İçeriğe atla

TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu/Bilgisine başvurulanlar

Vikikaynak, özgür kütüphane

VIII.BİLGİSİNE BAŞVURULANLAR

1-Korkut Eken

2-Kemal Yazıcıoğlu

3-Meral Çatlı

4-Mehmet Eymür

5-Tuncay Özkan

6-Dündar Kılıç

7-Esat Canan

8-Mehmet Hadi Özcan

9-Şahin Tekdemir

10-Necdet Küçüktaşkıner

11-Rıdvan Yenişen

12-Ahmet Baydar

13-Ekrem Marakoğlu

14-Sedat Bucak

15-Hasan Celal Güzel

16-Hanefi Avcı

17-Emin Aslan

18-Mehmet Ağar

19-Doğu Perinçek

20-Necdet Menzir

21-Nuri Gündeş

22-Deniz Gökçetin

23-Sedat Demir

24-Ayhan Çarkın

25-Oğuz Yorulmaz

26-Ercan Ersoy

27-Tuncay Yılmaz

28-Metin Günyol

29-Mehmet Emin Yurdakul

30-Mehmet Ali Yaprak

31-Avşar Kederoğlu

32-Seyit Ahmet Altıntaş

33-Senar Er

34-Sönmez Köksal

35-Alaattin Yüksel

36-Hande Birinci

37-İbrahim Şahin

38-Bilgi Ünal

39-Habib Aslantürk

40-Abdullah Çetin

41-Arzu Yaman

42-Abdullah Kederoğlu

43-Cemalettin Ümit

44-Oral Çelik

45-Mesut Yılmaz

46-Eyüp Aşık

47-Mehmet Sena Söylemez

48-Abdülgani Kızılkaya

49-Mustafa Altınok

50-Enver Ulu

51-Burhanettin Bigalı

52-Hüseyin Oğuz

53-Dilek Örnek

54-Hurşit Han

1-Korkut Eken 27.12.1996 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Kendisinin 1965 yılından itibaren ordu mensubu olarak görev yaptığını, 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatına katıldığını, 1978 yılında Silahlı Kuvvetler özel birliklerin tim komutanlığına atandığını, çeşitli kurslar gördüğünü, özellikle komando harekatına yönelik, rehineli harekata yönelik kurs gördüğünü, 1982 yılında polis özel timlerinin kurulmasında görev aldığını, 1985-1986 yıllarında içgüvenlik polis özel timinin eğitiminde, kuruluşundan techizinde ve teşkilinde çalıştığını, 1987 yılında yarbay rütbesinde iken ordudan ayrılarak Milli İstihbarat Teşkilatında Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün yardımcısı olarak göreve başladığını,

1988 yılında MİT Raporu olaylarının meydana geldiğini, çalıştıkları dairenin bu raporu hazırlamış olması sebebiyle Müsteşar Yardımcısı Hivam Abbas, Daire Başkanı Mehmet Eymür ve kendisinin emekliye sevk edildiklerini, daha sonra Mehmet Eymür’le birlikte 2 yıl dışarıda çalıştıklarını, Mehmet Eymür’ün dayısının yardımıyla kurulan bir fabrikasında birlikte çalıştıklarını, kendisinin parası olmadığından sadece % 8 hissesi bulunduğunu, daha sonra bu hisselerin Eymür tarafından kendisinden istendiğini ve onun da bunları iade ettiğini bu ve bazı şahsi nedenlerle buz fabrikasından münakaşa ederek ayrıldığını ve sonra da Eymür ile görüşmediğini,

1980 yılında Botaş’a girdiğini, bir sene müfettişlik ondan sonra da koordinatörlük görevi yaptığını,

Eylül 1983 ayında Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın kendisini çağırarak emniyet mensuplarının yetiştirilmeleri konusunda çalışmasını istediğini, sevinerek bu görevi kabul ettiğini ve hemen eğitime başladığını, kadrosunun Botaş'ta kaldığını, 15.4.1996 tarihinde de Emniyet Genel Müdürlüğündeki görevden ayrıldığını,

Belirterek, kendisini tanıtmasının ardından; Tarık Ümit’in öldürülmesi olayında;

Tarık Ümit’i 1987 yılında Milli İstihbarat Teşkilatında çalışırken Mehmet Eymür vasıtasıyla tanıdığını, özellikle kaçakçılık ve narkotik konularında çok haber getiren bir eleman olduğunu, ancak kendisinin doğrudan bir görev irtibatı bulunmadığını

Emniyet Genel Müdürlüğünde iken Tarık Ümit’in kendisini arayarak, önemli bir kaçakçılık olayı olacağını bunun mutlaka önlenmesi gerektiğini, bunun üzerine onu Genel Müdür Mehmet Ağar ile tanıştırdığını, Genel Müdürün Kaçakçılık İstihbarat Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’a konuyla ilgilenmesi için talimat verdiğini, sonradan çok büyük miktarda asit anhidriti bu ihbarla yakalatmış olduğunu öğrendiğini,

Mehmet Eymür’ün bilahare MİT’te yeniden görev aldığını, Tarık Ümit’le birlikte çalışmaya başladığını duyduğunu, Tarık Ümit’in kaçırılması ve öldürülmesi olayı ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını, Mehmet Eymür’ün Tarık Ümit’in kızının babasını kendisinin öldürttüğünü söylediğini, bu sebeple kızın kendisiyle konuştuğunu ve Mehmet Eymür’ün yazılarında Ahmet Akpak isimli gazetecide varken babamı Korkut Eken öldürttü dediğini, kıza kendisinin konu ile bir ilgisi olmadığını söylediğini bilahare bir İstanbul seyahatinde aracının takip edildiğini fark ederek polisi aradığını, arkasındaki araçtan telefonla kendisinin arandığını ve Tarık Ümit’in kızının kendisini takip ettiklerini ve görüşmek istediklerini söyleyince, aracını durdurup kız ile görüştüğünü ve ona babasını 1,5 yıldır görmediğini ve kesinlikle olayla bir ilgisinin ve bilgisinin bulunmadığını söylediğini,

Milli İstihbarattan ayrılıp Emniyet nezdinde çalışmanın Mehmet Eymür’ü kızdırmış olabileceğini,

Devletin istihbarat birimleri arasında çok koordineli bir çalışma yapılması gerektiğine inandığını, bu birimler arasında şahsi kin, nefretten doğan çekişmeler sen-ben davası, sen başarılısın, ben başarılıyım kavgası olduğu müddetçe bugün Susurluk olayı çıktı ise yarın, altı ay sonra başka bir olayın çıkabileceğini, bu tür mücadelede 200 bin kişi olduğunu, bunlar içinde yanlış yola girmiş olabilecek görevliler ya da kişiler bulunabileceğini, bunun polis, asker ya da korucu olabileceğini, ancak bunun çözümünün basına sızdırılarak yapılmaması gerektiğini, Devletin resmi birimleri arasında bu tür sorunların koordinasyon ile çözülebileceğini, yanlış yapanlar hakkında da yasal işlem yapılarak konunun aydınlığa kavuşturulabileceğini, resmi polis ve askerin dışında kimseyi eğitmediğini, sivil hiçbir şahsı eğitmediğini, gerek polis eğitiminde, gerekse özel tim eğitiminde hem psikolojik, hem de manevi eğitim yaptırıldığını, bu insanların hata yapma ihtimallerinin az olduğunu, özel yetişmiş birimlerin ifade almayı dahi bilmediklerini, bunların sadece kırsal kesimde mücadele etmek için yetiştirilmiş olduklarını, ancak görev sırasında müşterek faaliyette asker ve polis timlerinde, emir komutasının Asker’de olduğunu, polis özel timinin başında Emniyet Müdürü rütbesindeki personel bulunmasına karşılık Askeri timin başında Astsubay veya Teğmen olduğunu, ovadaki askeri birlik komutasının istemi olmadıkça özel timlerin arazide göreve çıkamadığını, Halkın özel timlerden rahatsız olmaları ile ilgili konunun tamamen belli mihrakların abartması olduğunu, PKK’nın en çok korktuğu iki unsurun polis ve askere ait özel timler olduğunu, bunları yıpratmak için gaspçı, haraççı, köy yakıyor, köylüleri eziyor diye görev yapmalarını önlemek istediklerini, mücadelenin kazanılması için halkın desteğine ihtiyaç olduğunu, o olmadan mücadele yapmanın mümkün olmadığını, halkla diyalog içinde örf, adet ve törelerine hürmet ederek ilişkide bulunulması gerektiğini, zaman zaman ferdi yanlışlıklar olabileceğini,

Sedat Bucak’ın babasını tanıdığını, Bucak aşiretinin PKK’ya karşı mücadelesinde, zamanının çoğunu Siverek’te harcadığını, Sedat Bucak’ın adamları olmadan dışarı çıkamayanların şimdi ağır suçlamalarla karşılarına çıktıklarını, ister asker, ister polis gece yol aramaları dahil Sedat Bucak’tan yardım isteyip adam aldıklarını, güneydoğudaki aşiret reislerinden ileri gelenlerin büyük bir bölümünü tanıdığını, hepsiyle irtibatı bulunduğunu, Sedat Bucak’ın esrar, eroin işlerine karıştığına kesinlikle inanmadığını, adamlarından bazılarının yapmış olabileceğini, ancak Sedat Bucak’ın onlara da cezalarını vereceğini, Sedat Bucak’a bu kadar yüklenmenin yanlış olacağını, gururlu bir insan olduğunu, gerçekte topraklarının sulu ziraata geçmiş olması nedeniyle çok zengin olduğunu, adamlarının gönüllü köy korucuları olduğunu, Devletten para ve korucu maaşı almadıklarını, Sedat Bucak’ın bırakın taraf değiştirmesini Urfa, Viranşehir bölgesinde tarafsızım demesinin bile PKK için yeterli olabileceğini, Sedat Bucak’ın kardeşinin Abdullah Öcalan’ın yanında olduğu hususunun doğru olduğunu, adının Serhat olduğunu ancak Sedat Bucak’ın düşmanı olduğunu ve onunla görüşmediklerini,

Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, Mehmet Eymür’le birlikte, emekli olduktan sonra tanıdığını, Mehmet Özbay ismini de bildiğini, ancak “Ekli” adını bilmediğini, Abdullah Çatlı’nın devlet için istihbarati çalışmalar yaptığını, yurtdışına yönelik olarak özellikle Almanya’daki PKK faaliyetlerine yönelik olarak istihbari bilgiler verdiğini, 15-16 senedir 80 öncesinden itibaren devlete çalıştığını bildiğini, kendisinin onu 1987-1988 yıllarında tanıdığını,

Alaaddin Çakıcı ve Dündar Kılıç’ı herkes gibi tanıdığını, Abdullah Çatlı ile Dündar Kılıç arasında ve Alaaddin Çakıcı arasındaki ilişkiyi bilmediğini belirtmiştir. (Ek:174)

2-Kemal YAZICIOĞLU İstanbul Emniyet Eski Müdürü 27.12.1996 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Ömer Lütfi Topal cinayetinin işlenmesini takiben olayı çözmek üzere çalışmalara başladıklarını, bu cinayet konusunda Asayiş Şubesinin ihbar aldığını bu ihbarda üç özel harekat mensubu ile iki sivil şahsın bu eylemi yaptıklarının belirtildiğini, bunların hepsi aynı gün Emniyet Müdürlüğüne alındığını, yapılan incelemede ve olay yerinde kalan silah üzerindeki şarjörde bulunan band üzerinde kalan parmak izi ile bu şahısların parmak izinin karşılaştırıldığını, ve herhangi bir bulguya rastlanmadığını, bu konuda yardımcısı Bilgi Ünal’ın olayı takip ettiğini, ertesi gün Sedat Bucak’ın kendisini aradığını, özel harekatçıların neden alındığını sorduğunu, o anda konuyu kendisi de bilmediğinden inceleyeceğini söylediği, ikinci kez aradığında da tahkikatla ilgili alındıklarını söylediğini, daha sonra da birkaç kez aranmış olduğunu ancak bir daha görüşme fırsatı bulamadığını, daha ertesi gün Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisine geldiğini, Bakan tarafından gönderildiğini, alınan şahısların neden ve niçin alındığını sorduğunu, kendisinin de alınan bir ihbarın değerlendirilmesi sonunda alındıklarını, ancak bir bulguya rastlanmadığını, öğleden sonra Bakanın İstanbul’a geldiğini ve Vali ile birlikte onu karşıladıklarını, Vali ayrıldıktan sonra Bakanın kendisinden olayı sorduğunu, ona da olayı anlatarak herhangi bir bulguya rastlamadıklarını ilettiklerini, onun da peki o zaman Emniyet Genel Müdürlüğü de bir incelesin, bir mahzur var mı? diye sorduğunu, kendisinin de bir mahzur bulunmadığını zira suç teşkil edecek herhangi bir bulguya rastlanmadığını belirttiğini, Bakanın da gönderin o zaman dediğini kendisinin de talimat verilmesini istediğini, Bakanın peki ben hallederim seni ararlar dediğini bunun üzerine Yardımcısının talimat verdiğini ve Bakan talimatı bunları Genel Müdürlükten gelip alacaklar dediğini, akşam saatlerinde İbrahim Şahin’in kendisini arayarak konuştuklarını, ona Bilgi ile irtibat kurarsa onları alabileceğini söylediğini, Basının yanlış değerlendirmeler yapması nedeniyle, görmemeleri için bunları turnikelerde teslim alıp götürdüklerini öğrendiğini, bilahare Susurluk Olayının patlak verdiğini, ondan sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanla görüşmeleri olduğunu, onlara, bu şahıslar hakkındaki düşünce ve karinelerinin tam alındığını, biraz süre verilmesi halinde bu şahısların suçlarını inkar edemeyecek hale geleceklerini, hatta yan delillerin tespitiyle birlikte itiraf bile edebileceklerini belirttiğini, Cumhurbaşkanının kendisine kaset, belge, video bandı olup olmadığını sorduğunu, kesinlikle böyle bir şeyin olmadığını belirttiğini,

İkrar havi bir belge bulunmadığını, sadece kendisinde bir takım karineler olduğunu, bunları anlatmasının mümkün olmadığını, bunun açıklanmasının sisteme zarar verebileceğini, bunu ancak konuyu bilenler huzurunda rahatlıkla açıklayabileceğini,

Basında Mesut Yılmaz’a belge, kaset verdiğinin söylendiğini, ancak hiç kimseye belge, bilgi, kaset veya herhangi bir şey vermesinin mesleki hiyerarşisi dışında mümkün olmadığını,

Abdullah Çatlı’yı tanıdığının gündeme getirildiğini, Mehmet Özbay adına atılan bir tebrik kartının kendisine geldiğinin doğru olduğunu Abdullah Çatlı’nın sahte ismi Mehmet Özbay olarak kendi bilgisayar kaydında isim ve adresinin yer aldığını, ancak kişi olarak kendisine kart geldiğini ve ondaki adres olduğunu, 7-8 bin adet kart attığını, bunların hiçbirisine bakmasının mümkün olmadığını, hatta bu olayın olmaması halinde yılbaşında da ölmüş kişiye kart gitmiş olacağını,

Olay mahallinde iki adet kalaşnikof, başka bir alanda terk edilmiş araç bulunduğunu, onun içinde de eldivenler, mermiler olduğunu, bunun profesyonel bir iş niteliğinde yapıldığını,

Olay mahallindeki silahlar üzerindeki parmak izinin karşılaştırma yönünden zor bir yapı oluşturduğunu çünkü Emniyet Teşkilatında 10 milyon parmak izi bulunduğunu, parmak izinin yanında diğer parmak izleri ya da daha geniş bir sathın olması halinde o zaman kategorileştirilebilineceğini o zaman bile karşılaştırma sayısının 3 bin olacağını, bu nedenle bu tür parmak izlerinde sağ el işaret parmağının tek boğumundaki iz için yönetmelik gereği olay olduğu yerde muhafaza edildiğini, şüphelilerle karşılaştırıldığını,

Parmak izinin bulunmasından iki gün sonra basında çıkan 1992 yılında Abdullah Çatlı’nın sahte pasaport ile ve Şahin Ekli adı ile dışarıya çıkarken yakalanması haberi üzerine, parmak izinin de olabileceğinden bahisle inceleme sonucu Şahin Ekli’nin 10 parmak izinin alındığı çıkıyor, karşılaştırma sonunda şarjör üzerindeki yarım boğum parmak izi ile bu izler birbirinin aynı çıkıyor, bunun üzerine Şahin Ekli ile Abdullah Çatlı’nın aynı kişi olduğunun ispatı yönünden, ölüden alınan parmak izi ile mukayese edildiğinde izler birbirini tutuyor, ancak Abdullah Çatlı’nın silahı bizzat kullanan mı? yoksa silahı hazırlayan mı? olduğu noktasının belli olmadığını, silahı hazırladığının kesin olduğunu, ancak tetiği çekip çekmediğinin belli olmadığını,

Cumhurbaşkanı, Başbakan ile görüşüp karayolu ile İstanbul’a dönerken gece saat 23.00 sıralarında İçişleri Bakanının kendisini aradığını, ertesi sabah için Ankara’ya çağrıldığını, sabah Bakana uğradığında kendisinde kaset, bilgi ve belge olup olmadığını sorduğunu, kendisinin de böyle bir şey olmadığını söylediğini, Mesut Bey ile irtibatını sorduğunu, irtibatı olmadığını söylediğini, daha sonra İstanbul’un genel sorunlarını görüştüklerini, 5-6 saat sonra da görevden uzaklaştırıldığını televizyondan öğrendiğini, bir veya iki gün sonra İstanbul Moral Eğitim Merkezindeki Bakana ait konutta 20.00 civarında görüştüklerini, yaptıklarını tasarruf için birşey söylyemeyeceğini, ancak kendisini eşkiya ile bir tuttuklarını buna üzüldüğünü söylediğini Bakanın bunları basının bu hale getirdiğini belirttiğini, Ömer Topal olayının çözülebileceğini, diğer olaylarla ilintisi yönünden ise özel bir ekip tarafından yürütülmesi gereken hassas bir konu olduğunu, MİT’ten destek almalarının uygun olacağını belirttiğini,

İfade tutanağı bulunmamakla birlikte, Genel Müdürlük yetkililerine teslim edilirken, teslim tutanağı ile işlem yapıldığını,

Ömer Lütfü Topal olayında soruşturmanın çok yönlü yapıldığını Antalya yada Kuşadası'nda kendi adamlarıyla, başka adamlar arasında çalışma olduğunu, adamlardan bazılarının birbirlerini öldürdüğünü bunların da değerlendirildiğini, uyuşturucu kavgası mı? yoksa kumarhane kavgası mı olduğunun araştırıldığını, birçok söylenti olduğu bunların hepsinin ispata muhtaç olduklarını, öldürme ile ilgili olay konusunda belirgin bir kanaati bulunmadığını,

İstihbaratın çok çeşitli kanallardan geldiğini istihbaratın hem istihbarat birimlerince verilen istihbarat, hem de telefonla gelen bilgiler olduğunu, bazen gazeteden alınan bir haber, bir haberin değerlendirilmesi olayı olduğunu, bunların tümünün istihbarat olduğunu,

Arnavut Saminin Ömer Lütfü Topal’ın ortağı olduğunu, belirli yüzdelerle ortak olduklarını bu ortaklığın sadece Emperyal Oteli ve Gazinosu için olmayıp, Antalyaya uzanan bir zincir halinde bulunduğunu,

Sedat Bucak’ın çok önceden istek yapmış olmasına rağmen o olaydan sonra suçlanan kişilerin koruma olarak verilmesinde, onların mağdur duruma düştükleri düşüncesiyle bir korunma olup olmadığı hususuna bir yorum getirmesinin mümkün olmadığını,

Söylemezler çetesiyle ilgili olarak, İstanbul’da göreve başladığından bir ay sonra Söylemez kardeşlerin Eminönü Belediye Başkanının amcasını ve kardeşini vurup, öldürdüklerini, dolayısıyla bu olayın üzerine giderek cinayeti işleyen çeteyi bulup çıkarttıklarını, söylemez olayının İstanbul da olduğunu ve suçluların Adana’da yakalandığını,

Özel tim mensuplarının İl Emniyet Müdürü emrinde olduğunu, özlük hakları yönünden Emniyet Genel Müdürlüğü Daire Başkanlığına bağlı olduklarını, bu birimin ülke çıkarları açısından çalışan pırıl pırıl bir kuruluş olduğunu, bu uğurda pekçok şehit verdiğini Özel Harekata kimsenin birşey söylemeye hakkı olmadığını özel harekat içinde, polisin içinde yanlış davranışlar içerisinde bulunanların olabileceğini, önemli olan hususun bu tür yanlışlık yapanların ayıklamak gerektiğini,

Çatlı’nın Emniyet Genel Müdürlüğü ya da onun ilgili birimleri adına çalıştığından bilgisi olmadığını, üzerlerindeki belgeler, taşıdığı isimler dolayısıyla emniyetle ilgili olmalarına ilişkin konuda, bu tür ilişkilerin mevcut olmasını tasvip etmediğini,

Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, özel harekat menşeli olduğunu, atak ve gözüpek birisi olduğunu onunla birlikte çalışmadığı için mesleki yapısı hakkında fazla bir bilgisi olmadığını,

Bu işin nereye gideceği konusunda endişeleri olduğunu, medyada çıkanların ne derecede doğru olduğunu onların incelenmesi gerektiğini, peşinen herhangi bir şeyin söylenmesinin mümkün olmadığını, Başbakan ve Başbakan Yardımcısının nereye uzanırsa gitsin dediklerini, gitmesininde gerektiğini, ancak bunu yaparken devleti zarara uğratmamak gerektiğini, müesseseleri yıpratmamak gerektiğini, bunlara çok dikkat edilmesini belirtmiştir.(Ek:175)

