdivene...”

Sonra hepsinin hatalarını tashih, kendisini kaldıramayanlara muavenet ve pek kuvvetsiz olanlara da, ceza olarak yarım saat iki hafif halteri kaldırtır, indirtirdim...

Tahsilim büyüdükçe çemberimin metrukiyetiyle başlayan idmanım da büyüyor, maharetlerim tezayüt ve taaddüt ediyordu. Ailemin en eski kafa eşhası bile benim bir sür’at-i fevkalâde ile neşv ü nema bulan bünyeme bakarak cimnastiğin fevaidine itikat ediyorlardı; bir küçük ve tüysüz çocuk çehresinin altında katı pazulu, adalî bir delikanlı vücudu yaşıyor, vücudum koşuyor, yaşım geride kalıyordu. Seneler geçti, büyük mekteplere geçtim, artık müthiş bir cimnastik taraftarı, devamlı bir idmancı idim.

O vakit bir riyaziye muallimimiz vardı. Ders esnasında münasebet getirdikçe cimnastiğe girişir, o kadar tecavüz ederdi ki bütün sınıftakilerin nazarları bilâ-ihtiyar bana dönerdi.

“Efendiler; sakın cimnastik yapmayınız, zekânızı kaybedersiniz. Pehlivanları görüyorsunuz ya... hepsi aptal ve ahmaktır. Sınıfınızın birincisine, ikincisine, üçüncüsüne ve en zekilerine nazar-ı dikkatinizi celp ederim, bakınız bunların bünyeleri ne kadar kuvvetsiz, fakat fikirce, zekâca hepinize galiptirler.”

Ve bütün dünyadaki dershanelerde –pek az istisna ile– hâlin bu merkezde olduğunu iddia eder, fikrini teyit için bahsettiklerine cimnastik yapıp yapmadıklarını sorar, “Kat’iyen hayır...” cevabını alırdı. Teneffüs zamanı münakaşacıların hepsi başımda... Ben bu hatt-ı muhasaraya, bu hücum-ı sual ve iddiaya mukabele etmek için muhakemesiz bir mektepli nezaketsizliğiyle muallimi gıyaben tahkire başlar, “O ne çakar?..” derdim. Harikulade şöhretler, pehlivanlar, o dünyanın eski kahramanları, onların insafsız musaraaları, kanlı müsabakaları hep boş muydu?.. Şimdiye kadar onun gibi bir akıllı çıkıp niçin “bu fenadır” dememiş?

Ve ilh.

Bu zeminde önü ve arkası olmayan boş bir farfara ile muterizleri iskât eder, susturamadığım ve benim müdafaalarımı ciddî ve tamam itirazlarla cerh eden gayet zeki bir refikimin nazik bileklerini kuvvetli pençelerimle sıkarak “Artık sus” derdim, “bak bir şey söyleyebilir misin?..”

Zavallı susardı, idmancı arkadaşlar bu refike cimnastik mikrobu lâkabını vermişlerdi.

Ben, bu cimnastik mikrobunu ihtida ettirmek –cimnastik yapmayanları kandırıp kabul ettirmek için tabir-i mahsusumdu– ümniyesiyle boş zamanlarda, tenha bir yerde yakalar, evvelâ mağlûbane bir hasbıhâl ile mübahaseye girişerek onu mağlûp etmeğe çalışırdım.

“Azizim, rica ederim, ciddî görüşelim bu sefer. Şimdi ben daima seni cimnastiğe, terbiye-i bedeniyeye teşvik ediyorum, bir cambazhane müdürü değilim ki sende bir emel-i istifade tahayyül edeyim, benim saikim samimiyet ve senin gibi zeki bir vücudun sıhhat-i müstakbelini temin etmektir.”

“Teşekkür ederim, ama ben de aynı senin hissinle mütemessih, yani sen, senin sıhhatini kurtarmak hissiyle... yazık, yazık ki vücudunu mahvediyorsun, fazla adalât ile, fuzulî harekât ile sarf-ı sıhhat ü hayal ediyorsun. Bir gün gelecek kafanı da kullanamayacaksın. Tedricî bir batâet-i gayr-i mahsusa ile ilerleyen gabavet, bir pehlivan behîmiyeti senin maneviyatını öldürecek.”

Münakaşamız saatlerce uzardı, en nihayet ben derim ki: “Sağlam bir vücuda salim bir fikir.”

O gülümserdi: “Tasdik ederim; ‘Sağlam bir vücutta salim bir fikir... fakat tabiata itisaf ve taaddi eden sun’î bir vücutta değil, ilel ve emrazdan salim tabiî bir vücutta.’”

Ve ilâve ederdi: “Eğer idman yapanların vücutlarını sağlam zannediyorsan pek, ama pek yanılıyorsun, bir pazunun şişmesiyle, diğer bir adalenin küçülmesiyle büyüyen bir adalenin gayr-i muntazam tahaccümüne kuvvet diyorsun. Bravo sana, kuvvet mukavemettir, yapılan idman mukavemeti tezyit değil, bilâkis tenkis eder, işte sana avamî, kat’î bir misal: Vücutlarına gıpta ettiğimiz pehlivanların eyyam-ı mahdûde-i hayatı, o zavallıların facia-i şeyhûhetleri...”

Ben mağlûbiyetini mümkün değil tasdik etmeyen bir inatçı... Seneler idmanla, bir müphemiyet-i rüya içinde geçti. Cimnastiğin aleyhinde bulunan Beyoğlu’na, cimnastik kulübüne yahut cimnastikhaneli büyük bahçelere götürüyor, karşılarında bir cevab-ı amelî gibi, en küçüğü kırk beş kilo olan ağır halterleri kaldırıyorum. Son sınıfların müteaddit dersleri, tahammülsüz vazifeleri beni idmandan mahrum bırakmadı. Ben her akşam muntazaman yemekten evvel idmanımı yapıyorum, L’Education Critique’in vürudunu her ay başı müziç bir intiraz ve tahassürle bekliyordum...