3- MERAL ÇATLI 22.1.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1980 ihtilalinden yaklaşık 20 gün sonra eşinin arkadaşlarıyla birlikte yurtdışına çıktığını, eşine devlet tarafından (pasaport v.b. konularda) yardımcı olunduğunu, eşinin Ankara’da bulunduğu zamanlarda Ülkü Ocakları ikinci başkanlığını yaptığını, bu görevi yaptığı sıralarda 7 TİP’linin öldürülme olayının eşinin üzerine atıldığını, bu konuyu eşine sorduğunda bu olayı kabul etmediğini, 1978’de İstanbul’a taşındıklarını, 1980’e kadar 7 TİP’li olayından dolayı eşinin kaçak yaşadığını, 1982 yılında kızlarıyla birlikte kendisinin de yurtdışına çıktığını, kendisine pasaportları kimin verdiğini bilmediğini, İstanbul Hava Limanında kendisini uçağa bindiren kişiyi ilk defa gördüğünü, eşiyle İsviçre’de buluştuklarını, daha sonra Fransa’ya yerleştiklerini ve oradaki Türk ailelerinin yardımlarıyla geçindiklerini, eşinin Türkiye’den görüştüğü kimselerden aldığı telefon neticesinde Paris’te kiraladıkları evde 27 gün kaldıktan sonra, eşinin evden ayrıldığını ve 6 yıl geri dönmediğini - cezaevine düştüğünü - 1984’te kendisinin ve çocukların Türkiye’ye 1 haftalığına tatile geldiklerini, Mete isimli birinin kendilerine yardımcı olduğunu, yurtdışında eşinin yanında olduğu zamanlarda, eşine Türkiye’den ASALA’ya karşı görev verildiğini ve yurtdışında 28 olayda eşinin rolü olduğunu, Türkiye’ye 1984’te gelişlerinden bir buçuk ay sonra eşinin tabiriyle komplo yapıldığını, yabancı uyruklu bir zencinin evine pasaport almaya gittikleri sırada eşinin eroin bahanesiyle gözaltına alındığını, eşi yakalandığında üzerinde Hasan Kurtoğlu adına düzenlenmiş pasaport bulunduğunu, eşi ve Fransız polisi eve geldiğinde eşinin dolaptaki dosyayı saklamasını istediğini, sonradan eşine sorduğunda bu dosyada eşinin ASALA yapacağı olayın şeması olduğunu, İsviçre’de ikamet eden beyaz saçlı bir kişi ile ilgili olduğunu öğrendiğini, Mete ağabey dedikleri kişinin Fransa’da kalmaları gerektiğini söylemeleri üzerine Fransa’da kaldıklarını, eşinin Fransa’da iken Oral Çelik’le beraber olduklarını, eşinin Fransa’daki cezaevinden kurtuluşunda kendilerine yardım edildiğini, 1990 Nisan ayında eşinin İstanbul’a giriş yaptığını, hangi pasaportla girdiğini bilmediğini, eşinin Ataköy’de ticaretle uğraştığı sıralarda Abdullah Çatlı hakkında ihbar olduğundan ihbar gereği basıldığını, fakat basanlarca önceden eşine haber verildiğini ve böylece eşinin bu baskından kurtulduğunu, yurtdışından geldikten sonra Mete ağabey dedikleri kişinin ev temin ettiğini ve daha sonrasında kendilerine yardımcı olan kişilerin çekildiklerini, Susurluk olayındaki gidişinde eşinin Ankara’ya gittiğini bildiğini, eşinin Muhsin Yazıcıoğlu ile görüştüğünü bildiğini, Mesut Yılmaz’ın eşine teşekkürde bulunduğunu, eşine Türkiye’de görev verilmediğini, ama emniyetle ilgili kişilerle görüştüğünü tahmin ettiğini, Korkut Eken’le görüştüklerini bildiklerini, eşinin 6-7 isimle pasaport kullandığını, bunların içinde Hasan Kurtoğlu, Mehmet Özbay ve Altan Güler adına olanları hatırladığını, Papa suikastiyle eşinin alakası olmadığını, Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinden kaçırılışında eşinin sadece pasaport verdiğini bildiğini, eşinin Ali Yasak’la görüştüğünü bildiğini, eşinin evde olduğu bir Cumartesi günü arabasının altında bomba görüldüğünü, “Abdullah Çatlı Orada mı” şeklinde telefonların geldiğini, eşinin arabasının içine eroin bırakıp kendisini de tarayacakları şeklinde duyumlar aldığını kendisine söylediğini, Aydınlık Gazetesinde çıkan haberlerin eşini tedirgin ettiğini, eşinin Baretta marka bir silahı olduğunu, eşinin Sedat Bucak’la 2 yılı aşkın bir zamandır tanıştığını, Haluk Kırcı’nın eşinin arkadaşı olduğunu, kendisinin eşinin ve Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstil’de ortak olduklarını, eşinin Yaşar Öz’ü tanımadığını, Sami Hoştan’ı tanıdıklarını, devlet için görev verenin de, komployu hazırlayanın da aynı olduğunu eşinin söylediğini, eşinin ASALA olayına girmeden önce Haluk Kırcı’nın cezaevinden bırakılmasını istediğini, ayrıca ne olduğunu bilmediği bir konuda TÜRKEŞ hakkında bir istekte bulunduğunu, yurtdışında yapılan 28 eylem hakkında Kenan Evren’in bilgisinin olması gerektiğini, Türkiye’ye döndükten sonra eşinin 5-6 defa yurtdışına çıkmış olabileceğini tahmin ettiğini,

- 1980 ihtilali olduğunda sıkı bir denetim vardı. Pasaport almak, düzenlemek kolay bir şey değildi. Demekki eşime yardımcı olundu. 20 gün sonra eşine pasaport getirdiklerini, kimin getirdiğini bilmediğini,

- 1982 yılında çocukları ile beraber kendisinin de çıktığını,

- 1982 pasaport müracaatı yaptığında Nevşehir’den kendisine pasaport vermediklerini, kendisinin de sahte pasaport ile çıktığını, kimin düzenlediğini, kimin getirdiğini bilmediğini, ancak İstanbul Havaalanında uçağa bindirdiklerini ve Viyana’ya gittiğini, kim olduğunu tanımadığını,

Yalova’da annesinin yanında iken, kendisini Yalova’dan aldıklarını ve doğrudan havaalanına gittiklerini gelenlerin resmi görevli olmadıklarını, Viyana’dan araçla Almanya’ya, Almanya’dan İsviçre’ye, orada eşi ile buluşup trenle Fransa’ya geçip Paris’in kasabası Potie’de kaldıkları,

1984 yılında Türkiye’ye ailecek geldiklerini, 1 hafta kaldıklarını resmi görevli bir kişinin kendilerini karşıladığını, adının Mete olduğunu, soyadını bilmediklerini, sadece Mete ağabey dendiğini. Bu kişinin konuşma ve hareketleri askerdi. “Asker şeyi vardı”. (Netekim)

Eşiyle beraber geldiklerinde Türkiye’den bir görev verildiğini duyduğunu, bu görevin de Konsolosluklara yapılan haksızlığa tepki, yani Asala olayında eşine verilen bir görev olduğunu, 28 olayda da eşinin başarılı olduğunu,

Türkiye’den dönüşlerinden 1,5 ay sonra eşinin bir zencinin evine pasaport almaya gittiğini, saat 9.30’da telefon kulübesinde olmalarının istendiği, evlerinin altındaki telefon kulübesine indiklerinde eşinin telefonla görüştüğü, İstanbul’dan birisinin, ertesi gün verilen adrese gidilmesini istediklerini, bu konuları görüştükleri kişinin Mete Ağabeyleri olduğunu, Türk pasaportu olduğunu, Altan ve Serap Güler adlarına düzenlendiğini, eşinin bir arkadaşıyla birlikte sabah verilen adrese gittiğinde, içeri girdiği anda Fransa polisinin de içeri girip onu yakaladıklarını, üzerinde Hasan Kurdoğlu adına pasaport olduğunu, 3 gün sonra eve polislerin eşliğinde geldiğini, polislerin eve girişinde dolaptaki dosyayı eşi tarafından kaldırmasını istediğini ve dolapta 2 ci bir kazağın altına koyduğunu ve dosyayı bulamadıklarını, kocasının fotoğraf makinasını, silahını, kendisinin ve çocuklarının pasaportunu aldıklarını, kendi pasaportlarının Meral Kurdoğlu adına olduğunu, o dosyada eşinin yapacağı bir olaya ait şema varmış, beyaz saçlı ve İsviçre’de ikamet eden bir kişinin resmi bulunduğunu, eşinin kendisine Fransa’yı hemen terk etmesini söylediğini, onun da İstanbul’dan telefonla görüşme yapması için birinin kendisine geldiğini, yine telefon kulübesine indiğinde Mete Ağabeyinin “Meral hanım sizin Fransa’da kalmanız gerekiyor, çünkü eşinizle irtibat kuracak kimse sadece sizsiniz” dediğini, bu konuda eşinin komploya gittiğini, eşinin kendisine Türkiye’de görüştüğü kimselerle veyahut devamlı görüştüğü kimsenin yaptığı bir oyun olduğunu söylediğini, İsviçrede’de aynı şekilde suçlamada bulunulduğunu, İsviçre’deki olayda Nevzat ve Şeref Benli isimli kişilerin bulunduğunu, Nevzat’ın soyadını bilmediğini, İsviçre’de 15 yıl ceza verilmiş, 1,5 yıl yattıktan sonra kendisini görmeye gittiğini ve kendisi döndükten bir ay sonra bunların cezaevinden mutfak kapısından çıktıklarını (anahtarın eşine verildiğini), cezaevinden çıktığında yanlış arabaya bindiğini, cezaevi görevlisinin arabasına binmiş, görevlinin de eşini bıraktığını, cezaevinden çıktıktan sonra Fransa’ya yanlarına geltiğini ve 20 gün bir evde kaldığını, Türkiye’den gelen bir pasaport ile ve eşinin yeşil renkli bir takım elbise giymesinin istendiğini ve 1990 yılı Nisan ayında Türkiye’ye döndüğünü, kendisinin eşini o sürede göremediğini, eşi döndükten sonra 20 gün sonra kızlarıyla birlikte kendisinin de arabayla Türkiye’ye döndüklerini, eşinin Levent’te kiraladığı mobilyalı bir eve gittiklerini, İstanbul’a kendi adıyla Meral Çatlı olarak gittiğini, eşinden öğrendiğine göre Türkiye’den gelen dosyasında veyahut herhangi bir şeyde Abdullah Çatlı’nın Hasan Kurdoğlu olduğunu bildirdiklerini, eşinin gerçek kimliğini kabul etmek zorunda kaldığını, o evde bir hafta kaldıklarını ve sonra Bahçelievler’de kiraladıkları bir eve taşındıklarını ve eşinin ticarete başladığını belirtmiştir.(Ek:176)

4- Mehmet EYMÜR MİT Kontrterör Merkezi Yöneticisi 26.12.1996 ifadesinde;

[değiştir]

1988 yılındaki MİT raporunun kendisi tarafından hazırlandığını, raporun çok tartışmalar yarattığını, ancak hukuki bir sorumluluk getirmediğini, çünkü raporun bazı belgelere ve çalışma metodlarına bağlı olarak hazırlanmış bir rapor olduğunu, rapor nedeniyle emekli olma durumunda kaldığını, Hiram Abbas ve kendisinin yardımcılığını yapan Korkut Eken ile birlikte emekli olduklarını, kendi işini kurduğunu 1993 yılında tekrar göreve çağrılması üzerine göreve geldiğini, hep siyaset dışında kaldığını, Sayın Çiller zamanında göreve tekrar döndüğünü, kendisine yapılan bir telkin üzerine çağrıldığını, zira gerek Sayın Çiller’i gerekse MİT Müsteşarının kendisini tanımadığını,

Tolga Atik’in politikadan hoşlanmayan birisi olması, babasının da asker olması ve teşkilata büyük sempatisi olduğu için geldiğini, yeni başlayan her personel gibi belli bir kurs döneminden geçtikten sonra Malatya’ya tayin edildiğini, ancak basında yer almaktan rahatsız olduğunu ve teşkilattan ayrılma döneminde olduğunu,

1988’deki raporun o tarihteki Müsteşar Hayri Ündül Paşa’ya bilgi vermek maksadıyla ve yazılı olarak hazırlandığını o raporu o tarihlerde kurumun mensubu olan Cumhurbaşkanlığı’nda görevli Erkan Gürbüt’e görüşünü almak üzere verdiğini, o da raporun enteresan ve çok kapsamlı olduğunu söylediğini, o nüshayı da ona verdiğini, bir müddet sonra da ortada dolaşmaya başladığını, gerçekte onun rapor niteliği bulunmadığını, etüd özelliğinde olduğunu,

Tarık Ümit’in MİT Teşkilatının görev sahasına giren konularda istihbarati olarak kullanılan bir kişi olduğunu, ortadan kaybolması üzerine bazı araştırmalar yapmak durumunda bulunduklarını, araştırmalar sırasında en son İstanbul Divan Pastahanesinde yemek yediği sırada Özel Harekat Polislerince alındığını ve ondan sonra da ortadan kaybolduğunu tespit ettiklerini, bu konuda yasal araştırmalar yaptıklarını, bu araştırmalar sırasında, aracın bulunduğu mahal Silivri bölgesinde olduğu için tahkikatın Jandarma Astsubayı Ahmet Altıntaş’ın yürüttüğünü, onunla görüşüldüğünde, kendisinin Özel Harekatçı Ayhan Akça’yı gözlem altına aldığını, Ankara’dan Özel Harekat Başkanlığından müdahale edilmesi üzerine “ifadesini alamayacağı konusunda” bırakmak mecburiyetinde kaldığını,

Araştırma grubuna Tarık Ümit’in telefonlarını tespit ettirdiğini, bu araştırma sonucu telefon konuşmalarının kendi bölgesinde TIR parkında çay ocağı işleten Avşar isimli bir kişinin telefonundan muhabere yaptığının tespit edildiğini, bu nedenle Avşar denilen kişinin alınıp sorgulandığını, Avşar’ın kendi adına olan bu telefonu Özel Harekatçı polislere kullanılmak üzere verdiğini, Avşar’ın üzerinden Özel Harekatta görevli iki polisin resimlerinin çıktığını, resimlerin divan pastahanesinde ve Bağdat Caddesindeki görevlilere teşhis için gösterildiğini, resmi kişiler olması nedeniyle tahkikatta zorlanıldığını, Haluk Kırcı’nın yine aynı olayla ilgili olarak gözaltına alınıp bırakıldığını, Avşar’ın üzerinde bir tabanca çıktığını, bunun balistiğe gönderilmek üzere istendiğinde, çeşitli resmi yerlerden baskı geldiğini, Jandarma Astsubayı Ahmet Altuntaş’ın belirttiğini,

Tarık Ümit’in kaçırıldığı gün, Avşar denilen şahsa ait beyaz renkli Opel Astra marka bir arabanın Avşar’dan alındığı, Ziya isimli Polis Memuru tarafından ve Tarık Ümit’in kaçırılmasından üç gün sonra da Oğuz isimli Polis Memuru ile birlikte arabanın sahibine iade edildiğini, Avşar’a göre konunun içinde Abdullah Çatlı ve Arnavut Sami denilen kişiler olduğunu zannettiğini, bunlar hakkında araştırma yaptığını, hatta Özel Harekat Daire Başkanı ile de telefon konuşması yaptığını, bunların Astsubay Ahmet Altıntaş’ın yaptığını,

12.1.1994 tarihinde Adana Şakirpaşa havaalanında sahte pasaportla yakalanan Metin Bozbağ’ın ifadesi doğrultusunda İstanbul’da Yaşar Öz isimli şahsın evinde ele geçirilen, Tarık Ümit adına verilmiş hususi, özel yeşil bir pasaport bu konuda Tarık Ümit’in sadece MİT ile çalışmadığını, 1987 yılında MİT ile ilk ilişkilerinin başladığını, ondan önce de Dündar Kılıç Behçet Cantürk’ün Devlet tarafından sorgulandığı tarihlerde şahit olarak bazı ifadeleri bulunduğunu, 1982 yılında Dündar Kılıç, Şükrü Balcı ve diğer kaçakçılık konularında uyuşturucu kaçakçılığı konusunda bazı ifadeleri olduğunu, ondan sonra da 1985 yılında silahla bir saldırıya maruz kalıp ağır yaralandığını, o tarihte bunu Dündar Kılıç’ın yönlendirdiğini söylediğini, 1987 yılından sonrada kendi istihbari potansiyeli bulunduğunu, bundan yararlanarak kendi konularında, ondan yararlandıklarını,

Tarık Ümit ile en son 1995 yılı Şubat ayı 28’ci günü onun evinde görüştüklerini, yalnız iki ayrı evi olduğu için hangisinde olduğunu bilemediğini, Özel Harekatçı Ziya ve Semih isimli iki polisin evinde kaldığını operasyonel konularda ve faaliyetlerde yardım etmesini istediklerini söylediğini ve bu polislerle kendi yanlarından telefonla konuştuğunu polislere kendi evinde olduğunu söylediğini,

Tarık Ümit’in yasal çerçevedeki konularına giren hususlarda kullandıkları bir kişi olduğunu, ancak bunun dışında Devletin diğer istihbarat organlarıyla da irtibatı olduğunu bildiğini, onun meslek ahlakî yönünden kapsamının ne olduğunu ona sormadığını, ancak özellikle uyuşturucu kaçakçılığı konusunda Emniyet birimlerine yardım ettiğini genel hatlarıyla bildiğini,

Teşkilatının Türkiye içinte Terörle Mücadele görevinin bulunmadığını, istihbari alanda böyle bir görevlerinin olduğunu ve intikal eden bilgileri gereken mercilere ilettiklerini, Tarık Ümit’inde bu çerçevede Türkiye içinde teşkilatla ilgili bir görevi olmadığını Türkiye dışında düşünülmesi gerektiğini,

MİT Teşkilatına zaman zaman özellikle ihtilaller ve sıkıyönetimlerden sonra özel görevler verildiğini, kendisininde birçok bu tür görevlerde yer aldığını, kanuni görev sınırlarını aşan görevler olduğunu, örneğin babaların, mafyanın toplanmasından sonrada sorgulanmaları gibi görevler. Bu görevlerinde yasal çerçeveler de verildiğini, hatta sonradan bunların tartışmalarada neden olduğunu, yapılan tüm işlemin Devletin arşivlerinde bulunduğunu, bu tür işlerde büyük kütleleri ve büyük menfaat çevresini karşısına almak durumunda kalınacağını, doğru yapılmaz ise hem vicdanının hem de yaptığı görevle kendimizi bağdaştıramayacağını, birçok şeyin doğal olarak kağıda dökülmeden kafada olduğunu, otuz senelik meslek hayatının kafasında olan uzantılarının kağıda dökülmesinin biraz mümkün olmadığını,

Bu tür olaylarda teşkilatının bir taraf gibi olmasını kabul edemediğini çünkü gördüğü manzaranın kendisini çok rahatsız ettiğini, bu manzarada da bir günah keçisi haline gelmek istemediğini, Emniyet Teşkilatında senelerce omuz omuza çalıştıkları arkadaşları bulunduğunu kader birliği yaptıkları insanlar olduğunu, keza askeri kesimde de aynı birliktelikleri olduğunu, söylenecek her şeyin yanlış yorumlamalara neden olacağını, birçok şeyin doğru olduğunu birkaç kişinin yaptığı olumsuz şeyler varsa bunların ortaya çıkmasını kendisininde istediğini, konulara bu aşamada çok daha değişik veçhelerde bakıldığını, böyle olduğu sürece de bu şeyin içinde herhangibir rol almak arzusunda olmadığını,

Olayların yabancı istihbarat teşkilatlarıyla bağlantılı yönlerinin araştırılması gerektiğini, yurtdışında uzun süre kalmış kişilerin Türkiye’de karıştıklarını büyük eylemlerin çok dikkatle incelenmesi gerektiği, altında başka bir şeyler olup olmadığını incelenmesi gerektiği, var veya yok diye birşey söylemediğini, ancak Abdullah Çatlı gibi kişilerin sadece suç yönünden değil, yabancı istihbarat teşkilatlarıyla bir bağlantıları olup olmadığının da incelenmesi gerektiğini,

Tarık Ümit’in kızının beyanlarındaki kendilerinin tanıdığı ve sizin tarafınızdan gönderilen iki MİT görevlisinin ziyaretlerine geldiğini ve babasının dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın bilgisi dahilinde, Müşavir Korkut Eken’in isteği üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorguda olduğunu söyledikleri konusunun kızın bir yorumu olarak nitelemek gerektiğini, biraz öncede belirttiği gibi Mehmet Ağar ile Tarık Ümit’in buzları erittiğine ilişkin Tarık Ümit ile konuşma yaptığını Mehmet Ağar ile Korkut Ekenle o tarihe kadar arasının iyi olmadığını bildiğini,

Kendisinin Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin ile görüştüğünü, duyumlarını anlatarak Çatlı’nın elinde olduğuna dair duyumların doğruluğunun olması halinde yardımcı olmalarını ve bırakılmasının sağlanmasını ve mesele haline getirilmeyeceğini ifade ettiğini, Mehmet Ağar’ın böyle bir şeyden haberi olmadığını ve bakacağını söylediğini,

Tarık Ümit’in Ziya ve Semih dediği polislerin kendisine Dündar Kılıç’a yönelik bir operasyonda beraber davranmayı teklif ettiklerini kendisininde böyle şeylere girmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ve bu işlerden uzak kalması gerektiğini söylediğini,

Astsubayın ifadesine göre Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı’ya bu polis memurlarına teslim edildiğinden emin olduğunu, Tarık Ümit’in muhtemelen öldürüldüğünü ve Yalova taraflarına gömülmüş olabileceğini teşkilattaki arkadaşlarının söylediğini, Avşar’ın Jandarmada sorgulanması sırasında polis memuru Ayhan’ın telefonla onu aradığını onunda nedesin diye sorduğunda polis memurunun Yalova taraflarında olduğunu söylediğini, bunun üzerinede Astsubay Ahmet’in bir yorum getirdiğini Tarık’ında bu kadar süre ortadan kaybolup hiç kimseyi aramamasınında öldürüldüğü kanaatini pekiştirdiğini,

Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu Jandarmanın bildiğini ve kendisininde oradan bildiğini belirtmiştir.(Ek:177)

5-Tuncay ÖZKAN 18.2.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, gizli servislerin uyuşturucu kaçakçılarıyla birlikte iş yaptıklarını, onlarla birlikte şirketler kurduklarını, onları açığa çıkarmak için çeşitli çalışmalar yaptıklarını, Abdullah ÇATLI ve ülkücü arkadaşlarının haklarındaki mahkeme kararlarına ve arama tezkerelerine rağmen, zaman zaman ANAP gibi partilerin kongrelerinde izleyici, Bakanlıklarda Bakanların misafiri, Emniyet Genel Müdürlerinin arkadaşı, içlerinde Tansu ÇİLLER’in de bulunduğu Başbakanların görüşme gereğini duydukları kişiler arasında olduklarını, Turgut ÖZAL’ın sık sık görüşme isteğini yinelemesine rağmen, belirtildiğine göre ÇATLI ve arkadaşlarının Güneydoğu politikasından dolayı ÖZAL’ı hain kabul ettiklerini ve görüşmediklerini, ASALA’ya yapılacak operasyonlarla ilgili olarak; Abdullah ÇATLI ve arkadaşlarıyla MİT arasında pazarlıkların olduğunu; bu pazarlık sırasında bu ülkücü insanların, MHP Genel Başkanı TÜRKEŞ’in o dönemde devam eden tutukluluğunun ortadan kaldırılması, Balgat katliamı sanıklarının da bulunduğu bir grup ülkücü teröristin haklarındaki davaların düşürülmesi ve tutuklu bulunanların salıverilmesi, bu kişilerin Türkiye’de serbest dolaşma haklarının sağlanmasını bildiğini, ASALA’ya karşı bazı heykellerin bombalanması, bir Ermeni destekçisi milletvekilinin arabasına bomba yerleştirilmesi gibi eylemler yapıldığını, bu eylemler karşılığında paralar alındığını, Oral ÇELİK’in bu işe karıştırılmaması özellikle rica edilmesine karşın grup tarafından eylemin zorluğu karşısında bu eylemi gerçekleştirebilecek kabiliyette görüldüğü için dahil edildiğini, özellikle Marsilya’daki eylemler sırasında ÇELİK’in olduğunu, Abdullah ÇATLI, Oral ÇELİK ve diğer insanların yurtdışında kullanıldıklarını, sonrasında ise hiç kullanılmamıştır gibi davranıldığını, Metin denilen görevlinin, emekli olduktan sonra, verdiği sözlerin gereğini yerine getirmek amacıyla dönüşlerinde Abdullah ÇATLI ve ailesine yardımcı olduğunu, Susurluk’taki kazadan önce Sami HOŞTAN’a ait Alman plakalı bir mercedesin ÇATLI’ların arabasını takip ettiğini, bu mercedesteki kişinin Abdullah ÇATLI ve Gonca US’u hastaneye götürdüğü bilgisini edindiğini, Oral ÇELİK, Abdullah ÇATLI, Mehmet Ali AĞCA’nın Abuzer UĞURLU denilen kaçakçıdan alınan sahte hint pasaportuyla yurtdışına çıktıklarını, Abuzer UĞURLU’nun bu pasaportu ülkücü koruma karşılığında kendilerine (Abdullah ÇATLI ve arkadaşları) sağladığını, bağlantıyı kuranların o dönemde gümrüklere yakın olan ve onlara ülkücü korumayı sağlayan kişiler olduklarını, yurtdışında bu insanlarla (Abdullah ÇATLI ve arkadaşları) bütün gizli servislerle ilişkisi olduğunu, Abdullah ÇATLI için Meclis koridorlarında Alparslan PEHLİVANLI gibi kişilerin aracılık yaptıklarını gördüğünü, Abdullah ÇATLI’nın Gökhan MARAŞ, Şanlıurfa eski Milletvekili Murat BATUR gibi birçok kişiyle görüştüğünü, Abdullah ÇATLI ve arkadaşlarına maddi desteğin korumalık yaptıkları ülkücü kitleden geldiğini, Abdullah ÇATLI’yı kokaine sürükleyen kişilerin başında Arnavut SAMİ denilen adamın geldiğini, Türkiye’de silah ticaretinde mafyanın parmağı olduğunu, Ömer Lütfi TOPAL Cinayetinde kullanılan silahların bu yolla geldiğini belirtmiştir.(Ek:178)

6- Dündar Kılıç 1.3.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1935 Trabzon Sürmene Başdamar Köyünde doğduğunu, 1942 yılında Ankara’ya geldiklerini, 1964 yılında kan davası nedeniyle ailece İstanbul’a yerleştiklerini, halen de İstanbul’da ikamet ettiğini,

1970 yılından itibaren kömür, kum, reklam ve filim şirketleri ve orta halli 7-8 şirketi bulunduğunu, ortaokul mezunu olduğunu,

1980 yılında ihtilal ile birlikte Polis Müdürü Atilla Aytek Kaçakçılık Daire Başkanı, Kaçakçılık Dairesi MİT görevlisi Mehmet Eymür ve yıllar öncesinde kendisinin yanında katiplik yapan Tarık Ümit’in Ankara’da generalleri yalan yanlış bilgilendirerek göreve geldiklerini, yılların insanların düşmanlarımızla anlaşarak, bazı insanlardan menfaat temin ederek, örneğin Çelik Döküm Fabrikasını gaspederek, faaliyet gösterdiklerini,

Tarık Ümit’in Kurtuluş’ta beyaz eşya satan dükkanda müdürlük yaparken iki öğretim görevlisini Dündar Kılıç ismiyle tehdit ettiğini, bunu tespit ettiğini ve ona bunu nasıl yaptığını sorduğunu, ancak onun da gidip bu konuyu Mehmet Eymür ve Atilla Aytek’e anlattığını ve kendisini imha etmek için senaryo hazırladıklarını,

Senaryo olarak; İsviçre’den bir mektup atıldığını, bunun Kaçakçılık Dairesine geldiğini, mektupta “Dündar Kılıç Ermenilerle anlaşmış, konsey üyelerine suikast yapma hazırlığında” şeklinde iddia bulunduğunu, bu iddia üzerine gözaltına alındıklarını, 82 gün gözetim ve işkence altında kaldığını, daha sonra Mamak’a gönderdiklerini ve sonuçta 5 yıl 1 ay 1 gün hapis yatmasını sağladıklarını, ondan 1,5 yıl önce yine bir senaryo hazırladıklarını, “bir gemi silah ve mühimmat geldiğini Türkiye’de bunun alıcısının ve satıcısının kendisi olduğunu ve Apo için getirtildiğini” iddia ediyorlar, ancak bir polis şefinin telefon ederek Dündar Kılıç’a söyleyin Eymür ve Jitemde bir Binbaşının bunu düzenlediğini belirtti ve Avukat Burhan Apaydın’ın işe el koyduğunu, Şişli Savcılığına şikayette bulunduklarını ve konu hakkında basın ve medyada yaygara yapınca, senaryonun ellerinde kaldığını,

Bunların kaçakçılardan, “seni öldürecekler 500 bin dolar, 1 milyon dolar verirsen, senin katlini, infazını durdururum” şeklinde para aldıklarını, paraları paylaşamayınca da birbirlerini öldürdüklerini,

Abisinin kadınlar kulübünde hissesi olduğunu, 50 milyon lira sermayesi olduğunu, o parayı istemeye gittiğinde abisine silah çekildiğini, sonunda kardeşi İbrahim’in bir okulun gecesinde Tarık Ümit ile karşılaştığını, masalarına şişe atınca yeğeninin onu ağır yaraladığını, Mehmet Eymür’ün o gece yeğeni Zekeriya Ülkücü’yü öldürdüğünü, kendisinin de onları öldürmesi gerekirken (devlet memuru olmalarından dolayı) bunu yapamadığını, bunların devletin içine sızmış devlet düşmanları olduğunu,

Necdet Üruğ’un oğluna kömür ocağı vermesinin söz konusu olmadığını,

Nuri Gündeş’i tanıdığını, son yedi yıl içinde kızının cenazesinde gördüğünü,

35 yıl kumarhanecilik yaptığını,

Bir gün kızının geldiğini, Ahmet Özal’ın Engin Civandan bir alacağı olduğunu, onun Kıyıkent’te yazlığı olduğunu kendisinin de iki sokak arkada, bunların Engin Civan’ın evine geldiğini, Engin Civan’ın Ahmet Bey’e parasını ödediğini, Selim Edes’e son kuruşuna kadar iade ettiğini, diğerinin ödemediğini söylediğini, 5 milyon dolar olayı olduğunu, senaryo hazırladıklarını ve amaçlarının kendisinin evi önünde Engin Civan’ı öldürtmek istediklerini, kendisinin buna müdahale ettiğini, eğer böyle bir şey yapılırsa kendisinin tepki göstereceğini belirttiğini, 45 dakika sonra adamı hastahanenin önünde vurduklarını duyduğunu, 80-100 milyon dolar için bunların yapıldığını söylüyor. Daha sonra kızının yanına iki yeğenini de alarak kanal 6’yı bastığını, orada onlara ateş ettiğini ve polis geldiğini ve polise bu işi örtbas ettirdiklerini, ama bu uygulama ile de onun ölüm fermanını hazırladıklarını,

Alaattin’i Mehmet Eymür’ün koruduğunu yönlendirdiğini, her türlü resmi belgeyi MİT’in verdiğini, bunların masum insanları öldürdüğünü para için her şeyi yaptıklarını, kendisini mafya yada gangster olarak kabul etmediğini, kendilerine yakıştırılan şeyin kabadayı olması gerektiğini, onu koruduğunu, sevdiğini ve bunlar için yaşadığını başka bir iddiası bulunmadığın,

Behçet Cantürk, Sarı Avni, Kam Durmuş’un kaçakçı olduğunu, Fahrettin Aslan’ı sevmediğini ancak kaçakçı olmadığını,

Tarık Ümit’i suç ortaklarının öldürdüğü kanısında olduğunu, topladığı paraları suç ortaklarının götürmediğini duyduğunu,

Kendisinin Diyarbakır’da hapiste yatarken 5.5 sene 56 celse süren mahkeme dolayısıyla Başbakan’dan dosyaların incelenmesi için hukukçu görevlendirmesini istediğini, Özer beyin kulağına parmak tıkadığını, yoksa özel ile bir düşmanlığı bulunmadığını,

Ankara’da Kürt Cemali olayında, Mehmet kabadayısının onu öldürmesine karşılık abisinin cinayet masası şefi olması sebebiyle cinayeti kendisinin üzerine yıktıklarını ve bu sebeple 3 yıl hapiste yattığını,

Atilla Aytek’in Cemalinin kahvesinde garsonluk yaptığını, sonra Komiser ve Müdür olduğunu ondan sonra da piç hüseyinin intikamı için kendisini adliye içinde iki defa öldürmek istediklerini,

Hüseyin Kirli isminde bir kiralık katilin İstanbul’da iki kişi olarak sokakta kendisini sıkıştırdıklarını iki mermi yarası aldığını, onların olay yerinde öldüğünü, meşru müdafaa olduğu için 8 ay sonra serbest bırakıldığını,

Kamu para aklama konusunda Özal’ın bu şeyleri serbest bırakmasının etkili olduğunu, valizlerle paraların geldiğini ve gittiğini Ömer Lütfü Topal’ın öyle masum bir insan olmadığını 40-50 adam öldürdüğünü,

Ömer Lütfi Topal’ın içeriden satıldığını Tilki gibi bir adamı bu şekilde öldürülmesinin mümkün olmadığını, kendi adamlarının ölüm fermanına imza attıklarını, gittiği yeri kendisinin veya bir yada iki yakını dışında kimsenin bilemiyeceğini,

Kendisine kumarhane için yetki vermediklerini, tefecilik yapan Sudi isimli kişiye 20 tane yer verdiklerini, Özalla aralarında bu nedenden dolayı bir husumet bulunduğunu,

Sedat Semerci Paşayı tanımadığını, Şükrü Balcı’yı tanıdığını, fena adam olduğunu, birçok olayı önlediğini, Fahrettin Aslan’ın onunla çok geniş kapsamlı ilişkileri olduğunu,

Kendisinin Almanya’ya tedavi için gitmek istemesine karşılık 5 yıl pasaport vermediklerini,

Semra Özal’ı tanımadığını, Abdullah Çatlı’yı tanımadığını, Mehmet Özbay’ı tanımadığını, Korkut Eken’i tanımadığını, İbrahim Şahin’i Kurtuluşta beş sene önce Müdür Muavini iken yapılan bir bakımdan tanıdığını, Haluk Aktar’ı tanımadığını Cengiz Abaoğlunu tanıdığını, işçisi olarak çalıştığını, bilahare öldüğünü, Hacı Ali Aslan’ı tanıdığını, onunda rahmetlik olduğunu, Atilla Aytek’in Hacı Ali Aslanı, Nuri Gündeş’in kayınbiraderi diye boğmak istediğini, İstihbarat teşkilatını hem operasyon hem de infaz yaptığını, işkence yapıp, adam öldürebildiklerini, Kızı Uğur Kılıç’ın cenazesine bile gitmediğini, sadece çocuklarını bağrına bastığını, kızının ailesini dinlemediğini, bu işi de Mehmet Eymür’ün hazırladığını,

MİT’in infaz timi içinde Çakıcı’nın olduğunu, Sivaslı 3-4 çocuk bulunduğunu, bunlardan iki tanesinin polis tarafından arandığını, ancak yakalanmadıklarını, Mehmet Eymür’ün bazı solcuları, hatta Nihat Evim’i öldürenleri Burca’da bir mahkemede 8-10 kişiyi beraat ettirdiğini ve onları dışarıdan kullanacaklarını, bunları Nasrullah Ayan vasıtasıyla yaptığını belirtmiştir.(Ek:179)

7- Esat CANAN 5.12.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Bazı faili meçhul cinayetlerle ilgili olarak; Savaş Buldan’ın 3 Haziran’da Çınar Otelinin gazinosundan gece saat 4 civarında diğer iki arkadaşıyla birlikte çıkarken otelin önünde üç arabanın beklediğini, bu arabaların içinde polis olduklarını söyleyen sekiz kişinin bulunduğunu, üçüne (Savaş Buldan ve arkadaşları) otelin önünde üst araması yapıldığını ve arabalara bindirilip götürüldüklerini, Bolu Yığılca İlçesine yakın bir mevkide Melen çayı kenarına cesetlerin atıldığını, olaydan sonra Savaş Buldan’ın ağbeyine, imzasız bir ihbar mektubu gittiğini, Abdullah Canan’ın 17 Ocak 1996 günü Hakkari’nin Yüksekova İlçesinde evinin önündeki arabasına binip eşine “silah ruhsatını yenileyeceğiz” diyerek ilçeden ayrıldığını, Hakkari’nin 10 uncu kilometresinde Yeniköprü denilen mevkide yol aramasına denk geldiğini, Abdullah Canan’ı panzer gibi bir başka arabaya götürdüklerini, araştırma yaptıkları bütün mercilerin kendilerince gözaltına alınmadığını söylediklerini, kayboluşunun üçüncü günü arabasının Van-Hakkari Karayolu Güzeldere mevkiinde bulunduğunu, Abdullah Canan’ın ağabeyinden Kahraman Bilgiç adında bir görevlinin “Abdullah Canan’la seni bugün yarın görüştüreceğim” diyerek 20 bin mark aldığını, kendisinin Abdullah Canan’ın yakını olarak Kahraman Bilgiç ile görüştüğünü, Kahraman Bilgiç’in “Abdullah Canan şu anda elimizde, hücreye koyduk, bunu Yüksekova Tabur Komutanı Mehmet Emin Binbaşı infaz edilmek üzere bize verdi” dediğini, Mehmet Emin Yurdakul Binbaşının Abdullah Canan’ın arabasını dere yatağına ittiğini, Kahraman Bilgiç’in “hiç kesinlikle birşey yapmayın, bu bizim görevimizdir. Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın gibi uygulamalar yaptık” dediğini, Kahraman Bilgiç’in Havar kod adıyla dolaştığını, Tugay Komutanına Kahraman Bilgiç’in “sadece 5 bin mark aldım” dediğini, kaçırma olayını ise inkar ettiğini, daha sonra Abdullah Canan’ın cesedinin bayramın ikinci günü jandarma tarafından bulunduğunu, bu konunun halen savcılıkta hazırlık soruşturması aşamasında olduğunu, o günden bu yana hiçbir gelişme olmadığını, olayın Diyarbakır DGM kapsamında olduğunu, yine 1993’te Sabri Çardak’ın Beşbulak Köyünde Mahir Karabağ ve Eyüp Karabağ’ı, Hacı Teknik’in Çukurca’da bu ekip tarafından öldürüldüğünü, yine Miktar Özeken, Şemsettin Yurtseven, Münir Sarıtaş, Mehmet Yaşar, Nezir Tekçi’nin yine bu ekip tarafından 1994-95 yıllarında bu ekip tarafından alındığını ve bunların hiçbirisinden bugüne kadar bir haber alınamadığını, Havar kod adlı Kahraman Bilgiç’in Necip Baskın adlı kişinin fidye olayı sonrasında yakalandığını, Yüksekova’da tutuklanıp, Midyat Cezaevine nakledildiğini, Mehmet Emin Yurdakul’la ilgili olarak savcılığa 4 tane dosya intikal ettiğini, Kahraman Bilgiç’in sorguda Abdullah Canan’ı öldürdüklerini ifade ettiğini öğrendiklerini, ancak bu aşamada soruşturmanın yarıda kesildiğini, Hüseyin Oğuz adlı astsubayın “ben, sorgunun ilk üç gününde görev yaptım, o sorgu esnasında banda alınan ses var, binbaşının adı geçince o noktada beni sorgudan aldılar” dediğini, Yüksekova delillerinin saklandığını, Mehmet Emin Yurdakul binbaşının o dönemde Hakkari’de tugayda görev yapan Albay Hamdi Poyraz’la bir bağlantısının olduğunun söylediğini belirtmiştir.(Ek:180)

8- Mehmet Hadi ÖZCAN 1.03.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1954 İzmit doğumlu, baba adının Hayri olduğunu, Sapanca Kırkpınar nüfusuna kayıtlı bulunduğunu, 1980 öncesi Kırkpınar Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptığını, iş olarak kendi arazileri üzerinde müteahhitlik yaptığını, halen 24 adet dosyadan yargılandığını, memleketinde herkesin kendisini çok iyi tanıdığını çete falan olmadığını, vurduğu adamların hepsi ile uzaktan akrabalıkları bulunduğunu, hasbelkader Abdullah Çatlı ile bir iş yaptığını, kendisini Emniyet Müdürü Altan Keçeli ve Belediye Başkanı Sefa Sürmen’in çete yaptığını,

Daha önce uyuşturucu olarak eroin kullandığını, bilahare bunu bıraktığını, uyuşturucu satışı ile bir ilgisi bulunmadığını, İzmit’e eşinin annesi olduğu için gidip gelmekte olduğunu,

Kendisinin gayrımeşru hiçbir işi olmadığını babasının tek oğlu olduğunu ve babasından kalan arazileri satarak yediğini kimseye muhtaç olmadığını,

Emniyet Müdürü Nihat Candan’ın olduğu dönemde, 3 yıl kadar önce İzmit’te kaçak petrol hadisesi olduğunu, bunu PKK’lıların yaptığını, büyük paralar kazandığını,

Türkçe okumasını ve yazmasını bilmeyen insanların, Samsun Terme’nin çingenelerinden bir grubun büyük paralar kazanması olayı olduğunu, gazeteci ve İl Başkanlarına göre 1 trilyon 200 milyar lira civarında bir parayı faizle çalıştırdıklarını, Emniyet müdürleri, Devlet adamlarınında bu çılıştırılan paralar içinde yaraları bulunduğunu, kahvelerinin adını bile savcılar kıraathanesi olduğunu, karılarının gündüzleri dilencilik yaptığını, kendilerininde % 35-40 faizle para dağıttıklarını, bu nedenlerle bir olay olduğunu duyduğunu, bir gün İzmit Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış bir çocukla, kendisinin şoförlüğünü yapan bir çocuğu kahvede ayağından vurduklarını, iki gün sonra onların kahvesinin tarandığını, bu olayda 3 kişinin ölüp, 7 kişinin yaralandığını, bunun üzerine bütün samsunluların İzmit’i terk ettiklerini, halkın bunu kendisinin yaptığını söylediğini, halbuki kendisinin yaptırmadığını, ancak yapmadımda diyemediğini, çünkü ya özel harekat, ya ülkü ocakları genel merkezinden gelenler ya da Hadi Özcan yaptırmış olabilirdi, bu konuda samsunluların tarafını tutan 2.Şube Müdürü ile görüştüğünü, olayın esas oluş şeklini ona anlattığını, esas olayı yapan adam Affan Keçeli zamanında polisin bir kez yakaladığını, ancak 250 milyon civarında yani 8 tane kadın bileziği avanta alınıp, işin bitirildiğini, bunların hepsinin ispatlı olduğunu, verenlerinde bunu şuanda kabul ettiğini ancak polisin bunların ifadesini almadığını ve almaya da yanaşmadığını,

Of’lularla kendisinin arasını Sefa Sirmen’in kasıtlı olarak bozduğunu, onlarla kız alıp vermekten dolayı 30 yıllık anlaşmazlıkları olduğunu,

Of’lunun çay bahçesi olduğunu, Belediyeden kiralandığını ve buraya kira bile vermediğini orada liseli gençlere esrar, eroin sattığını, onlarla ters düştüklerini yeğenini öldürdüklerini. Kütüphane açma kılıfı ile Belediyeden 9 milyar lira vererek bu yeri almak istemelerini öğrenmesi üzerine Rıza Sirmen’i aradığını, iki sene önce Oflulara destek olduklarını Rıza Sirmene söylediğini kira almadıklarını 9 milyar verdiklerini, inkar etmediğini, eğer bunu yaparlarsa karşılarında kendisini bulacaklarını söylediğini,

CHP’li Sefa Sirmen’in aslında Alaattin Keskin’in kendisine, Vefa Küçük’ün Belsa Plaza diye yaptığı yerin karşısında Tekel binası bulunduğunu, eski Tekel binasının 7 katlı

olduğunu ve Belsa Plazanın görüntüsünü bozduğunu, bu arada Tekelin içinden malzemelerin TIR’larla Ali Şen’in Maga Deri isimli yerine götürüldüğünü, kapıda kaleşnkoflu adamlarının nöbet beklediğini, konunun hepsini Emniyet Müdür Yardımcısı Ayhan Toptaş’ın bildiğini, Televizyoncu Ali diye bir kişinin daha bu durumdan haberi olduğunu, daha sonra boş Tekel binasını yaktıklarını bu suretle hem Belsa Plaza’nın önünü açtıklarını hem de Tekel’in içindeki malları boşalttıklarını, bu suretlede bir taşla iki kuş vurduklarını,

Her memlekette bir sürü kabadayılar bulunduğunu, bunun görmezden gelinmemesi gerektiğini, her kabadayınında korktuğu bir kabadayı olduğunu, bu tür konuların bu nedenle kendisine anlatılıp, aktarıldığını,

Ofluların kayinçosunun Hurşit Yavaş olduğunu, Star turizmin sahibi olduğunu ve uyuşturucu ticaretinin en büyük isimlerinden olduğunu Hurşit’in kırmızı bültenlerle arandığı dönemde Türkiye’de iki cinayetten arandığını İstanbulda yatlardan, katlardan, bir sürü gayrimenkulleri bulunduğunu, hiç kimsenin o zaman onu yakalamadığını, Necdet Menzir’in sıkıştığını, onun zamanında yakalama yapılmadığını, şimdi gücünü ve para varlığını Necdet Menzir zamanında yaptığını,