Mektep hayatından uzaklaştıktan bir müddet sonra idmanla kalp ve dimağın mesele-i teessürü beni epeyce işgal etti. Müntesib-i fen olmayan bir adam fenne ait ne kadar kitap okuyabilir ve cem-i malûmat edebilirse ben maazziyadetin yaptım; tasdik ettim ki idmanla ahen-i kalp bozuluyor, çünkü kalp tabiî adalât için çalışır. Şimdi bir kalbin idare ettiği iki pazu ki fevkalâde büyüyor, kalbin onlar için daha ziyade çalışması icap ediyor, diğer azanın hakkı ihmal olmuyor, bir kısmında zafiyet, diğer kısmında kifayetsizlik... İşte ahengi muhtel, şaşırmış bir kalp. Yalnız bu kadar olsa ne ise... Bu zavallı kalp de ağır ve çok hareketle şekl-i tabiî ve tabiat-ı hulkiyesini kaybediyor, büyüyor, tıpkı bir pazunun harekât-ı sakil ile büyüdüğü gibi... Tembelleşiyor, vücud-ı umumî için vaazifelerini unutuyor, sefil kalıyor.

Dimağın tesirine gelince: Faaliyet-i zihniye ve iştigalât-ı fikriye tezayüt ettikçe nasıl ibtida vücut ve bünye tenakus ediyor, iştigalât-ı fevkalâde-i bedeniye ve harekât-ı gayr-ı tabiiye-i sakile ile vücut zenginleştirildikçe bir inhitat-ı batî-i dimağî, bir donukluk, bir adem-i intizam zuhur ediyor.

Benim fikrim işte bunların itidalinden, vasatîsinden bahis ve onu ihsas etmektir, yani vücudun inhitatına mukabil olan iştigalât-ı fevkalâde-i fikriyeyi tahfif ve tanzim etmek, bir de fikir ve dimağın inhitat-ı batîsine muadil kazanılan yalancı, sahte o pek çabuk fâni bünyeye tamah etmeyerek harekât-ı tabiiye-i kâfiyeye terk-i vücut etmek.

Arzu ediyorum ki arazkâr, zayıf, cılız, muteriz bir efendi zannolunmayayım. Daha bana cimnastik hıyanet etmedi, çünkü gencim. En masum ve tamahkâr bir idmancıyı iftihar ettirebilecek pazulara, uyluklara, göğüse malikim. Bu malikiyetle beraber beyan-ı hakikat için husule gelen fenalıkları saklamayacağım.

Yazacaklarım tecrübelerime ve tetkikatıma müstenit olacak. Tecrübe –velev yanlış olsun– tahkir olunmaz. Tecrübeyi hiçbir felsefe tahkir etmez, nasıl ki riyaziyede doğru faraziyeler yanında aynı kıymeti haiz yanlış faraziyeler de vardır ki meselenin halline birinciler kadar hizmet eder. İşte hakikatin tezahürü için dermiyan olunan tecrübeler de böyledir. Doğrular kadar yanlışlar da kıymettardır, çünkü tecrübedir. Doğrunun kıymeti yanlışa kaimdir, miyarı odur.

Yanlış olması muhtemel tecrübelere, doğru olmaları muhtemel olanlara nispet ve yekdiğerleriyle mukayese olunur, hakikat tezahür eder!

Hâlbuki cimnastiğin, harekât-ı sakile-i gayr-i tabiiyenin fenalıkları, cimnastiğin fevaid-i maznûnesi kadar malûmdur. Bunu yalnız fevkalâde olarak, mafevkattabia olarak münhasıran ben iddia etmiyorum. Terbiye ve harekât-ı bedeniyeye en ziyade riayet eden akvamdan İngilizlerin en büyük, en meşhur hekimi, en muktedir ve namdar âlimi bütün memlekettaşlarını tenkit ediyor, cimnastiğin fenalığı ve tehlikesi için idare-i kelâm ve efkâr ediyor. Bununla beraber, fevaid-i mevhume-i zahiriyesi evvelâ umum tarafından tadik olunduğu hâlde fenalıkları, zararları, tehlikeleri sonradan meydana çıkan şeyler az mıdır?..

Kaynak: İlk yayımlanış: İzmir, 39 (393), ss. 5-6, 30 Teşrin-i evvel 1320 [12 Kasım 1904]. İkincil kaynak: Seyfettin, Ömer (Mart 2020). Polat, Nâzım Hikmet (Ed.). Bütün Hikâyeleri (4 bas.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. ss. 52-58. ISBN 978-975-08-1944-5.
Telif durumu:

Bu eser, kültürel öneminden ötürü Türkiye Cumhuriyeti'nde kamuya maledilmiştir ya da 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre eserin koruma süresi dolmuştur. Kanun'un 27. maddesine göre:

  • Koruma süresi eser sahibinin yaşadığı müddetçe ve ölümünden itibaren 70 yıl devam eder.
  • Sahibinin ölümünden sonra alenileşen (herkesçe bilinir duruma gelen) eserlerde koruma süresi ölüm tarihinden sonra 70 yıldır.
  • 12. maddenin birinci fıkrasındaki hallerde (sahibinin adı belirtilmeyen eserlerde) koruma süresi, eserin aleniyet tarihinden sonra 70 yıldır; meğer ki eser sahibi bu sürenin bitmesinden önce adını açıklamış bulunsun.
  • İlk eser sahibi tüzelkişi ise, koruma süresi aleniyet tarihinden itibaren 70 yıldır.