Hurşit’in Hollanda’da yakalatıldığını ve İngiltereye teslim edildiğini, oradan halen cezaevinde bulunduğunu, Sami Hoştan’ın Hurşit Yavaş ile arkadaşlık yaptığını, onun yakalanması üzerine Abdullah Çatlı ile arkadaşlık yapmaya başladığını, Hurşit’i Abdullah Çatlı’nın yakalattığını, Hurşit Yavaş’ın tüm malvarlığının Abdullah Çatlı ve Drej Ali’nin, Urfalıların eline geçtiğini, Star Turizmin araştırılması halinde bunun ortaya çıkabileceğini,

Star Turizmin arabalarından Ankara’dan çıkışta bomba patladığını, daha sonrada Ulusoy’da patladığını,

Tarık Ümit’in sevilmeyen bir adam olduğunu, MİT’in kullandığı bir adam olduğunu, Abdullah Çatlı’nın Tarık Ümit ile arkadaşlık yaptığını, ölmeden birkaç gece evvel Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ile birlikte hücre evinde kaldıklarını bildiğini, kızının bunu bildiğini ama söylemediğini, Tarık Ümit’in öldürüldüğünde 3 milyon mark tutarında parasının kayıp olduğunu, bunu abazalardan duyduğunu Çatlı’nın Tarık Ümit’in öldürülmesinde bulunduğunu, bunu kendisinin söylediğini

Halen kendisinin, Sefa Sirmen’in protokol Müdürünü kaçırmaktan dolayı yargılandığını, aslında Müdürü kendisinin kaçırmadığını, adamın kendisininde “Beni Hadi kaçırmadı” dediğini, ancak halen yargılandığını, bu adamın kaçırılmasında büyük kıyametler koptuğunu, kendisinin yeğeni öldürüldüğünde, Ocak başkanları vurulduğunda, üç kişinin öldürülüp yedi kişinin yaralandığında, Oflu Reşat’ın öldüğünde, abisinin öldürüldüğünde, İskender Gül’ün kaçırıldığında, baldızının iğfal edilip, oğlunun baldızını öldürdüğünde, iki gün sonra eşi ve oğlunun Bolu’da trafik kazasında öldüğünde kimsenin kılının kıpırdamadığını, bu olay olduğunda Hadi’nin çete olduğunu, Özgür Kocaeli Yeşil Gazetesinin sahibi Sefa Sürmen’inde, tüm İzmit’in de bunu bildiğini, Susurluk olayının oluşması halinde Behçet Cantürk ve tüm faili meçhullerin organizasyonunu kendi üzerine yükleyeceklerini, hatta solcu bir arkadaşının “Hadi, Sefa’ya yüklenme, Dursun Kamtaşın Sefayı öldüreceğini ve onu kahraman yapacağını Büyükşehir Belediye Başkanlığında Hikmet Erenkayayı aday göstereceklerini” söylemesi üzerine ona yüklenmediğini,

Emniyet Müdürünün gazetelere ilan verdiğini, Yeşil Kocaeli Gazetesinde ben Hadi’yi teslim almayacağım, kendin yakalayacağım dediğini, İzmit Emniyet Müdürünün Sefa’dan aldığı paranın miktarının belli olmadığını, Ayvalıkta verilen villalar, kendisinin yakalanmasından sonra Emniyet Müdürüne alınan 17 milyar lira civarındaki arabayı herkesin bildiğini ve konuştuğunu,

Malatyalı Engin diye bir delikanlının açtığa Engin Döviz diye bir yer var, İzmit’in en büyük faizcilik olaylarından birisini yaptığını, kollu makinalara para kaybettiğini, büyük borca girdiğini ve iflas ettiğini, Belsa Plazanın otoparkını Engin Dövize vereceklerini duyunca, Rızaya bu yeri Alaattin Keskin’e vermelerini söylediğini, bize halktan yana olun dediğini, bunun üzerine kendisine 20 milyar teklif ettiklerini, yanında da Kırmızı Kocaeli’nin Genel Müdürü Güngör Asman’ın olduğunu, bunu telefonla teklif ettiklerini bu konuda şahitlerde bulunduğunu, ancak kendisinin bu parayı kesinlikle istemediğini, alırsa avanta almış olacağını söylediğini,

Seyfi Aydın diye birisi, şu anda cezaevinde bulunduğunu, çete üyeliğinden içeri girdiğini, ancak kendisinin bu adam ile yakından ya da uzaktan ilgisinin bulunmadığını, Adamın yeğenini hırsız diye yakalatmışlar, bunlar dağ köylerinde oturuyorlar dağlara villalar yapılmaya başlayınca birinci sınıf turistik bölge ilan edildiğini, Derbent Jandarmasında dayak zoruyla suçu kabul ettirdiklerini, cezaevine girdiğini 5.5 ay sonra asıl hırsız yakalandığını, çaldığı malların iade edildiğini, bu sayede bu çocuğun tahliye olduğunu, Seyfi Aydın’ın hırsızlık yapanlara sen bizi lekeledin, hata yaptın 200-300 bin dolar para vereceksin dediğini, aralarının gerginleştiğini, birbirlerini tehdit ettiklerini,

Eski 2.Şube Müdürünün kendisine telefon ettiğini, Nezih Ömer diye birisini aramasını istediğini, bu şahsın ANAP İstanbul 2. Başkanı olduğunu, olaya kendisinin el koymasını istediğini, yani Seyfiyi halletmesini Hadi’den istediklerini, bulaşmak istemediğini, teslim olmak istediğini, bu anda Seyfiye tek söylediği şeyin ondan 300 bin dolar alması 50 bin dolar al dediği için dosyası olduğunu,

Çete adıyla 33 kişiyi yakaladıklarını her mahkemeye çıktıklarında, birçok kişinin tahliye olduğunu, onun için kendisini tahliye olmaması yönünden Mahkemeye çıkartmadıklarını, şimdiye kadar 27 dosyanın 12-13 dosyasından Mahkemeye çıkıp, hepsinden tahliye olduğunu, ayrıca DGM’de de 12 dosyası bulunduğunu, davaların saçma sapan olduğunu oflu Reşat ve Muzaffer kardeşlerin öldürüldüğünü, Reşat’ın davasının normal mahkemede, Muzafferin davasının DGM’de çıktığını,

Abdullah Çatlı ile kendisini İbrahim Şahin’in koruması Alper Tekdemir’in kardeşi Şahin Tekdemir’in tanıştırdığını,

İzmitte PKK’lıların büyük para götürdüklerini, İzmit’e heray 20 bin ton petrol getireceklerini, kendisinden bir depo ve bir liman istediklerini en önemlisininde dağıtıcılarını bulmak olduğunu hepsini kendisinin bulduğunu, amacının İzmit’in PKK’lılardan temizlenmesi olduğunu, Abdullah Çatlı’yı bu ismiyle bildiğini, her şeyin ayarlandığını, ayda 20 bin ton petrol satacaklarını hesapladığını, Çatlı’nın Filipinlerden 3 milyon 600 bin dolar gelmedi diye sızlanması üzerine, o zaman kendisinin bu petrolü satalım dediğini, birilerinin kendisine 40 milyar lira vereceklerini söylediğini, bu parayı hiç ihaleye girmeden ihaleye girmemek için avanta alanak verileceğini, o ana kadar 2-3 milyar lira masraf etmiş olduğunu, 20 milyar liranın kendisine gerekli olduğunu, Çatlı’nın bunu kabul ettiğini tamam deyip ihaleye girerek onu Ankara’dan aldıklarını, bunun dedikodusu olabilir dendiği için ihalenin yeniden yapıldığını ve yine Çatlı’ların kazandığını, iki ayrı şirketede 4’er milyar lira avanta vererek, ihaleden çekilmelerini sağladıklarını, ihalenin alınışıyla, birlikte Abdullah Çatlı’nın değişmeye başladığını, petrolu satmayıp, bir ay içinde 300-350 milyar lira yapacağını söylediklerini, kendisininde o arada para sıkıntısı çektiğini, kemerde bir otelde kalırken bir arkadaşının kendisine “Abdullah Çatlı şimdiye kadar kiminle ortaklık yaptı ise ya öldüğünü ya da yakalandığını” söyleyerek dikkatini çektiğini, bunun iyi olduğunu, çünkü Çatlı’ya o zaman yüzde yüz güvendiğini bu nedenle de kendisininde Çatlı tarafından öldürülebilecek olduğunu,

İskenderunda 1500 ton petrolün Demir Çelik’e satıldığını, bunun parasını paylaşanlarında kendisine bir haftalık çek vereceklerini söylediklerini, bunun üzerine Ankara’da buluştuklarını, gittiği binanın kapısında Bucak A.Ş. yazdığını, Haluk Kırcı’nında orada bulunduğunu ve Sedat Bucak’ında orada olduğunu, parayı öderken, kendisine gözdağı vermeye çalıştıklarını, kendi hakkı olan 6 milyar lira yerine 500 milyon lira verilmeye kalkınca kendisinin tepki gösterdiğini ortağın % 50 alması gerektiğini, münakaşa ettiklerini, verilen parayı almadığını, aralarında soğuk harp başladığını, bu nedenle kendisinin eniştesi olan trilyoner Ali İhsan Kaya ile irtibata geçtiklerini Sami Hoştan ile gelip villa yapma gerekçeleriyle samimiyet kurduklarını, sonrada Hadi’nin onu öldüreceği hususunda korkutmaları ve kendisine karşı yönlendirdiklerini, daha sonra ofluların yönlendirdiklerini, tüm çabalarınında kendisinin yakalanması olduğunu, bu nedenlerle Emniyet 2. Şube Müdürü ile dolaştıklarını, çünkü 2. Şube Müdürü Kamil Toprak’ın sahiplerine koruma verdiğini, yakalandığında da 2. Şube Müdürünün hemen oradan sürüldüğünü, kendisinin Kanal 7’nin programcısı ile birlikte Rize’de bir gün çalıştıklarını, şimdi verilen ifadelerin aynısını Kanal 7’ye verdiğini iki üç dosya doldurduklarını, ertesi gün programını bitiremeden yakalandığını, o bantlarda Mehmet Ağar’ı suçladığını, Emniyet Müdürünü Ankara’ya götürdüğünü ama kime verdiğini bilmediğini, Mehmet Ağar’ın o band yüzünden görevinden alındığını, belki de bandın Mesut Yılmaz’da olabileceğini, Emniyette kendisinden Abdullah Çatlıyı yakalamak üzere ifade aldıklarını söylemeleri sebebiyle bildiklerini anlattığını 15 gün savcılığa çıkaralım dediklerinde de kızıp tepki gösterdiğini,


Yine petrol ile ilgili olarak Makedonya asıllı, şu anda İngiliz vatandaşı olan, müslüman İdris Feyzuni diye bir adamın arkadaşının annesi olduğunu, kendisine petrol alışverişi dolayısıyla İzmit’te Turgay Çelebi’den 1 milyon 200 bin dolar alacağı olduğunu, adamın bunları dolandırdığını ve Interpolüde bağladığını hukuken alamadıkları için, yardım (kendisinden) istediklerini, Turgay ile müşterek dostlarını bulduğunu, ödeyeceğini beliren senetler falan yapıldığını, ellerinde hiç belge olmadığından senetlerinin belge olduğunu, bunun İdris Fevzi Öz’ün hoşuna giden bir hadise olduğunu, bu adamında İngiltere’de oturduğunu, Dünya Bankasının Arap Ülkelerinin temsilcisi olabileceğini, İran ve Suudi Arabistandan çok büyük yerleri alan bir adam olduğunu, o tarihlerde Bosna Heresek’te savaş olduğunu, Bosna-Hersek’in Iraktan alacakları olduğunu Saddam’ın bunu petrol olarak ödediğini ancak parası olmadığından ödeyemediğini,

“İran ile Irak sınırındaki bir nehirden 2 bin tonluk motorlarla petrol çıkarılıp açık denizlerde 50 bin tonluk gemilere yüklenerek, oradan İngiltereye gidecek, satılacak ve karşılığında da ya silahla ya da para isteyecekleri” bir organizasyonu Çatlıya söylediğini ve Çatlı’nın bu işin üzerine atladığını, halen bu işin Ahmet Baydar tarafından kendi hesabı olarak yapıldığını,

Entegre Tesisleri temizlik projesi için Ali Veziroğlunun Alman bankasından hazine garantili 300 milyon mark para aldıklarını, bunu Alman Hükümetine çevre danışmanlığı yapan Oktay Tabasaran diye bir yetkilinin imzası ile alındığını, ancak hiçbir şey yapmadan bu parayı yediklerini, göz boyamak için birkaç şey yapıldığını, ikinci olarak aynı bankadan 200 bin dolar istediklerini, Oktay Tabasaran’ın gelip yapılanları incelediğini ve bu kredi işlemine ilişkin belgeleri imzalamadığını, bu adamın kendisini bularak bilgi ve belge verdiğini,

Kendisinin İbrahim Şahin’i onun 20 senelik arkadaşı olan Musavvat Dervişoğlunun, Muammer Derelinin damadı olduğunu, Çırağan Sarayında düğün yaptığını, nikah şahidinin Kadir İnanır ve Eyüp Aşık olduğunu, İbrahim Şahin’inde orada bulunduğunu, Dervişoğlu vasıtasıyla İbrahim Şahin ile Ankara’da bir otelde buluştuklarını, Abdullah Çatlı için, ona iyilik yaptığını, ancak onun kendisini yakalatmak ve öldürtmek istediğini, bu yönden kendisine yardımcı olunmasını istediğini, onunda allah belasını versin görüşmüyorum dediğini, İstanbul’da ikinci bir kez buluştuklarında yine aynı şeyleri söylediğini,

Çatlı’nın Kürşat Yılmaz ile ilgisi olduğunu Kürşat’ın Ünye de hapiste yattığı sırada, kendisi ile onu kapıştırmak için Kürşat’a 3 milyar lira gönderdiğini,

Abdullah Çatlı’nın ve hepsinin Mehmet Ağar’dan korktuklarını, kendisininde bir Milletvekili arkadaşı ile Mehmet Ağar’ın haber gönderdiğini, onunda Çatlı ve diğerleri için ölseler de kurtulsam dediğini,

Musarrat Dervişoğlu ile bir gün bir karar aldıklarını, buna göre Abdullah Çatlı’yı Kürşat Yılmaz ve Yeşili öldürüp Türkiyeyi temizlemeye karar verdiklerini, üç ay içinde Kürşatın bulunduğu bütün yerleri söylediğini çünkü İbrahim Şahin’e telefonda ana avrat küfrettiğinden dolayı Kürşat’ın ölmesini istediğini, ancak Abdullah Çatlı’nın yerini bir kez bile söylemediğini,

Veli Küçüğün İl’inde Alay Komutanlığı yaptığını, teslim olacağı zaman onunla telefonla görüştüğünü, Samsunlular olayını yapan çocuğun bırakıldığı zaman, Albayın telefonla bu çocuğun belinde silah cebinde esrar varken bırakıldı, başka kimlikle bırakıldı dediğini, bu Salman’ın adının Abdi Nakış olmayıp, Sultan Nakış olduğunu bildirdiğini, bu adamın 4 cinayet 7 yaralamadan dolayı cezaevi firarisi olarak arandığını ve bu adamın saklandığını söylediğini, onun üzerine Sultan Nakış’ın ifadesini kendisinin aldığını, bilerek yanlış aldığını o ara Sedat Peker’e ilişkin bir uygulama yapmak için ifade aldığını, ancak polisin Sedat Peker’in polis tarafından alınıp, dönüldüğünü ve birçok konuda konuşturulduğunu, Veli Küçük ile kendisinin hiçbir ilgisinin olmadığını,

Hüseyin Kocadağ ve Ali Şen’in arkadaş olduklarını, o ikisininde Fenerbahçenin yönetiminde bulunduklarını, İzmit’te herkesin Saffet’in olayından Ali Şen’in 3-4 milyon doları akladığını, ancak kimsenin bunu ispat etmediğini, kendisinin edebileceğini ancak kendisininde hapiste olduğunu, Hanefi Avcı’yı tanımadığını, Veli Aktaş isimli arkadaşının Galatasaraylılar cemiyetinin Ankara Şubesine bakan ve Gazi Üniversitesinde profesörlük yaptığını Abdullah Yılmaz ile kendisini onun tanıştırdığını, kendisinden 15 seneden bu yana ilk defa böyle bir şey istediğini, konuyu bilen Bilal Atak isimli arkadaşı olduğunu, bu adamların 150 bin dolar ayırarak Bulgaristan’a gönderdiğini, Türkiye’ye kömür getirilmesi için Bulgaristan da bir adamla tanıştıklarını, bir kısım paralar karşılığı 6 ay kömür gelmediğini, gelen kömürün ise toz halinde olduğunu, Bilal ATAK’ın bunu geri gönderdiğini, paranın orada kaldığını, bu arada Abdullah Yılmaz’ın enerji alışverişi ile ilgili olarak Bulgaristandaki bu adamları Türkiye’ye getirdiğini, Bilal Atak bunların Ankara’ya geldiğini öğrendiğini, bunların otelde yakalandığını ve parasının iade edilmemesi nedeniyle Abdullah Yılmazın kızdığını, bunlarında Bilal’e dönüşte İzmit’e uğrayıp parayı ödeyeceklerini söylediklerini, Bilal Atak’ında onların takibine bir adam koyduğunu, bilahare köprüde 4 Bulgarın öldürüldüğünü, bilahare Abdullah Yılmaz’a telefon açarak, o’nun öldüğünü, sıranın kendisinde olduğunu söylediklerini, Abdullah Yılmaz’ın korktuğunu, Melih Aktaş’a söylediğini, Aktaş’ında kendisine söylediğini, kendisinin bunları yan yana getirdiğini, Atak’a 150 bin dolarının kendisinde olduğunu söylediğini, Turgay Çelebi’den 1 milyon 200 bin dolar alacaklarını, o zaman paralarını ödeyeceklerini söylediğini ve onları barıştırdığını, Turgay Çelebinin iflası nedeniyle 150 bin dolar ödenemeyince, Abdullah Yılmaz korktuğunu Bilal Ataktan, Genel Müdür Yardımcısı Kaya ile çocukluk arkadaşı olduğunu oradan kendisine sılaşı vermeyi kararlaştırdıklarını ve kendisininde tonu 10 dolardan sılaşı satın aldığını, yumurtalık hattı açıldığında da 110 bin tona yakın mal olduğunu, o malıda sılaş diye vereceklerini ve onlarında bunu fabrikalara fuel-oil olarak satacaklarını, ancak bu işler patlayınca, onun da durduğunu, kendisinin Abdullah Yılmaz’a hasta çocuğunun tedavi masraflarıda dahil olmak üzere enaz beş milyar lira verdiğini belirtmiştir. (Ek:181)

9- Şahin TEKDEMİR 14.03.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1964 Kocaeli Keteme doğumlu olduğunu, ilkokulu İzmit’te okuduğunu, sonrada serbest çalışmaya başladığını, önce araba alıp satmaya başladığını 1989-1990 senesinde yurtdışına çıktığını, Alman vatandaşı ile evlendiğini, Almanya, hollanda ve Belçika’da kalıp, Türkiye’ye döndüğünü, büyük kardeşinin polis olduğunu, İbrahim Şahin’in korumalığını yaptığını,

Suçunun Hadi Özcan’ı tanımak olduğunu suçlandığı konular içerisinde Of’lu Muzaffer’i öldürmek, bunların silah temin etmek, bunlarla çete kurmak gibi ilgisi olmayan suçlardan cezaevine gönderildiğini,

Hadi Özcan’ı abisinin 1980 öncesi öğretmen lisesinde okuduğu sırada, okulda meydana gelen taşlı sopalı kavgalar sırasında, tanıdğını, boş zamanlarında okula giderek abisine göz kulak olduğunu, Hadi Özcan’ın MHP’li olduğunu, kendisinin de MHP’li olduğunu,

Abisinin siyasî bir yönü bulunduğunu, halen açığa alınmış durumda bulunduğunu, İbrahim Şahin’in koruması olduğu için açıkta olduğunu, 1985 ya da 1986 da özel harekata girdiğini, kursların sonunda Siirt’e gittiğini, 4-5 yıl kaldığını, sonra tayinen İzmir’e gittiğini, İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire Başkanlığına gelmesi üzerine tayininin Ankaraya çıktığını,

Abdullah Çatlı’yı tanıdığını, kendisine Mehmet Özbay olarak tanıtıldığını, ancak onunla yurtdışında tanışmış olduğunu, Türkiye’de Abdullah Çatlı olduğunu öğrendiğini, ancak kimseye birşey söylemediğini,

1990 yılında Almanya’da Hanover Havaalanında birisini bekler iken, kendisini orada gördüğünü Türk olduğunu öğrenince konuştuğumuz, adamın Mehmet Özbay olduğunu söylediğini, Türkiye’de iken de İzmit’ten geçerken kendisine uğradığını bir iki kez İzmirde karşılaştıklarını fuarda lunapark müdürlüğü yaparken karşılaştıklarını,

Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay adıyla Hadi’ye tanıştıranın kendisi olduğunu, bu nedenle Hadi ile aralarının açıldığını, petrol işinden dolayı kendisine kazık attırmakla suçlandığını, Abdullah Çatlı’nın kendisine ortaklık yaparken insanın bir şeye para koyması lazım, bunu koymadığı için ortak olamadık demesi sebebiyle Çatlı’yı haklı gördüğünü, Hadi’yi abisi Alper ile tanıştırmadığını,

Yedi TİP’li olaylarından dolayı sağdan, soldan duyumlar nedenleriyle Abdullah Çatlı’nın kaçak olduğunu, bildiğini, sağdan soldan onun Asala ile mücadele etmiş olduğunu öğrendiğini bu nedenle de hoşuna gittiğini,

İzmir’de birlikte yemek yerler iken, konuştuklarını, kendisini tanıyıp tanımadığını, kim olduğunu bilip bilmediğini sorması üzerine, onu tanıdığım, bildiğim onunla böyle mevzulara girmek istemediğini, geçmişini bilmek istemediğini söylediğini, Abdullah Çatlı’yı birkaç defa Haluk Kırcı ile gördüğünü,

İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlının tanışık olduğunu bilmediğini, Holis olan Ercan Ersoy ve Ayhan Akçay’ı tanımadığını, başka işlere karışıp karışmadıklarını bilmediğini,

Hadi Özcan’ı çok sevdiğini, nesli tükenmiş kel aynak kuşu olduğunu, varını yoğunu olmayanlarla paylaşan iyi bir insan olduğunu, hep haklının yanında olduğunu onun tahsilat işleriyle uğraştığını bilmediğini, yaptığı bir iş karşılığında para alacağını da tahmin etmediğini,

Kendisinin abisi tarafından teslim edildiğini, git teslim ol, suçsuzsun, kaçmaman gerek yok demesi üzerine teslim olduğunu, 8 dosyadan sorumlu tuttuklarını, 9 aydır cezaevinde olduğunu,

Latif Özdamak diye bir arkadaşı olduğunu Özel Harekatçı, Siirt’ten gelen bir hocanın yanına gittiğini, camide yapılacak işler için onun yardımcı olduğunu, izinli olduğunda, bayramlarda geldiğini ve cami inşaatına yardım ettiğini, kendisinin telefonu ile telefon ettiğini, daha sonra bu adamı kendisine silah getirdi diye yargıladıklarını ve görevden aldıklarını, vicdan azabı duyduğunu,

Of’lu Muzafferin öldürülmesinde kendisinin suçlandığını, orada olduğunun iddia edildiğini kendi arabasının renginde bir araba ile öldürüldüğünü, arabasının hemen Emniyet binası ile yanyana bulunduğunu,

Abdullah Çatlı’yı abisinden çok sevdiğini bu sebeble de onun kaçak birisi olduğunu abisine söylemediğini, Abdullah Çatlı ile birlikte hiçbir iş yapmadığını, kendisinin galerisi olduğunu ve kiralık araba servisi işlettiğini,

Abdullah Çatlı ile Ahmet Baydar’ın ramazan ayında akşam vakti iftar yemeğinde kendisine uğradıklarını, yemek yerken konuştuklarını, bir petrol işi olduğunu söylediğini, ister ortak isterseniz onu komisyona verin Hadi Özcan ile bu işi yapma dediğini, bunun üzerine onları tanıştırdığını, petrolün alındığını, alındıktan sonra bazı olaylar olduğunu, bu yüzden Hadi ile aralarının açıldığını, Çatlı’nın petrolu satıp, paraları yiyip, bir şey göndermediğini Hadi’nin söylediğini, kendisininde Abdullah Çatlıya kızan herkeze kızdığını, Abdullah Çatlı ile Hadi Özcan’ın kendi yanında yerlerinin ayrı ayrı olduğunu hiç kimse ile de küs olmadığını belirtmiştir.(Ek:182)

10- Necdet KÜÇÜKTAŞKINER 17.03.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Askerliğini bitirir bitirmez 1966 yılı Haziran ayında MİT’e girdiğini, 1973’e kadar Emniyet Müfettişi kadrosunda bu teşkilatta çalıştığını, MİT’in CIA tarafından proroke edildiği, Baybaşin ile ilgili olayların 1983 tarihinde başladığını, Feridun Kocamaz adındaki emlakçının, “benim bir dostum İstanbul 2. Şubeye nezarete düşmüş ilgilenirmisin?” demesi üzerine İstanbul Emniyel 2. Şube Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar’a Başbayin’in durumunu sorduğunu, Mehmet Ağar’dan Baybaşin’i gasptan aldıklarını öğrendiğini, bunun üzerine onun vekaletini olmadığını, sözü edilen kişinin Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilerek tutuklandığını davasına hangi avukatların baktığını bilmediğini, 1986 yılında İngiltere’ye bir iş için gideceği sırada Baybaşin’in İngilterede 12 seneye mahkum olduğunu öğrendiğini, Baybaşin’in iki tane Kıbrıslı kızın eroin getirdiği bir mahalde dolakırken yakalandığını, polislerin ona tesadüfen yakalandığını, kızların malı onun verdiğini söylediklerini, onun üzerine Baybaşin’in Island Wight denilen küçük bir adadaki hapishaneye hükümlü olarak konulduğunu, Mete Bozbora, Hüseyin Çoban’la birlikte cezaevinde Baybaşin’le görüşme yaptıklarını, Baybayin’in orada durumunun çok kötü olduğunu, hergün dayak yediğini, ne yapıp edip kendisini Türkiye’ye götürmelerini istediğini, Hüseyin Başbayin’in kendisine yalan söylediğini tespit ettiklerini ve davasını yine almadıklarını, sonradan öğrendiklerine göre 1986 dan sonra başkaları kanalıyla Türkiyedeki bir İngiliz ile tabur edilmek suretiyle Türkiyeye gelişinin sağlandığını, Bayrampaşa da cezaevinde olduğunu, tahminen 1988 de gelmiş olabileceğini, yine tahminen 1989 senesinde Mete beyle beraber, Feridun Kocamaz’ın yanında üç tane daha adamın yazıhanelerine geldiklerini, Hüseyin Başbayin’in kardeşi Mehmet Şirin Baybaşin’in Silivri’de bir çiftlikte yakalanan eroin ile ilgili olan ve İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinde devam eden davalarını aldıklarını, bu davayı iki celse girdikten sonra bıraktıklarını, bu olaylarda herhangi bir siyasînin veya yöneticinin ilişkisini bilmediğini, Baybaşin’in hayatı boyunca dört veya beş defa gördüğünü belirtmiştir.(Ek:183)

11-İstanbul Valisi Rıdvan YENİŞEN 27.12.1996 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Sayın Cumhurbaşkanı sık sık İstanbul’a gelir ve kendisiyle sık sık görüşürüz, 14 Kasım günü çok yoğun bir programları vardı. Program sonrasında da Polat Renasionse otelde bir akşam programı vardı, o programdan sonra evde Kemal Yazıcıoğlu ile görüşebileceğini söylediler, 22.00 sıralarında. Sayın Cumhurbaşkanımızla birlikte otelden çıktık, Leventteki ikametgahta Kemal bey bizi kapıda karşıladı ve içeriye girdik; Sayın Cumhurbaşkanının konuyu sormaları üzerine, Yazıcıoğlu, 25.8.1996 günü Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliğine gelen isimsiz telefon ihbarında Ömer Lütfü Topal’ı Özel Harekat polisleri Ercan Ersoy, Ayhan Çarkın, Oğuz Yorulmaz ile maktülün ortakları olduğu söylenen Ali Fevzi Bir (Aliço) Sami Hoştan (Arnavut Sami) adlı şahısların öldürdüğünü beyan ediyor. Bu ihbar üzerine ön çalışma yapıldığını takip edildiklerini, 28.8.1996 tarihinde bu kişilerin Asayiş Şube Müdürlüğünce gözaltına alındıklarını, olayda kullanılan silahın Şarjörü üzerindeki koli bandından elde edilen parmak izi ile bu beş kişinin parmak izi mukayesesinin yapıldığını, benzerlik olmadığının tespiti üzerine İçişleri Bakanıyla da görüşülerek, onun talimatı ile Genel Müdürlük ile temas kurulup, daha geniş imkânlarla araştırma yapılmak üzere 29.8.1996 günü akşamı bir tutanakla beş kişi, Genel Müdürlükten görevlendirilen ekibe teslim edildiklerini, Yazıcıoğlu’nun, bunlar Ankaraya gönderildikten sonraki günlerde yapılan araştırmalara göre, elde edilen bazı karineler ve işaretlerin bu öldürme fiilini bunların yaptığı intibaını verdiğini ifade ettiği,

Sayın Cumhurbaşkanının, Emniyet Müdürüne, gözetim altına aldığını şahısların yazılı ifadelerini aldınız mı? bu sorguya, karşılıklı görüşmeyle ilgili bant kayıt, bu şekilde bir kayıt var mı? sorularının, Yazıcıoğlunun alınmış yazılı ifade olmadığı, bant, kaset bulunmadığını kesin bir dille Cumhurbaşkanına ifade ettiğini, Cumhurbaşkanı’nında, hiçbir zaman Devlet suç işledi olmaz, hangi şahıs suç işledi ise Devlet onun yakasına yapışmalı , bunlara Devlet karşı çıkar şeklinde beyanda bulunarak; her türlü imkân kullanılacak, gayret sarf edilecek ve Devletin şüphelerden, şaibelerden arındırılıp temize çıkarılmasını” istediğini, talimat olarak verdiğini,

Olay günü yine bir telefon ihbarıyla, 23.30’da Yeniköy Karakol Amirliği ve Taneceviz Sokağında bir otoya seri şekilde silahla ateş edildiğinin bildirildiğini, ekibin bahse konu yere gittiğinde, çalışır vaziyette 34 BTG 96 plakalı BMW oto içinde Ömer Lütfü Topal’ın cesediyle karşılaşıldığını, maktülün incelemelerinin yapıldığını, otonun arkasından 20 metre uzaklıktan atılmış 7.61 mm çaplı kalaşinkof marka iki tüfek bulunduğunu, tüfeklerden birinde, üzerine takılı vaziyette koli bandı ile sarılmış bir adet şarjör olduğunu tüfeğin şarjöründeki koli bandı yapışkan iç yüzeyinden mukayese edilir nitelikte parmak izi tesbiti yapıldığını, bu tesbitin Bekletme Fişine yapıştırıldığını, o orada dururken 5 Aralık günü Sabah Gazetesinde çıkan Abdullah Çatlı’nın Şahin Ekli adını kullandığına dair bir haber üzerine ki o tarihte Emniyet Müdürününde görevinden uzaklaştırılmış olduğunu, kendisinin bilgisi dahilinde arşiv araştırması yapıldığını, 26.2.1992 tarihinde yurtdışına çıkarken Şahin Ekli adına düzenlenmiş sahte pasaportla yakalandığına ilişkin kaydı bulduklarını, o tarihte parmak izinin on parmak olarak alınıp, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığına sanığın sevk edildiğini, Savcılığın tahkikat açmasına karşın suç niteliği sebebiyle sanığın serbest bırakıldığını,

Abdullah Çatlı’nın diğer parmak izlerinin de kayıtlardan çıkarılarak tüm parmak izleri karşılaştırmasında bütün izler arasından tam bir uygunluk sağlandığını tesbit edildiğini, 1977 yılında Abdullah Çatlı’nın 6136 sayılı kanununa muhalefet, polise ateş etmek suçlarından Balıkesir Edremit’te de alınmış parmak izleri bulunduğunu,

Abdullah Çatlı’nın Interpol tarafından alınan parmak izleriyle, Türkiye’de tesbit edilen parmak izleri arasında bir uyum tesbitinin yapılıp yapılmadığını bilmediğini, koli bandı dışında parmak izi tesbit edilmemiş olduğunu, sağ orta yarım parmak izinden başka parmak izi bulunamadığını, diğerlerinin eldivenli olduğunun söylendiğini,

Emniyet Müdürünün Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi kendisinin talep ettiğini, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanının İstanbul Valisinden bu olayla ilgili bilgi talep etmediklerini,

Emniyet Müdürünün kendisine herhangi bir band olmadığını söylediğini,

Cumhurbaşkanından destek alarak, yetki almak amacıyla görüşme oldu ifadesinin Cumhuriyet Savcılarının niyabeten Emniyet güvenlik kuvvetlerinin adli bir araştırma yapmasında hukuken bir aksaklık bulunmadığını, bu yetkilerinin kullanılmasını adli yada idari mercilerden kaynaklanan bir engel bulunmadığını, parmak izinin yüzde yüz hiç değişmesi mümkün olmayan bir delil olduğunu, sonrasınında bağımsız Türk Adliyesine ait olduğunu,

Kendisinin de kişilerin Emniyet Genel Müdürlüğüne tesliminden sonra haberinin olduğunu, neden bilgi verilmediğini ilgililerden sorduğunda, bunların memur olması nedeniyle hassas bir konu olduğunu, bir ihbar üzerine işlem yapıldığını, maddi delil elde edilmesi halinde zaten Sarıyer Savcılığına verileceklerini ve aynı anda da Vilayete bildireceklerini söylediklerini,

İstanbul’da bugün 25 tane talih oyunları oynanan salonlar bulunduğunu, İçişleri Bakanlığının yazdıkları yazıdan sonra İstanbul Valiliği olarak resmi Gazete’de yayınlanan 1 Ekim tarihli bir tebliğ, ilan, yasaklama kararı çırkarttıklarını, şimdiden sonra yeni düzenleme yapılıncaya kadar bu yerlere Türk vatandaşlarının alınmasının yasaklandığını, Türklerin alınması halinde Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun ilgili maddelerinin uygulanacağını, yani kapatılabileceğini gerekçeli bir yazıyla Resmi Gazete’de yayınlatıp, bu uygulama çeşitli ikazlarımızdan sonra muhtelif şekilde çok kapatma kararı şahsen uygulamaya başladığını, idare mahkemesinin bir süre sonra bu tebliğ için yürütmeyi durdurma kararı verdiğini, o zaman tebliğin geçerliliğinin kalmadığını, böylece de oyun salonları eski durumuna dönmüş olduğunu, yargı kararına uymaktan başka yapacağı bir şey olmadığını,

İstanbul Emniyet Müdürü iken Bursa Valiliğine atanan Orhan Taşanların, bu atama üzerine verdiği “beni kumarhaneler mafyası buraya tayin ettirdi” şeklindeki beyanı konusunda da, kumarhaneler için aldığı tedbirler nedeniyle hiçbir güçlük ya da zorlukla karşılaşmadığını, pekçok büyük oteli kapatmasına karşılık, konuya ilişkin bir ricacının bile kendisine gelmediğini, görevin yapılması halinde bir şey olmayacağı kanaatinde olduğunu, Devletten güçlü kimsenin bulunmadığını, Bursa İl’ine Vali olarak atanmanında bir terfi olduğunu belirtmiştir.(Ek:184)

12- Ahmet BAYDAR 22.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Yozgat Milletvekili Ahmet Baydar’ın torunu olduğunu, ondan öncede Belediye Başkanlığı yaptığını, Binbaşı Halil Baydar’ın tüccar olduğunu ceviz tomruğu yaptığını,

Uzun yıllar kendisinin Perşembe pazarında demir-çelik ithalatı yaptığını, 1980 yılında iş hayatına atıldığını, 1985 yılına kadar demir çelik ticareti yaptığını, Türkiye’de üretim sıkıntısı doğ da dünya pazarlarından ithalat yaptıklarını, sık sık döviz dalgalanması sebebiyle kazandığı yada kaybettiği dönemler olduğunu, pamuk balya çemberi üreterek sanayicilik yaptığını, bu üretimlerinin 8-10 yıl sürdüğünü,

İki ikibuçuk yıl önce burada bir arkadaşı ile otururken yanlarındaki masada bulunan kişilerin anlattığı bir fıkra nedeniyle tanıştıklarını, birbirlerine kartlarını verdiklerini ve daha sonrada Mehmet Özbay isimli bu kişinin ofisine geldiğini, bu karşılaşmanın İstanbul’da olduğunu, sözkonusu yerin adının Zeytin Sardunya olduğunu, kendisine tekstil ihracaatı yaptığını söylediğini, Arzu hanım isminde bir kişi ile beraberliği olduğunu, onun kızkardeşinin de izmir’de yaşayıp, zaman zaman İstanbul’a geldiğini, bu gelişlerinden birisinde Gonca hanımın, Mehmet Bey’le tanıştıklarını, bir müddet sonrada arkadaşlık yapmaya başladıklarını,

Baysa şirketini Ant Güven Sazak karısı Slvia Sazak, kendisi, Mine Baydar ve oğlu Alper Baydar ile birlikte 1992 yılında kendisinin kurduğunu, 1995 yılında ortaklıktan ayrılma kararı aldıklarını yönetim kurulunda enaz 3 kişi olması gerektiğinden kendisi dışında ikinci kişi olarak 16 yıldır yanında çalışan Fehmi Tarım’a yönetim kurulu üyeliği verdiğini, o sırada Mehmet Beyin orada oturduğunu, üçüncü kişi olarak kimi yapalım diye kendi kendilerine düşünürken, onun ben olabilirim dediğini, bu nedenle de yönetim kurulu üyesi olduğunu, ancak başsanın % 100 hamiline hisse senetlerinin kendisine ait olduğunu, şirketin alanının inşaat, petrol, dış ticaret, ithalat, ihracat gibi çok geniş olduğunu,

Baysaş’ın tek yaptığı işin Botaş’taki sılaç (petrol çamuru) sanayie verilmesi ve çamurun bulunduğu yerin temizlenmesi işi, onun miktarının 22 bin ton olarak hesap edildiğini 220 bin dolar, o zamanın parası ile 10 milyar lira olduğunu, ancak 10 bin ton civarında bir çamur çıktığını,

Kendisinin baysa dışında Kursaç, Mersa kureks gibi şirketleride bulunduğunu bunlar vasıtasıyla Demir, çelik, Amerika ve İtalyadan pirinç, Hindistan Sudan, demir-çelik, romanya dan canlı hayvan, çimento görevinde Romanyadan çimento, bulgaristandan demir-çelik, harb çıkmazdan öncesinde Yugoslavyadan demir-çelik ithal ettiğini, bu tür işler yapan bir firma olduğunu,

1990, da dolar krizi sebebiyle büyük darbe aldıklarını, daha sonra şeker ithalatında yine sıkıntıları doğduğunu, 5 nisan kararlarından sonra bankalarında üzerlerine gelmeye başladığını, bu nedenle rahat çalışmak için, sıfır bir şirket olarak 1992 yılında Baysayı kurduklarını,

Botaş’ın sılaç konusu ortaya çıkması petrol ile uğraşan iki eksperi, sılaçın olduğu yere gönderdiğini, numuneler öldürdüğünü içine bazı kimyevi maddeler katıldıktan sonra sanayi yakıtı olarak kullanılabileceğinin tespiti üzerine sılaça talip olduklarını, kendilerinden önce teklif veren firmaların tonunun 1000 dolar verdiklerini, ihaleyi aldıkları tarihte Mehmet Beyin yönetim kurulu üyesi olmadığını,

Kendilerinin İstanbul’da oturmaları sebebiyle iskenderuna sık sık gitmelerinin zor olduğunu, bu nedenle Mehmet Beyin Turgay Maraşlı’yı orada çalışabilecek kişi olarak tavsiye ettiğini, şirkete sigortalı olarak dahi alındıklarını, kar ettiklerinde bir şey vereceklerini düşündüklerini, kendilerinin de Güven Tezerdi isimli petrol içinden anlayan ancak güvenmedikleri bir kişiyi görevlendirdiklerini, bu çocuğuda onun başına koyduklarını, daha sonra özellikle çok kaba olması nedeniyle şikayetler almaya başladıklarını, hatta Botaşta çalışanlardan da şikayetler geldiğini, daha sonra da Mehmet Beyin kendisini uyardığını ve o kişinin şirketin parasını çaldığını söylediğini yaptıkları tespitle şirkete ait parayı çaldığını tespit ettiklerini, 5 liraya sattığı malı 3 lira gösterdiğini, kendi evine ve ailesine pek çok harcama yaptığını ve Toyota marka araba olduğunu, bu suretle 5-6 milyar lira içeri attığını, bunun üzerine Turgay Maraşlının işine son verdiklerini ve kovduklarını, bu konuda Botaş şirketinede bu şahsın şirket ile ilgisinin kalmadığını yazı ile bildirdiğini, 5-6 ay süreyle kendileriyle çalıştığını, Turgay Maraşlı’yı hiç tanımadığını, bir gittiğinde Ukraynalı bir eşi olduğunu gördüğünü,

Mehmet Özbay’ı yönetim kurulu üyesi olarak, genel kurulda görülebileceğini ancak ne çekte, ne faturada ne de anlaşmada hiçbir imzasının ve yetkisinin bulunmadığını,

Mehmet Özbay’ın kaabiliyetli bir yanını göremediğini, ya da anlayamadığını, ticari yönde pek fazla bir bilgisinin bulunmadığını, parasal tıkanmaları olduğunda, Mehmet’ten borç istediğini, ancak onunda yemin ederek yok dediğini, bulamam dediğini, hatta 150-200 milyon istediğinde de yok dediğini ondan sonrada sıkıntı geçene kadar kendisini hiç aramadığını,

Mehmet Özbay’da duran telefonun kendisine ait telefon olmadığını Botaş işi için alınan 3-4 telefondan birisinin şirkete getirildiğini ancak bundan daha sonra haberi olduğunu, Botaş’ın içinde tankların ve havuzların olduğunu, aralarında çok mesafe bulunduğunu, kamyoun kantara gidip tartıldığını, sonra satış için gittiğini, telefonlarında bu işlerde haberleşme için kullanıldığını, Mehmet Özbay’daki telefonun İskenderun’da çalışan Ali ismindeki bir çocuğun adama kayıtlı olduğunu,

Botaş işinden zarar ettiğini halen 15 milyar lira borcu bulunduğunu,

Mehmet Hadi Özcan’ı tanıdığını Botaş’ta sılaç olduğunu söyleyen adamın o olduğunu, Bulgaristan ve Romanya’da iş yaptığı kişilerin kendisi ve ellerinde gazoil adetif olduğunu ithal edip etmeyeceğini sorduklarını, sılaçın sanayii artığı yapılması için gerekli maddelerden olduğu için bu malzemeden de almaları gerektiğini, bunun İzmit’e geleceğini değerlendirdiklerini, Mehmet Özbayın o zaman deposu olan bir tanıdığının İzmit te olduğunu, adamın Hadi Özcan olduğunu, söylediğini, ramazan günü onun yanına gittiklerini, depoyu, tankları alemdar kimya gibi bir yerden kiralayabileceklerini söylediğini, bu suretle tanıştıklarını, ancak onunla daha sonrasında ilişkilerini devam etmediğini, bilahare bu adamın işin % 50 atağı olduğunu sağda solda söylediğini duyduğunu,

İhale aşamasında 3 firma olduklarını, diğer iki firma 100 lira gibi rakamlar verirken kendilerinin 10 dolar verdiklerini,

Korkut Eken’i tanımadığını, İbrahim Şahin’i tanımadığını, Mehmet Özbay ile onları birlikte görmediğini, Botaş’ta kendilerine yardımı olan kimse bulunmadığını,

Şemsettin isimli bir şahsın bu iş için talip olduğunu ve bin lira teklif verdiğini, kendilerinin ihaleyi alması üzerine bu şahsın Enerji Bakanlığı Müsteşarının çıktıklarını, sonra yeniden ihale edildiğini, ihalede 800 dolar fiyat verildiğini, tankların içindeki suyu hesap etmediklerini, bu sebepten düşük fiyat verdiklerini, taşeronluk yapmak istediklerini söylediklerini, arena programına çıkan adamın bu olduğunu, çok konuşan ve yalan söyleyen bir adam olduğunu, Botaş kayıtlarında bu malın, 22 bin yüzde 30 30 bin falan gözüktüğünü ama malın 20 bin tonu ve 10 bin tonu mal neden bu kadar bu işe asıldığını anlamadığını, yıllarca bu adamın pompalarla hortumlarla sılaş denen çökeltiyi bu tanka topladığını, 715 nolu tank, belkide adam 30 bin ton topladığı gibi gösterdiğini, Güney Makine isimli firmanın

Ömer Lütfü Topal’ı tanımadığını hiç yerine gitmediğini, Haluk Kırcının hiç gelmediğini, tanımadığını, şirketlerine hiç tıbbi malzeme satmadığını,

Abdullah Çatlının Susurluk olayındaki ölümünden sonra cenazesinin alınmasına gitmediğini, bir gün sonra Gonca Hanımın cenazesini erkek kardeşi ile birlikte aldığını, teşhis edenlerinde kardeşleri olduğunu,

Abdullah Çatlı’nın İstanbul’da evine 1-2 kez gittiğini, Meral Çatlı ve çocuklarını tanıdığını,

Kürşat Yılmaz’ın adını gazetelerden duyduğunu, hiç karşılaşmadığını,

Bilal Atik’in bir defa ofislerine geldiğini, çok komis bir rakam teklif ettiğini, maliyetin altında,

Şahin Tekdemir, Turan Gedikli Sultan Nakkış’ı hiç tanımadığını,

Alper Tekdemir’i Hadi Özcan’ın yanında gördüğünü, sonradan polis olduğunu öğrendiğini,

Abdullah Çatlı’ya karısının bile Mehmet diye hitap ettiğini kandırılmış olabileceğini, hatta kızının kendisinin bir arkadaşına sorusu üzerine Abdullah Çatlı’yı sevmediğini, adını Mehmet olarak yalan söylediğini, senin isminde mi? değişik diye kendisine sorduğunu, üzüldüğünü,

Abdullah Çatlı’nın inşaat, dış ticaret gibi bir şirketi olduğunu bilmediğini, sadece sultan Tekstili bildiğini,

Zarar etmeye başlayınca, kağıt üstünde kopmalar olması da işten kopmalar başladığını,

And Güven Sazak’ın Kursaş’ta üyeliğinin olduğunu, ayrılma kararı alındığını, ancak genel kurulun yapılmadığını, o şirketlerin problemleri olduğunu, borçları olduğunu onların ödenmemiş olduğunu, onun için de tam ayrılmamış olduklarını,

Abdullah Us’u tanımadığı,

Basının olayları topluma yanlış aktarmasından dolayı çok sıkıntı çektiğini,

Fransada hapiste kaldığına ilişkin bir duyumu olmadığını, bu işlerden hoşlanmayan bir yapısı olduğunu,

Mehmet Beyin, fatura almak için kullanılan fatura kartından, şirketleri aldığını, otelde kaldığını, bunları tespit ve masraftan düşmek üzere satın almayı düşündüğünü Başsa adını alıp alamayacağını sorduğunu, kendisininde de alsa da birşey ifade etmeyeceğini söylediğini, onun aldığını daha sonra da kendisi için yeni fatura kartı bastırıp verdiklerini,

Sami Hoştan’ı tanımadığını, bir defa yemekten çıkıp, gazinoya gittiklerini, Arzu Hanım’ın küçük bir oyun oynadığını, birbirlerini Mehmet Bey ile Sami Beyin sadece tanıdıklarını ancak samimi bir hava hissetmediğini 15-20 dakika oturduktan sonra gazinodan ayrıldıklarını,

Genelde Mehmet Bey, Arzu Hanım, Gonca Hanım ve kendisinin birlikte yemeğe gittiklerini, gezdiklerini, Mehmet Beyin sırdaşı ya da dert ortağı falan olmadığını, kendi cep telefonunu Savcı Bey’ede verdiğini, cep telefonu, araç telefonu, şirket telefonu ve ev telefonunu hiçbirini değiştirmediğini, telefon arama listesinden kendisini kaç defa aradığının, kendisininde onu kaç defa aradığının tespit edilmesini istediğini belirtmiştir.(Ek:185)

13- Ekrem MARAKOĞLU 30.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Kendisinin Ömer Lütfi Topal’ı, 1964 yılında avukatlığa ilk başladığı zamanlarda bitirimhane tabir edilen bir kumarhane işletmecisi olarak müşterek tanıdıkları kanalıyla tanıdığını, o zamanın yeraltı dünyasının kaçakçılık-kabadayılık-kumarhanecilik temeli üzerine kurulu bulunduğunu,

Ömer Lütfi Topal’ın 1978 yılında uyuşturucu kaçakcılığı suçlamasıyla tutuklanması olayında kendisinin hukuki çabalarına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın Amerika’ya gönderildiğini; 1985 yılında tahliyesini takiben Türkiye’ye geldiğinde yeraltı dünyasının temel felsefesinin de iktisadi kabadayılığa ihale-arazi- tahsilat üçgenine dönüşmüş bulunduğunu,

Kumarhaneciliğe tekrar başlayan Ömer Lütfi Topal’ın bir cinayet olayından hapise düştüğünü ancak meşru müdafa ve genel affın yardımıyla 50-55 gün sonra çıktığını ve sabıka kaydının oluşmadığını,

Ömer Lütfi Topal’ın casino işletmeciliğine 1991 yılında Adana Seyhan otellerinin casinolarını alarak başladığını, kendisininde emperyal Şirketleriyle ilişkisinin 1993 Martında Alanya da meydana gelen ölümlü bir avukatın malzeme takibiyle başladığını, 1994 yılının sonlarında şirketin vekaletini de aldığını,

1994 Aralığındaki Akgün Otel Bülent Fırat cinayetinde, Ömer Lütfi Topal’ın casinolarını kumarhane geleneği yöntemi ile çalıştırdığını farkettiğini; bu yöntem içinde kullanılıp atılmış insanların Mart 1996 tarihindeki Hikmet Babataş cinayetinden sonra kendisine Ömer Lütfi Topal’ın da hayatının tehlike altında olduğunu hissettirdiklerini ancak Ömer Lütfi Topal’ın bunu ciddiye almadığı,

Ömer Lütfi Topal’ın ölümünden sonra aynı marka ve benzer plakalı arabasıyla olay mahalline endişe içinde giderken hiçbir polis arabasına ve çevirmeye rastlamadığını, olaydan sonra şirket yöneticileriyle yaptıkları toplantılarda olayın failleri olarak akıllarına Hikmet Babataş’ın yakınları, Dev-Yol ya da bir başka azmettirici kişinin geldiğini,

Kendisinin olayın faillerinin ortaya çıkarılması için çabalamasına rağmen Ömer Lütfi Topal’ın ailesinin kendisine ve sorgulamasına karşı bir duvar ördüklerini, bunun nedeninin de Kuşadasındaki Casino Müdürünün karıştığı bir cinayet sonrasında, bu müdürün Kuşadası emniyetine güvenlikli bir şekilde teslim edilmesi sırasında Ömer Lütfi Topal kanalıyla tanıdığı özel harekatçı Ercan Ersoy ile olan ilişkisinin olabileceği,

Ali Fevzi Bir, Sami Hoştan gibi kişileri Emperyal grubu bünyesinde çalışmaya başladıktan sonra tanıdığını ve Sami Hoştan’dan, Abdullah Çatlı’nın ara sıra yanlarına geldiğini duyduğunu, yine bu şekilde Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’ta bulunduğu bir sırada Abdullah Çatlı’nın da orada Ömer Lütfi Topal ile görüştüğünü duyduğunu,

Ömer Lütfi Topal cinayetinde, Emperyal şirketler grubunu çok büyük zarara sokacak bir maddi ihtilafın olması gerektiğini, ancak ailenin kendisine karşı uzak durması nedeniyle sadece duyumlara dayanarak bazı öngörülerde bulunabildiğini, örneğin, Ömer Lütfi Topal’ın ölmeden bir gün önce İspanya’dan arayan İsmail Tank adlı birisiyle adet-i hilafına rağmen çok uzun ve sert bir tartışma yaptığını, geçmişte İspanya’da uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatmış bulunan Giresunlu bu adamın Ömer Lütfi Topal ile geçmişe dayalı çok özel bir hukuklarının bulunduğunu ama ailenin bu konuları saklamaya çalıştığını,

Mehmet Ağar ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin, 1986 da Mehmet Ağar’ın Ömer Lütfi Topal ile Alattin Çakıcı’nın ortaklaşa çalıştırdıkları kulübü kapattırmasından ibaret olduğu, çeşitli vesilelerle örneğin Necati Kurmel kanalıyla Mehmet Ağar İçişleri Bakanı iken Ömer Lütfi Topal’ın tanışma çabalarına karşı Mehmet Ağar’ın uzak durduğu, ancak ısrarlar karşısında “Dilkum sitesinde karşılaşırsak bir merhabalaşırız herhangi bir sorunumuz yok” ifadesini duyduğunu,

Hüseyin Kocadağ ile Ömer Lütfi Topal’ın ilişkilerinin ise çok daha yakın olduğunu, zaman zaman İbrahim Polat’ın da ortak olduğu Polat otelinin casinosunda sık sık beraberce oturduklarını, 1994 yılındaki Akgün oteli cinayetinden sonra araya bir soğukluk girdiğini, Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinden bir ay önce Celal Doğan’ın kendisine Fenerbahçe Kulübünün yöneticilerinden Hüseyin Kocadağ’ı yolladığını, kendisinin de bunu ömer Lütfi Topal’a haber verdiğini, bu toplantının DGM ile de ilgisi bulunduğunu çünkü teypten yazıya döktüğü yazılı ifadesini DGM ne de verdiğini, konunun da Gaziantepli bir kaç işadamının G.T.O. başkanının adı arkasına sıklanarak kumar borçlarının hafifletilmesi yönünde bir ricadan ibaret olduğunu ancak konunun basına daha değişik şekilde yansıtıldığını, Hüseyin Kocadağ’ın sanki köşke (Cumhurbaşkanlığı) yakın birisi tarafından görevlendirilmiş ve o kişi de bu işin halledilmesini istiyormuş gibi bir intiba uyandırmaya çalıştığını, bütün bu konuların da kendi mantığı açısından ve tarih bakımından Ömer Lütfi Topal’ın da dahil edildiği söylenen 58 kişilik liste ile ilişkili olması gerektiğini,

Ömer Lütfi Topal’ın haraç anlamında birilerine hiçbir şey almadan para verecek bir yapısı olmadığını böyle bir işi ancak çok büyük ir baskı karşısında yapabileceğini,

Kendisinin 1994 Haziranında Ömer Lütfi Topal ile birlikte Müdüriyet odasındayken VIP salonu monitöründen Necdet Menzir ile Hüseyin Kocadağ’ı gördüğünü, bütün casinolarda video kayıt sistemine bağlı kameraların bulunduğunu, bunun herhangi bir itiraz durumunda kullanıldığını; ancak Murat Topal tarafından bu kasetlerden birisinin fotoğraflandığı ve bu fotoğraflardan birinin Hüseyin Kocadağ’a gösterildiğini, sonraki konuşmalarında Hüseyin Kocadağ’ın bu konudan ne kadar rahatsız olduğunu belirttiğini ve genelde Klasis’e giden Necdet Menzir’i sanki kendisi şantaj yapmak istermişçesine oraya özellikle götürdüğü gibi bir durumun ortaya çıktığını, ancak resmin kritik dönemlerde dahi ortaya çıkmamasının kendisine bir güvence verdiğini söylediğini,

Ömer Lütfi Topal’ı öldürenler ve azmettirenler arasındakti ihtilafın ve Kemal Yazıcıoğlunun aldığı ihbarın netleştirilmesinin art olduğunu,

Ömer Lütfi Topal bir yerlere 10 milyon 17 milyon dolar gibi bir para gönderdiyse bunu şirket yetkililerinin, ölümünden sonra da ailesi ve yakınlarının bilmesi gerektiğini,

Kendisinin “Ömer Lütfi Topal Ankara’ya gittim ismimi listeden sildirdim” beyanının ise cinayetten onbeş gün önce Alanya Seven Seas tatil köyünde bir yemekte Ömer Lütfi Topal’dan şahsen duyduklarına dayandığını,

Bu tür konularda Ömer Lütfi Topal’ın dostalıran ve yakınlarına başvurulması gerektiğini, örneğin 1989 yılına kadar en yakın dostunun halen İspanya’da bulunan Nail Akdeniz olduğu, bu tarihten soraki en yakınlarının şirketinin Genel Müdürü, gazinolarının genel müdürü ve Ünit Utku gibi kişiler olduğunu,

Ömer Lütfi Topal’ın ağzından Sami Hoştan ile Sedat Bucak’ın tanıştıklarını ve görüştüklerini duyduğunu,

Ömer Lütfi Topal’ın Türkmenistan da yaptığı yatırımlar nedeniyle kurduğu ilişkiler kanalıyla Diplomatik Türkmenistan Pasaportu almış olabileceğini, yine İsrailli ortağından da bazı bilgilerin alınabileceğini,

Bir yandan mütevekkil, bir yandan da o dünyanın şartlarından kaynaklanan kuşkulu bir yaşam tarzına sahip olan Ömer Lütfi Topal’ın nasıl bir koruma ve güvenlik sistemine sahip olduğu sorusuna cevaben; daha çok yeraltı dünyasının geleneklerine dayanan, emekli emniyet mensupları ve fiziken güçlü insan kaynaklarını ve ruhsatsız silahları kullanan ve özellikle başlangıç safhasında bizim gazinolarımızda herhangi bir olay olmasın diye çok aşırı tepkiler gösteren bir güvenlik sistemi kurulduğunu, bu sisteminde rakipler tarafından çok rahat bilinebileceğini ve içerden de destek alınabileceğini,

Ömer Lütfi Topal’ın vefatından sonra ilk eşini başsağlığı dilemek için ziyaret ettiklerinde tesadüfen televizyonda Susurlukla ilgili haberler geçtiğinde ilk eşinin “kanı yerde kalmadı” ifadesi üzerine kendisinin “Peki Sami’den, Aliço’dan bir şüphe veya endişeniz var mı?” sorusuna cevaben de “Ama, Özer Çiller’den şüphe ediyorum.” dediğini, ancak kendisinin Sami Hoştan ile merhabalaştığını bildiklerinden bilerek de kendisine böyle denilmiş olabileceğini, zaten kendisinin daha önceden Ömer Lütfi Topal veya çevresinin ağzından buna yönelik başka bir şey duymuş olmadığını,

Ömer Lütfi Topal’a ait otellerin özellikle bayram tatillerine ilişkin misafir listelerinde çok sayıda yargı mensubuna rastlanabileceğini yine aynı şekilde Tepebaşı Emperyal de sırf yargı mensuplarının yemek ve aynı ihtiyacını karşılayan bir lokal oluşturulduğunu,

Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan’ın 3 özel tim mensubuyla beraber İstanbul da gözetim altına alındıktan sonra Ankara’da serbest bırakılmalarını takiben kendisinin istaanbul’da Sami Hoştan ile görüştüğünü ve hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarana kadar da işinin başında olduğunu duyduğunu ve gıyabi tutuklama kararını takiben ortadan kaybolduğunu,

Ömer Lütfi Topal’ın kendisine Bodrum olayında Ercan Ersoy’u yolladığına göre diğer özel tim görevlilerini de tanıyıp tanımadığı sorusuna cevaben herhangi bir bilgisi bulunmadığını,

Ömer Lütfi Topal ile Cavit Çağlar arasında herhangi bir çekişme bulunmadığını, Cavit Çağlar’ın bir başkasından alacağını alamadığı için bu alacağı Ömer Lütfi Topal’dan istediğinin söylenildiğini,

Ömer Lütfi Topal’ın Hüseyin Kocadağ ile görüşmediğini ve hatta Hüseyin Kocadağ’ın geçmişte böyle bir taleple geldiğinde görevlinin “sizin buraya girmeniz istenmiyor” ifadesinde bulunduğunu bunun da arkasında geçmişte Ömer Lütfi Topal Mehmet Özcan ihtilafında Alevi olması sebebiyle Hüseyin Kocadağ’ın Ömer Lütfi Topal’a karşı Mehmet Özcan’ı tutmasının olabileceğini,

Kendisinin Cavit Çağlar veya Necdet Menzir ile herhangi bir çekişmesi veya ilişkisinin olmadığı, dışarıda spekülasyon konusu yapılmak istenen kameraların normal sistemi içerisinde çekilmiş kaseti herhangi bir yanlışlığa sebebiyet vermemek için şahsen aldığını ve bir resmin yırtılarak imha edildiğini ancak kendisinde bir kaset ve birkaç fotoğrafın halen mevcut bulunduğunu, bunları tutmasının amacının da kendisini korumak olduğunu, esasen bunların imha edilmesini istediğini,

Belçika’da iki Amerika’da beş sene olmak üzere toplam yedi yıl hapiste yatan Ömer Lütfi Topal’ın yeniliklere açık bir insan olarak bu senelerde kendisini yetiştirdiğini ancak kontrolsüzlükle başlayan gazino olayında başlangıçta Turizm Bakanlığının herhangi bir düzenlemesinin olmayışının düzeni tamamen bozduğunu, esasen gazinoların kara para aklamak için uygun bir yer olmadığını, kar oranlarının da uyuşturucu işine göre çok daha iyi olması sebebiyle hiç bir gazino işletmecinin uyuşturucu işine girmeyeceğini,

HAVAŞ’ı almak için Ömer Lütfi Topal’ın her türlü organizasyonu yapmasına ve parası da var iken alamamasına hatta diskalifiye edilmesine karşı tutumunun ne olduğu sorusunu cevaben, Ömer Lütfi Topal’ın herhangi bir itirazda bulunmadığı bu konudaki bilgilerin şirketten alınabileceği emniyetten-istihbarattan gelen uyarılar hakkında bir bilgisinin bulunmadığını,

Sedat demir’in İstanbul Asayiş Şube Müdürü olmasından sonra Nihat Mete aracılığı ile Ömer Lütfi Topal’dan Akgün otel cinayeti sanığı Çetin Gencer’in bulunmasını istediği böylelikle İstanbul’da hiçbir faili mechul cinayetin kalmayacağının söylenmesiyle, kendisinin İstanbul’da dünya kadar faili meçhul cinayet olduğunu bilerek, kardeşi vasıtası ile Çetin Gencer’i buldurarak Fatih Cumhuriyet Savcılığına teslim ettiğini,

Ömer Lütfi Topal’ın Kıbrıs’taki Jasmine Cavit oteli yatırımları, İsrailli ortağı ve Kıbrıs Türk Hava Yollarının özelleştirilmesi konularında kendisinin bilgisinin olmadığını aileden saygı gördüğünü ancak kendisine bilgi verilmediğini,

Şüpheli konularda bilgi edinilmesi için şirketin yöneticilerinin ve aileden bazı kişilerin bir bütün olarak ele alınıp dinlenmeleri gerektiğini, kendisinin Ömer Lütfi Topal’ın ve Emperyalin ceza davaları ile ilgilendiğini, Ömer Lütfi Topal’ın kiminde arandığı, kiminde gıyabi tutuklama kararı bulunan davalarının sürdüğünü, bunlara rağmen istanbul’da işinin başında nasıl serbestçe bulunduğu ve dolaştığının da İstanbul emniyetinden sorulması gerektiğini, Bodrum tahkikatında istanbul savcılığına sonradan talimat yazılarak polisin devre dışı bırakıldığını, Antalya’daki aramanın da polis aramasından savcılık aramasına dönüştürüldüğünü,

Sami Hoştan ile Abdullah Çatlının tanışması ve Ömer Lütfi Topal’ı öldüren silahta da Abdullah Çatlı’nın parmak izinin çıkmasına rağmen kendisinin gözlemlerine göre Ömer Lütfi topal ile Sami Hoştan’ın arasında herhangi bir itilaf bulunmadığını, zaten Sami Hoştan’ın olay esnasında Marmaris’te olduğunu, ihtilafın Ömer Lütfi Topal’ın eşleri çevresinde mevcut bulunduğunu,

Olayın soruşturmasında savcının kendisinin ifadesine başvurmamasının yanında kendisine olan tavrını da olumsuz bulduğunu,

Abdullah Çatlı’yı tanıyan Sami Hoştan’ın da kesinlikle bazı işlerinde onu veya özel tim görevlilerini kullanmadığını, Ömer Lütfi Topal Abdullah Çatlı buluşmasının arkasında küçük günlük olaylardan çok HAVAŞ gibi büyük benzer olayların aranması gerektiğini belirtmiştir.(Ek:186)

14- Sedat BUCAK 21.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1960 Siverek doğumlu olduğunu, siyasete 1991 yılındaki seçimlerde katıldığını, DEP milletvekillerinin, özellikle Abdullah Öcalan’ın yanından gelen elçiler vasıtasıyla kendisiyle görüşmek istediklerini, kendisiyle görüşerek “Biz, Siverek’e, Urfa’ya örgüt olarak gireceği, yalnız tarafsız kalacaksınız, bize karışmayacaksınız, devletin yanında yer almayacaksınız” demek istediklerini bildiğini, devletiyle beraber olduğunu, Bekaa’dan gelen bazı insanlarla görüşmelerinin çoğunu kasete aldığını ve bundan Ankara Emniyeti başta olmak üzere o zamanki tüm devlet yetkililerine bilgi verdiğini, DEP’in kapatılması ve milletvekillerinin çoğunun içeri alınmasında Devlet Güvenlik Mahkemelerine verdiği ifadelerin büyük katkısının olabileceğini, 1993’te bunların kendine karşı ve ailesine karşı bir tavır almak istediklerini ve Siverek’te örgütlü eylemlerin başladığını, Siverek’te Anavatan Partisi İlçe Başkanı ve kardeşinin katledildiğini, bazı köylülerin ve vatandaşların katledildiğini, Siverek halkının bu olayları istemediğini, Siverek halkının tavır almasıyla beraber örgütün orada çökertildiğini, halkla olan içtenliği ve devlete olan bağlılığı nedeniyle kendisine karşı tavırlar olduğunu, kanunsuz bir iş yaptığı zaman devletini çiğnemiş olacağını, İstanbul’a giderken Mehmet Özbay’ı aradığını, Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu çok sonraları öğrendiğini, İstanbul’a dinlenmeye gittiğini, Yalova’daki termale gittiklerini, o akşam yakın arkadaşı Ali Aydınlıktan’ın oğlunun kafasına kurşun değdiğine dair haber aldıklarını, durumunun kötü olduğunu öğrendiklerini, akşam bu durumu arkadaşlarına söylediğini, İzmir’e gitmesi gerektiğini söylediğini, Mehmet Özbay’ın “bende gelirim” dediğini, yola çıktıklarını, Ören’de veya Altaylar’da bir arsa ofisi olduğunu, bu arsaya baktıktan sonra şoförünün gelip “Ağabey, Ali Abinin oğlu vefat etmiş” dediğini onun üzerine hemen harekat ettiklerini, hastaneye gittiklerini, fakat kimseyi bulamadıklarını, daha sonra evlerine gittiklerini, taziyelerini bildirdikten sonra ayrıldıklarını, Princess’te yer ayırttıklarını, otele gittiklerinde bir bayanın Mehmet Özbay’ın yanında oturduğunu, onunda kendileriyle geldiğini, İzmir’e gelirken Kocadağ ile görüştüklerini, Kocadağ’a İzmir’e gidiyorum dediğini, onunda “bilsem bende gelirdim” dediğini, daha sonra uçakla yarın geleceğini söylediğini, ertesi sabah uyandıklarında Kocadağ ile görüştüklerini ve onun geleceğini öğrendiklerini “beni aldırabilirmisiniz?” dediğini, bunun üzerine yanındaki koruma polisi Ercan Bey’i (daha önce Kocadağ’ın yanında çalışmış bir polis olan) Hüseyin Kocadağ ı arabayla almaya gönderdiğini, koruma polislerinde ve şoförün de huzursuzluk gördüğünü, polis Ercan’ın bir ara kendisini çağırıp huzursuz olduklarını ve takip edildiklerini söylediğini, “İzmir’den hemen ayrılalım” dediklerini, Bunun üzerine Kuşadasına gitmeye karar verdiklerini, o gün akşam üzeri çıktıklarını, Onura otel’de kaldıklarını, ertesi gün de orada kaldıklarını, polislerde rahatsızlık ve tedirginlik olduğunu görünce Ankara veya İstanbul’a gidelim dediğini, Hüseyin Kocadağ’ın İstanbul’da işi olduğu için İstanbul’a gidip oradan Ankara’ya geçmeyi düşündüklerini, o gün sabah en geç kendisinin kalktığını ve kahvaltısını yarım bırakarak yola çıktıklarını, o bayan ile Mehmet Özbay’ın arabanın arkasında oturduklarını, İzmir’i geçtikten sonra Kocadağ’ın çok süratli gittiğini gördüğünü, arabanın ibresinin 230’u gösterdiğini, birşeyler söylediğini, Kocadağ’ın kendisine dönüp birşeyler söylediğini ve güldüğünü, kendisininde gülerek yolu görmemek için koltuğun ucuna doğru geldiğini, kaza’dan sonra Ankara’da ancak arabasını televizyonda görünce, kaza yaptığının kesin olduğuna emin olduğunu, arabada bulunan silahların İstanbul’a gelirken dahi olmadığını, o silahlardan bilgisinin olmadığını, kendisinin arabada bulunan Sig Sauter silahı olduğunu, onun dışında polislerinin hepsinin silahı olduğunu, eğer takip ediliyorlarsa bu silahların kazadan sonra arabaya konulmuş olabileceğini, diğerlerinin çantasında vardıysa silahların onların olabileceğini, arabada söylenildiği gibi gizli bölme olmadığını, Mehmet Özbay’ın, köyüne 1 defa 1996 Kasım’ında geldiğini, 1993 yılı sonu veya 1994 yılı başında Siverek’e halka güven verebilmek için gittiğini, Ankara’da babasının vefat etmesi üzerine Siverek’e defnettiklerini ve taziyelerin 1,5-2 ay sürdüğünü bu arada yorgun düştüklerini, 1994 ortası veya sonunda dinlenebilmek amacıyla Ankara’ya geldiğini, daha sonra İstanbul’a gittiğini, İstanbul’da Mehmet Özbayı tanıdığını, Abdullah Çatlı adıyla tanımadığını, kalabalık bir ortamda “siz, Sedat Bucak’sınız” diyerek kendisiyle tanışmak istediğini söylediğini, orada tahminen bir hafta kaldığını, Ankara’ya geldiğinde kendisini telefonla aradığını, kendisinin tekrar Siverek’e döndüğünü, 1995’te geldiğini bir-iki defa Mehmet Özbay’ın kendisini sorduğunu, Ankara’ya yılda 2 ya da 3 defa geldiğini, kendisinin dışarıda bürosu olduğunu, bürosuna gelip, oturup, sohbet edip gittiğini, bu insanla (Abdullah Çatlı) bir illegal ya da legal bir işinin, ya da bağlantısının olmadığını, Çatlı nın kendisine ithalat-ihracat şirketi olduğunu ve ticaretle uğraştığını söylediğini. Abdullah Çatlı ile Gonca Us arasında bir gönül ilişkisi olduğunu varsaydığını, hanımıyla bir-iki defa görüştüğünü, ailece İstanbul’da oldukları bir zamanda Çatlı’nın ailesini alarak bir-iki defa yanlarına geldiğini, hatta bir keresinin de bir düğünde olabileceğini, Mehmet Özbay ile Kocadağ’ın kendi yanında tanıştıklarını varsaydığını, kendinden önce tanıyıp tanımadığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağ ile her zaman görüştüklerini, Mehmet Özbay’ı vatansever biri olarak tanıdığını, konuşmalarının hep bu yönde olduğunu, Hüseyin Kocadağ ın 1980 ihtilalinden hemen sonra Siverek’e emniyet amiri olarak verildiğini, sonra tahminen Ankara’da Özel Harekatın kurulma aşamasında Ankara’ya geldiğini, Siverek’te de Ankara’da da görüştüklerini, Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğü yaptığı sıralarda da görüştüklerini, kendisinin bu sıralarda Siverek’i tanımasından dolayı arada bir geldiğini, babasıyla Hüseyin Kocadağ’ın ilişkilerinin çok samimi olduğunu, babasından sonra bu ilişkiyi kendisinin sürdürmek istediğini, Bucak Aşireti olarak varsayılan topluluğun 40, 50 veya 60 aileden oluştuğunu, Siverek’te 70’i geçici olmak üzere 430 korucu olduğunu bildiğini, Fatih Bucak’ın amcaoğlu olduğunu, Ankara’da oturduğunu, şu anda inşaat şirketi kurduğunu bildiğini, aralarında kopukluklar olduğunu, korumalarını istemesi konusunda; Koruma Şube Müdürlüğünün kendilerini atadığını ve koruma vereceklerini söylediklerini, kendisinin ise koruma istemediğini, daha sonra aradıklarında “siz isim verebilirseniz de olur” denildiğini, bu korumaların Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in korumaları olduğunu, İbrahim Şahin’le PKK’ya karşı tavır ortaya koymak için Emniyet Genel Müdürü, Paşalar, 7. Kolordu Komutanı geldiğinde Özel Harekat Daire Başkanı olarak geldiği sırada konuştuğunu, daha sonra birbirlerini aradıklarını, İbrahim Şahin’in doğuya gittiği zaman, özellikle Siverek güzergahını seçtiğini ve misafiri olduğunu Polis Ercan’a “bana koruma verilmek isteniyor, korumalık yaparmısınız?” diye sorduğunu, onun da “benim bir arkadaşlarla görüşmem gerekir” dediğini, daha sonra “evet” cevabının geldiğini bunların 5 kişi olduğunu, oysa 6 koruma verilmek istendiğini, 6’ncının da bu beş koruma tarafından önerildiğini adının da Mustafa olduğunu, Bakan Mehmet Ağar’a bunların verilmesi için yazdığını ve kabul edildiğini, hatta çok zaman sonra verildiğini, Ömer Lütfi Topal cinayetinden daha sonra korumalığını yapan polislerin gözaltına alınmasından sonra İstanbul valisi veya Emniyet Müdürünü aradığını, bu insanları koruma olarak istediği için bunların işlediği bir suç varsa bunları bilme zorunluluğunu hissettiğini, bu kişilerle (korumalarla) telefonla konuşmadığını, Arnavut Sami yi (Sami Hoştan) bir defa Çınar Otelinde başkalarıyla birlikte oldukları sırada kendisine tanıttıklarını, daha sonra onu görüp görmediğini hatırlamadığını, kendilerinin kumarla ya da kumarhanelerle hiç bir ilişkilerinin olmadığını, bir gece kulübü ya da diskoteğe amcaoğlunun da içinde bulunduğu üç gencin girersin-giremezsiz tartışmaları sonucu öldürüldüğünü, bu olayın kumarla ilgili olmadığını, söylemezleri de bu olaydan sonra bildiklerini, daha sonra bunlardan iki tanesinin öldürülmesiyle kendilerinin hiç bir ilgisinin olmadığını, Mehmet Ağar Genel Müdür olana kadar kendisini tanımadığını, öldüren kişilerden birinin lojmanında kaldığı hususunda; o insanla konuşmuşluğunun olmadığını, tanımadığını, kendisinin evine gelen biriyle gelmişse gelmiş olabileceğini , kalsa bile 1 geceden fazla kalamayacağını, Mehmet Ali Yaprak’ı tanımadığını, televizyonunun da Gaziantep te olduğunu bilmediğini, Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılmasının ailesince yapılmış olamayacağını, Rıdvan Kocaman diye birisini tanımadığını, 1979’da amcasının bir suikastle yaralandığı ve akrabalarından bir çoğunun PKK tarafından öldürülmesi ve kendilerinin PKK tarafından tarafsız kalmalarının istenmesiyle birlikte ailelerinin PKK ile mücadelesinin başladığını, kendilerinin operasyonlara katılmadıklarını operasyonları askerlerin yaptığını, halkın istihbaratı çalışmaları olduğunu, 1979 da PKK tarafından kendilerinden 140-150 arasında kişinin öldürüldüğünü, bir çoğunun kendilerinin yakını olduğunu, Korkut Eken ve diğerlerinin kendi yerlerinin olduğunu onların oralarda kaldıklarını, Mehmet Ağar’ın hiç evine gelip kalmadığını, korucuların çatışmaya gittiklerinde muhimmatı onların kendilerinin aralarında temin ettiğini, HBB Televizyonunda yaptığı konuşmanın 5 veya 10 dakikasını hatırladığını geri tarafını hatırlamadığını, daha sonra bu roportajın kasetini getirttiğini, oradaki konuşmalarını görünce tamamını bile izlemediğini, hükümetin güvenoyu almasından önce Mehmet Özbay’ın çok özel, gizli görüşmek istediğini söylediğini, o görüşmede Mehmet Özbay’ın “ben devletle çalışan gizli bir adamım; bunu da kimsenin bilmemesi lazım şu kimliğim, şu yeşil pasaportum, bu ehliyetim, bu silah ruhsatım, bu nüfus cüzdanım” diyerek birşeyler çıkardığını, Terörde uzman yazan bir kağıt gördüğünü, onun söylediği ismi bir lakap ve kod ismi zannettiğini ve sonuna kadar bile onu Mehmet Özbay olduğuna inandığını, o kimliğin sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu tespit edemediğini, Haluk Kırcı ve Yaşar Öz’ü tanımadığını, Drej Ali’yi tanıdığını, onun taziyelerine geldiğini kendininde İstanbul’daki yazıhanesine birkaç defa gittiğini, PKK’nın ölüm listesinde, birinci sırada olduğunu bildiğini, Abdullah Çatlı’yı 1980’den önce aranan biri olarak bilmediğini, “Ben Abdullah Çatlıyım” dedikten sonra da bir arkadaş olarak ilişkilerinin devam ettiğini, Korkut Eken’in , babasının eski dostu olduğunu, babasının yanına bir defa geldiğini hatırladığını, kendilerine devletin her kademesinden insanların geldiğini, istedikleri bilgileri bilebildikleri kadar hepsini verdiklerini, her zaman devletin yanında olduklarını, PKK’nın Siverek’i yenemediğini, Med TV’de, Abdullah Öcalan’ın söylediği sözlerin kendisine o gün telefonla dinlettiklerini, HBB’ye Sayın Yılmaz’ın kendisini Fransa’da dediğini duyunca “Ben buradayım” mesajını vermek için çıktığını, hastanede emar filmi çektirmek dışında bir yere gitmediğini, kaza anında bu susturucu ve silahlar arabada olsaydı bunların korumalar tarafından alınabileceğini, Meysu’nun sahibinden 300 bin marklık bir senet alma, bürolarında kurşunlama gibi bir olayın olmadığını, tahminen bu olayın faillerinin yakalanmış durumda olduğunu, arabada bulunan silahların arkada oturanlar tarafından konulmuş ya da başkaları tarafından konulmuş olabileceğini, kendisinin 130-140 milyar aldığı şeklindeki ithamların yalan olduğunu, kumarhanelerden haraç almadığını, maaşı dışında kimseden para almadığını belirtmiştir.(Ek:187)

15- Hasan Celal Güzel Yeniden Doğuş Partisi Genel Başkanı 17.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1945 yılında Gaziantep’te doğduğunu, 1975 yılında Süleyman Demirel’in özel müşaviri olarak Başbakanlık’ta görev yaptığını,1977 yılının ikinci yarısında II MC Hükümeti sırasında Korkut ÖZAL’ın İçişleri Bakanlığı döneminde Müsteşar Yardımcılığı, Turgut Özal’ın Müsteşarlığı döneminde, onun yardımcılığını yaptığını, 1980 yılında 12 Eylül’den önce yayınlanan gizli bir genelge ile Devletin Güvenlik Koordinatörü yapıldığını, Emekli Korgeneral Rüştü Naipoğlu, Emekli Hava Korgenerali Refik Işıtman ve Emekli Albay Kadir Bilgen’den oluşan o tarihte artan terör olayları ile meşgul olan bir güvenlik koordinasyon ekibi kurduklarını, MİT, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet İstihbarat Dairesinden gelen bilgilerin bu kurulda değerlendirildiğini ve o tarihte Başbakan olan Süleyman Demirel’e arz edildiğini, o tarihte Başbakanlık Müsteşarı olan Turgut Özal’a da bilgi verildiğini, Başbakanlık Müsteşar Vekilliği ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşar Vekilliği görevlerinde bulunduğunu,12 Eylülden sonra da 35 gün Başbakanlık Müsteşarlığına vekalet ettiğini, Necdet Calp’in Başbakanlık Müsteşarlığına getirilmesi üzerine onunla 5 ay süre ile çalıştığını, Şubat 1981 ayında Süleyman Demirel’i ziyarete gitmesi nedeniyle görevinden alındığını, görevinden istifa ederek Kayseri Erciyes Üniversitesinde öğretim elemanı olarak çalıştığını, 1983 yılı sonunda Anavatan Partisinin iktidara geldiğinde Başbakanlık Müsteşarlığına getirildiğini, 1986 yılının Ağustos ayı başına kadar bu göreve devam ettiğini, o tarihteki ara seçimlerde Gaziantep’ten Milletvekili adayı olduğunu, Milletvekili seçildiğini, Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü olarak göreve başladığını,1987 erken seçimlerinde Gaziantep Milletvekili olarak yeniden seçildiğini, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı olduğunu, Mart 1989 tarihinden itibaren de ANAP Gaziantep Milletvekili olarak devam ettiğini,17 Haziran 1989 tarihinde ANAP’tan istifa ettiğini, 20 Ekim 1991 seçimlerine iştirak etmediğini, 23 Kasım 1992 tarihinde de Yeniden Doğuş Partisini kurduğunu, halen Genel Başkanlık görevini yürüttüğünü,

Babasının Demokrat Parti yöneticilerinden, Dayısı Ali İhsan Göğüş’ün de Halk Partisi Bakanı olduğunu, kendisinin Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iken Türkiye’de sağ denilen öğrenci lideri olarak uzun süre çalıştığını, bütün hadiselere iştirak ettiğini, Hür Düşünce Kulüplerinin merkez sağ çizgide, demokrasiyi savunan, meşruiyetçi çizgide bir teşkilat olduğunu, o tarihte İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın, hatta Adalet Partisi’nin bu teşkilata müdahale etmek istediğini, zira iktidar partisi olmasına rağmen üniversitelere hiç giremediğini, müdahale etmelerini istemediklerini belirtmelerine rağmen dinlenmeyince Adalet Partisi gençlik kollarına el koyarak meseleyi çözdüklerini,

Muhalefet Partisi Cumhuriyet Halk Partisinin bir bürosunu Siyasal Bilgiler Fakültesine kurmuş olduğunu, Türkiye İşçi Partisinin tamamen öğrenci gençliğe dayandığını, Hükümet olan Adalet Partisininde sağcı gençliği solcu gençliğe karşı kullanma staretejisi içerisine girdiğini, İsmet İnönününde bunu hep dile getirip, şikayet ettiğini, Fransada 1968 olaylarını başlatan meşhur Kızıl Rocky’nin Siyasal bilgiler Fakültesi yurdunda bir hafta kaldığını ve polis saldırısına karşı fakülteyi nasıl koruyacakları konusunda sosyalist, marksist öğrenci liderlerine taktik verdiğini gözleriyle gördüğünü,

MHP Ülkü Ocakları Teşkilatının kendisinin de samimiyetle inandığı şekilde son derece vatansever, millîyetçi, millî ve manevi değerlere itibar eden gençlerden oluştuğunu, onların bu hislerini Emniyet Genel Müdürlüğü ve Milli İstihbarat Teşkilatına bağlı kişilerin istismar ettiğini, kullandığını, kendisinden de bu konuda destek istendiğini ancak kendilerinin Türkiye de bir takım terörist olayların meydana gelmesine, dış müdahalelerin olmasına karşı olduklarını ve böyle bir kullanıma karşı çıktığını, bu gençlerden bazılarının resmen Milli İstihbarat Teşkilatında ve Emniyet Genel Müdürlüğünde görev aldıklarını, belli seviyelere kadar da gelebildiklerini,

Devletin istihbarat ve güvenlik örgütlerinin teşkilatların her kesiminden bilgi alması lazım geldiğini, bunun aksinin düşünülemiyeceğini ancak bilgi toplarken bu kesimlerdeki kişileri bilginin ötesinde operasyonel faaliyetlere sokmalarının fevkalade yanlış olduğunu, operasyonların bu teşkilatların elemanları vasıtasıyla yapılması gerektiğini, problemin bu olduğunu, Çatlı hadisesinde de problemin bu nedenle ortaya çıktığını,

Gerek Süleyman Beyin Döneminde gerekse Turgut Beyin döneminde “Sadece Sayın Başbakan tarafından açılacaktır” ibaresi bulunan zarfları onların verdikleri yetki ile açtığını, okuduğunu ve özet bilgileri onlara aktardığını, devletin bu tip bilgilerine sahip 3-4 kişisinden birisi olduğunu,

Milli İstihbarat Teşkilatı ve Emniyet Genel Müdürlüğü arasında çok belirgin bir koordinasyonsuzluk, rekabet hatta zaman zaman sürtüşme ortaya çıktığını, MİT’in istihbarat görevinin kendilerinde olduğunu, Emniyetin sadece adli vakalarda istihbarat yapması, onun ötesine karışmaması gerektiğini, Emniyet Genel Müdürlüğünün de MİT’in iyi istihbarat yapamadığını, Türkiye genelinde birinci şubelerce yapılan kendi istihbaratlarının olmaması halinde dağılacağını, hazıra konduğunu, iyi çalışmadığını iddia ettiğini, bunun özellikle kaçakçılık istihbaratı konusunda ortaya çıktığını, Emniyette Atilla Aytek’in çok kuvvetli bir polis müdürü olduğunu, gözüpek işinin ehli, uyuşturucu kaçakçılığı işi ile çok etkin mücadele ettiğini, ancak bu vasıflarını bilmesinden dolayı Genel Müdürünü bile takmayan, dediği dedik bir müdür haline geldiğini, onun dönemi MİT içerisinde o tarihe kadar kurulmamış kaçakçılık istihbaratı adıyla bir birimin kurulduğunu, Emniyet MİT’in bu işin içerisine girmesinin gereksizliğini savunduğunu, MİT’inde kaçakçılık istihbaratınında kendi konularına girdiğini ve kaçakçılık istihbaratının siyasî konularla da ilişkili hale geldiğini bu nedenle yapmaları gerektiğini savunduğunu bunun uzun seneler tartışıldığını, daha sonra Emniyetteki bu birim ile Mit’teki bu birim arasında problemler çıktığını, Emniyetteki birimin gayrıresmi şefliği daha sonra İstanbul Emniyet Müdür Muavini iken Mehmet Ağar tarafından üstlenildiğini,

Mehmet Ağar’ın Özallarla yakın irtibatının kurulmasının bu olaylara rastladığını, Zeynep Özal’ın Asım Ekren isimli bir müzisyenle münasebeti bulunduğunu, Zeynep ve Semra Özalın gece eğlencesini çok sevdiklerini, bu nedenle sık sık eğlence yerlerine gecenin geç saatlerinde gitmelerinden dolayı koruma sorunu doğduğunu, Başbakanın kızının ve eşinin korunmasının Devlet görevi olduğunu,bu nedenle Emniyet Müdürü Ünal Erkan ile muhatap olduklarını, onun ise politik yanının bulunmaması sebebiyle bu işlerden hazzetmediğini, Mehmet Ağar’ın politikaya daha yatkın olduğunu, kibar nazik, zeki herkes tarafından sevilen, çok süratli hareket edebilen iyi polis denecek özelliklere sahip olduğunu, sivil sektörle çok yakın ilişkileri bulunduğunu, kendiliğinden koruma konularında onun daha öne çıktığını, Zeynep Özal ve Asım Ekren’in Antalyaya kaçmaları ve evlenmelerine ilişkin olaylarda Ekren’in İstanbuldaki aydınlık olmayan çevrelerle münasebetleri bilindiğinden evlenme olayının aile tarafından hiç istenmediğini, bu nedenle polisin koruma görevi altında Antalyaya gitmelerinin kontrol edildiğini, bu olayın Mehmet Ağarın Özallara yakın olmasını sağladığını, çünkü onu tanıdıklarını, Semra ve Turgut Özal ile çok yakın samimi olduğunu, âdeta onların emrinde, özel bir polis gibi olduğunu, Ankara Emniyet Müdürlüğüne terfian getirilmek istenildiğinde Bakanlar Kurulunda kendisinin karşı çıktığını, münasebetleri yönünden bu atamanın yanlışlığını anlattığını, ancak Turgut beyin dediğini yaparak, Ağarı Ankara Emniyet Müdürlüğüne getirdiğini, sonrada Ağar’ın kendisine gelerek, kendisinin aleyhinde olduğunu bilmesine rağmen, ’emriniz varmı sayın Bakanım’ diye sorduğunu, bu tavrının da son derece hazımlı son derece sempatik ve olgun bir insan olduğunu gösterdiğini,

Hiram Abbas’a Emniyet Mit çekişmesinin sebebini sorduğunda, MİT’in bu mafyadan bilgi aldığını, hem uyuşturucu kaçakçılığı bakımından, hemde siyasî bakımlardan bilgi aldıklarını, Emniyetinde bilgi aldığını, Mafyanın dininin imanının para olduğunu, başka birşey düşünmediğini ve terörle beslendiğini, silah kaçakçılığının onlara kar getirdiğini, onlarında hem sağ hem de sol teröriste silah temin edip, para kazandıklarını, bunları bildiklerini, bilgi aldıkları grupları da himaye ettiklerini, mafyanında hem poliste çeşitli guruplara, hem de istihbaratta çeşitli guruplara dayanmak ihtiyacını hissettiğini söylediğini, bunun kendisine çok ters geldiğini, sonradan bunu emniyetteki kişilere de teyid ettirdiğini, bunun sonucu olarak da Emniyet ve Mit arasındaki rekabetin doğurduğu başka bir platformun oluşmuş olduğunu, yani herkesin kendi mafyasını oluşturduğunu anladığını, Hiram beye ve emniyetteki kişilere,” siz ne yapıyorsunuz, adamları uyuşturucu ile yakalayınca görmüyormusunuz, iade mi ediyorsunuz?” dediğinde çok açık bilgi veremediklerini, biraz müsamahakar davrandıklarını söylediklerini, kendisinin de ”Mafyayı ikiye ayırdınız, bilgi aldıklarınızı müsamahaa ediyorsunuz, emniyetin mafyası ayrı Mitin mafyası ayrı, emniyetin içinde falanın mafyası var filanın mafyası var aynı şekilde mitin içinde falanın mafyası var filanın mafyası var bu ne biçim iş böyle kepazelik? “ dediğini, bunun üzerine konuyu Özal’a anlattığını, bilgi kaynağının olabileceğini, belirli kişilerin korunabileceğini, ama ekipleri korumaya kadar işin götürülmesinin sakıncalarını anlattığını, sonradan istihbarat raporunda da ,sorgulama raporunda da bunu teyid eder mahiyette Dündar Kılıç’ın polisin bir kısmını bu şekilde beslediğinin ortaya çıktığını, bu nedenle işin ciddiyeti yönüyle ilgili kişilerle görüştüğünü, bir müddet sonra mafya-polis, mafya-istihbaratçı ilişkisi halinde devam eder, probleme sebebiyet verir dediğini, nitekim, Mehmet Eymür-Atilla Aytek, Mehmet Ağar-Mehmet Eymür rekabeti halinde ortaya çıktığını, sonuçta 1987 tarihindeki raporun ortaya çıkmasına kadar da bu rekabeti getirdiklerini, raporların hepsinin doğru olmadığını, özel hayatına kadar çok yakından tanıdığı Saffet Arıkan Bedük’e bile çamur atmalarının bunu gösterdiğini, bunu her tür rapora güvenmemek gerektiği için söylediğini, adamın kendine göre rapor yazdığını sonra da el altından bunu herkese dağıttığını, Çatlı ile ilişkisi olup olmadığını bilmediğini,

Milli İstihbarat Teşkilatının aslında devletin en önemli ve gerekli bütün ülkelerde olan bir teşkilatı olduğunu, MİT’in 1960 yıllarına kadar sivil kişiler tarafından yönetildiğini,27 Mayıs ihtilalinden sonra asker kişilerin eline geçtiğini, süreç içerisinde MİT Müsteşarlığının Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir kadro ve tayin makamı haline geldiğini ve bunun fevkalade yanlış olduğunu, bu kadronun Korgenerallerin tayin yeri haline geldiğini, tüm parti liderleriyle yaptığı konuşmalarda MİT Müsteşarlığının Başbakandan çok Genel Kurmay Başkanına bağlı ve yakın olduğunu değerlendirdiklerini,12 Mart ve 12 Eylül istihbaratını özel olarak yapmadığını söylediklerini, 12 Eylül döneminde bir tesadüf sonucunda arkadaşı olan bir kişinin bilgi vermesi üzerine öğrenmesine karşılık MİT’in tam bir sessizlik içerisinde olduğunu, buna karşılık, askeri sistemin bürokratik yapısının çok iyi çalışması sonucu kodlu olarak Başbakanlığa ertesi gün ihtilal yapacaklarını bildirdiklerini, bu nedenlerle de ne kadar Başbakana bağlı görülse de hiçbir şekilde Genel Kurmay’ın dışında kullanılamayacağını, ilk sivilleşme harekatının buradan başladığını, Müsteşarlığın boşaldığında önce Vecdi Gönül’ü, sonra Saffet Arıkan Bedük’ü yani sivil birisini bu göreve getirmek istediklerini, olmadığını, daha sonra teşkilattan olan Hiram Abbas’ı önerdiklerini ancak uygun görülmediğini, o zaman Teoman Koman Paşanın getirilmesi söz konusu olduğunu, kendisinin emekli olmasını ve bu teşkilatın başına getirilmesini istediklerini ancak onunla yapılan görüşmede asker olarak yükselmek istediğini, bunun içinde ordu komutanı olması gerektiğini ve kıta hizmetine çıkacağını, bu durumdu du en fazlaa 3 yıl için orada kalmasının söz konusu olduğunu ve atamanın yapıldığını, sivilleşme uzantısı olarak da Evren Paşa’dan Hiram Abbas’ı Müsteşar Yardımcılığına atama tavizini aldıklarını, onun atanması ile birlikte Nuri Gündeş’in kendisine gelerek ayrılmak istediğini söylediğini, ayrılmaması için ikna edemediğini, onun emekli olduğunu bunun da içeride hizipleşme olduğunu gösterdiğini, Hiram Abbasın son derece gözüpek, dürüst ve namuslu ve canını feda etmekten çekinmeyen bir kişi olduğunu teşkilatın böyle yetişmiş elemanları varken, Çatlılara ya da benzeri kişilere ihtiyacı bulunmadığı düşüncesinde olduğunu,

Mit'te Teoman Koman Paşanın Turgut Beyle dostluğu zaviyesinde ilişkilerin yumuşatılmasıyla devam ettiğini, ancak istedikleri gibi sivilleştiremediklerini, Sönmez Köksal‘ın gelmesi ile MİT’in sivilleşebildiğini, Dışişlerinde gerçekten kabiliyetli bir insan olduğunu, güvenlik dairesinden bilgisi bulunduğunu, o şekilde geldiğini ve gelmesinin de kendisince isabetli olduğunu, Sönmez beyin alt kadroda bir değişiklik yapmadığını aslında hem Emniyet Teşkilatının hem de Mit teşkilatının yenilenmeye ihtiyacı bulunduğunu,

Başbakanlık Teşkilat Kanunu’nun bir maddesine göre Başbakanlık Güvenlik Başkanlığı’nı kurduklarını, bu birimin tamamen bir değerlendirme ve istihbari bilgilerin koordine edildiği bir yer şeklinde olduğunu, icrai, operatif hiç bir yönünün bulunmadığını, Başbakanlık Güvenlik Kurulunun başına Rüştü Paşa’nın getirilmesinin sivilleşmeye mani bir durum olmadığını çünkü; onun antimilitarist bir kişi olduğunu burda Orduya karşı olduğu anlamında değil, militarizmi bir anti demokratik rejim olarak alma konusunda dediğini “The man on the horce back” isimli kitabı tercüme eden kişi olduğunu bunun sivillerin bile yapamayacağı bir şey olduğunu, döneminin birincisi olduğunu, Genel Kurmay Başkanı olması gerekir iken olamamış birisi olduğunu, bu sebepten bu işe getirildiğini,

Başbakanlık’ta ilk defa bir kripto servisi kurduklarını, çok gizli evrakların Başbakanlıkta toplanmasının son derece tesadüfü olması sebebiyle 5-6 kişilik bir ekip kurduklarını, bunların değerlendirme yaptığını, gizli evrakı muhafaza ettiklerini, arşivlediklerini, gerektiğinde kendilerine verdiklerini, ayrıca Başbakanlıkta MİT tarafından şifrelenen bir kasa bulunduğunu, bunun içerisine çok gizli, kripto evrakı, millî savunma ile ilgili evrakları özel olarak muhafaza ettiklerini, bundan Başbakanlık Güvenlik İşlerinin bilgisi olduğunu,

Batılı anlamda denetim ve teftiş, araştırma işlerinin yapılamaması sebebiyle bu tür işlerin ortaya çıktığı görüşüne aynen katıldığını, Emniyet teşkilatında Teftiş Kurulunun kızak yeri olarak kullanıldığını, kariyer sisteminin kesinlikle bulunmadığını, öncelikle bunun kurulması gerektiğini, birçok müfettişin fezleke yazmayı bile bilmediğini, orasının bilindiği gibi bir teftiş kurulu olmadığını, her devirin değişmesinde korunanların teftiş kuruluna, daha az korunanların APK.’na alındığını, Osmanlı’dan bu yana Emniyet Genel Müdürlüğüne getirilenlerin emniyet dışından olduğunu, emniyetçilerin Genel Müdürlüğe son zamanlarda tam bir sistemle hakim olduklarını, Mülki idareden koptuklarını, ancak hem mülki idareye hemde TBMM’ne belli dönemde lüzumundan fazla bir şekilde geldiklerini. Emniyetçinin Emniyet Genel Müdürü olduğu dönem, bu son zamanlarda olduğunu, kadrosunun bile büyük kavgalarla kendisi tarafından Vali-Emniyet Müdürü olarak çıkarttığını, Vali olmadan Emniyet Genel Müdürü olunmasının önüne geçilmek istenildiğini, ancak emniyetçi klikin bu defada Vali olarak onu kırdığı ve Genel Müdürlüğe geldiğini, şu anda Genel Müdürlükte Alaattin Beyin bulunmasının son derece güzel bir şans olduğunu, mülki idareden geldiğini vce son derece dürüst olduğunu, dezavantajının Emniyet hakkındaki genel bilgisizliği olduğunu,

Emniyette Pol-Der ve Pol-Bir klikleşmesinin Devlete faturasının çok fazla pahalıya mal olduğunu, Emniyetin Mülki İdarenin kendisine müdahalesinden çok sıkıntı duyduğunu, ve bunu hep dile getirdiklerini, polisin kirlenmesi durumlarında Mülki İdareden takviye alınmak gerektiğini, Mülki İdareden Emniyete gidenlerin hep dışlandığını, bunları korumak içinde sonradan bunların Vali yapılmasının gerektiğini ve hepsinin Vali yapıldığını, Bu uygulamalarla karşılaşılmaması için orta bir sistem gerektiğini, poliste kalitenin artmış olduğunu, polisin kalitesinin ve teçhizatlanmasının gerektiğini, polis müfettişinin meslekten yetişmesinin sağlanması, polisteki kadroyu kırmadan mülki idareden polise doğru gelme olması gerektiğini, polisten mülki idareye eleman alınırken çok dikkatli ve cimri davranılması gerektiğini, polisin hemen büyük bir il valisi olması halinde bir netice alınamayacağını,

Emniyette Narkotiğin çok iyi işleyen bir teşkilat olduğunu, dünyanın en iyi narkotikçilerinin Türkiyede olduğunu, interpolünde bunu kabul ettiğini, Türkiyenin uyuşturucu kaçakçılığını devlet çerçevesinde düşünmediğini, bunun Türkiyeye çok büyük bir haksızlık olacağını, Susurluk meselesinin istismar edilmesinin Türkiyeyi terörist devlet ilan edilmesi aşamasına getirdiğini, tabii ki Ermeni Anıtını Abdullah Çatlıya dinamitlettirildiğinin söylenmesinin buna neden olduğunu, işi bu hale getirmenin ihanete varan bir yanlışlık olduğunu, Türkiyenin bir mafya devleti olamıyacağını, hiç bir zamanda olmadığını, Türkiyenin sadece 12 eylül döneminde kendi içinde bir hesaplaşmaya girdiğini, yanlış yaptığını, şu anda Türkiyenin bir hukuk devleti olduğunu ve iftiralara da karşı çıkmaak lazım geldiğini,

Türkiyenin bütün narkotik maddelerin uyuşturucu maddelerin üzerinden geçtiği en büyük köprü olduğunu, buna rağmen Türkiyenin devamlı olarak mücadele verdiğini, eğer Türkiye bir başka türlü devlet olsaydı,50 milyar dolardan fazla böyle bir avantajla çok daha değişik noktalara gelebilecek ekonomik güç sağlayabileceğini söylediğini, narkotik polisinin şevkini kırmadan, polisle mafyanın ilişkilerinin çok ciddi bir şekilde gözden geçirilmesi gerektiğini, mafyadan bilgide, istihbaratta alınabileceğini, ancak korunmasının yanlış bir şey olduğunu, mümkün mertebe öldürülmesi gerektiğini, bu işin devletin üst kademelerine kadar gelmiş veya belirli ideolojik görüşteki kişilerin çete şeklinde kullanılması haline dönüşmüşse, bunun da üzerine gidilmesi gerektiğini,

Önce karşı çıktığı sonra kabul ettiği Adnan Kahvecinin önerisi olarak gelen pişmanlık yasası kanununu çıkardıklarını, bununla hem teröristin terörüne maani olunacağını, hem de onun istihbaratının elde edilebileceğini düşündüklerini, bu şekilde hem sol hemde sağ guruptan insanların bu konuda kullanıldıklarını, bu kullanımın bir örgüt şeklinde olmadığını, münferit olarak kullanıldıklarını, istihbaratın alındığını ancak operasyonlara daahil edilmediklerini, sadece geçmişte yaptıkları işlerin bilgisinin alındığını, sonradan bu kişilerin, pişmanlıktan yararlananların, emniyet ve istihbarat teşkilatlarının içlerinde de kullanılmadığını,

Örtülü ödeneğin nasıl kullanıldığını biraz bildiğini, belirli dönemlerde o dönemlerde de böyle özel kişilere operasyon yapsın diye örtülü ödenekten bir para verilmediğini,

Mit raporlarının tüm gönderilen yerlere aynı nitelikte gönderildiğine inandığını, Susurluk meselesinde esas bilgilerin MİT tarafından verildiğinin aşikar olduğunu bir bakıma Emniyet Genel Müdürlüğünü karşısına aldığını ve kendisine göre bir maç kazandığını, bunların dış ülkelerde de olduğunu bu tür olayların asgariye indirmek gerektiğini, Sayın Demirel’in son dönemi ve Sayın Özal’ın Başbakanlığı dönemlerinde bu şekilde bir mafya ilişkisinin örgüt kuracak seviyede olduğu kanaatinde olup olmadığını, şu anda ise böyle bir örgütün olduğu ve kullanıldığı konusunda hiç bir bilgisinin bulunmadığını, son dönemde devletin dışında olduğunu,

1990 yılında Nerden Buldun Kanunu diye bilinen 3628 Sayılı Mal Bildirimi Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Kanunu çıkarttıklarını, bu kanun sonradan Özal’ın da biraz baskısı ile çok değiştiğini, zaten Özal’ın da bunun çıkmasını istemediğini, kanunun şu anda güya yürürlükte olduğunu, ama hiç bir şekilde uygulanmadığını, bu kanun bütün Türkiye için işletilmesi gerektiğini, kayıt dışı ekonominin Türkiyede çok büyük hudutlara vardığını, ekonominin neredeyse 3’te birine kadar uzandığını, ayrıca Türkiyede mafya tipi olaylardan elde edilen bilhassa kumardan çok büyük kazançlar olduğunu, böyle bir paranın döndüğü bir ekonomide polisi ne yaparsanız yapın, bunun dışında tutmanın çok zor olduğunu, çünkü paraların çok büyük paralar olduğunu, hiç değilse polise halen yürürlükte olan yasanın uygulanması gerektiğini ve bu suretle servet değişiklikleri çok yakından takip etmek gerektiğini, çok ciddi bir denetleme sistemi getirmek sureti ile ekonominin kontrol altında tutulması gerektiğini,

İstanbul’un çok özel bir proje olarak masaya yatırmak gerektiğini, polise verilen para ile orada dönen paraların hiç bir irtibatının bulunmadığını, yüksek para vermek ile de bunun halledilebileceğine inanmadığını, Gümrük konusunda bir bakanın istifasına neden olan konuda olanların herkes tarafından bilindiğini, büyük bir skandal patladığını, ama bu arada Kapıkulenin de temizlendiğini,

Turgut Özal’a suikast yapıldıktan sonra konunun çok araştırıldığını, en yakın akrabalarından hatta arkadaşlarından bile şüphelendiğini yani bunu bir iktidar kavgası olarak da değerlendirdiğini, tabii sonunda yakınları ile ilgili şüphelerinden vazgeçtiğini, bir kaç defa bu işin karını tıkadığı bir takım çevrelerin mafya marifeti ile yaptırdığı bir iş olarak gördüğünü söylediğini, ancak onun da tam sonuca ermiş bir halini görmediğini, kullanılma meselesi olabileceğini, bunun arkasında polis yada herhangi bir güvenlik gücünün olduğu kanaatinde bulunmadığını, mafya birimi olabileceğini, bunlardan birisi menfaate haleldar olan birinin verdiği para ile bunu yapabileceği, ama kendisinin böyle bir şey söylemediğini ve onunda kafasında net bir şey bulunmadığını, Turgut bey’in ölümünden sonra öldürüldüğüne ilişkin iddialara inanmadığını, böyle bir şeyin olmasının mümkün olmadığını, bunların biraz komplo teorileri olduğunu,

Ergenekon Örgütü diye bir örgütten bilgisi olmadığını,

Uğur Mumcu öldürülüşünden birkaç gün önce, uyuşturucu madde kaçakcılığı artık tamamen PKK’ya kaydırıldığını beyan ettiğini, dolayısı ile kendisinin asker ve sivil Emniyet Mensuplarının PKK’ya üst seviyede kaçakçılık için yardım ettiği kanaatinde olmadığını,

Sınır güvenliği konusu ile yıllarca uğraştığını, Irak sınırını bir türlü çizemediğini, Suriye sınırını çok yanlış çizdiklerini, sınırın mayınlar ile doldurulup haritasını da kaybettikten sonra birçok insanın o yerlerde sakat kaldığını, aslında bize ait milyonlarca dönüm arazinin birinci sınıf tarım toprağının orada bomboş durduğunu, Irak’taki fiziki zorlukların sebebi ile sınır çizilmesinde çok büyük zorluklar çıktığını,

Türkiye’de siyasî partilerin mali kaynaklarının çok ciddi şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini, Türkiye’de siyasal partilerin denetlenemediğini, Anayasa Mahkemesinin denetiminin çok yetersiz olduğunu, denetim bile sayılamayacağını, Mahkemenin denetim elemanının da bulunmadığını, Yargıtay Başsavcılığının ise bu konuda yani mali yönden denetim yaptırmadığını, siyasal partilerin hazineden bile aldıkları paranın trilyonları bulduğunu ancak, bunların tek olarak denetimi olmayan kuruluşlar olduğunu, Vali ve Güvenlik Güçleri ile konuştuğunu, Güneydoğu hadisesinin altında çok büyük menfaatler yattığını, Parlementer Hükümete kadar uzanan menfaatler olduğunu, çok ciddi şekilde Güneydoğu için kullanılmak üzere alınan silahların hangi kaynaklardan geldiğini, nasıl alındığını, kimlere ne şekilde verildiğinin incelenmesi gerektiğini, Güneydoğuda olayların devam etmesinden menfaatlenen çok üst seviyeli kişiler olduğunu bildiğini, mahalli olarak aşiretler, şeyhlikler, hakim sınıflar sistemi ile menfaat bağları olduğunu, oyların alınıp satıldığı, bunun da siyasî yozlaşmayı yarattığını, çünkü bu işin ekonomik bir sektör haline geldiğini, örneğin; Bakırköy Belediyesinde meclis üyeliklerinin ilk beş sırasına girmek için ödenmesi gereken paranın 3-5 milyar arasında değiştiğini, seçildikten sonra da bunun on mislini, yüz mislini çıkarttığı, siyasî partilerin artık Türkiyede en verimli işletmecilerinin bulunduğu yerler olduğunu,

Siyasal ekonomik bağlamdaki ilişkilerin varlığını ortadan kaldırmak için ANAP’ta beş yıl bu işin mücadelesini yaptığını, mesela hayali ihracaatın cezasının ekonomik suç olduğu için ekonomik olması gerektiğine karşı çıktığını, bu kokuşmuşluğun başının da ANAP olduğunu düşündüğünü, ANAP’tan ayrılmasının asıl sebebinin de bu olduğunu ancak; ANAP’tan sonra gelenlerinde onu aratır olduklarını,

Bu komisyon üyelerinin hiç birinin bu işlere karışmamış olması, en az hakkında şaibeler olan kimseler olmasının da bir teminat olduğunu, başta komisyon başkanı olmak üzere bu olayın Türk devletinin kendisi ile hesaplaşabilmesi olduğunu, Sayın Demirel’in de bu konuya girmesi gerektiğini, Ancak koalisyon menfaatleri ve siyasî menfaatlerin buna mani olduğunu, siyasî menfaatlerin bir tarafa bırakılması sözkonusu olmadan, bu işin tam üstüne gidilmesinin mümkün olamayacağını, herkesin kendine göre sorunları olduğunu, o sorunun karşı tarafla dengelendiğini, karşılıklı anlaşmalar olduğunu, bunun ihtilal idarelerinde hiç olmadığını, ihtilal yönetimlerinin en fazla yolsuzluğun olduğu dönemler olduğu, çünkü hesap soran kimsenin bulunmadığı, Millet Meclisine para kazanmak için değil, hizmet için girmeye başlanılması gerektiğini, halbuki şu anda parlamento dahil herkesin malı götürmek için bu işi diyet borcu ödemek için yaptıkları, onun için daha iyi bir sistem kurulması gerektiğini, Emniyette yapılan operasyonun çok yerinde olduğunu, Meral Akşener’in dürüst bir insan olduğuna inandığını, Koalisyon yıkılmasın diye kimsenin kolay, kolay bu işlere göz yummayacak hale geldiğini, bunun da güzel bir şey olduğunu,

1986 Ağustos ayında Mardin Dargeçit’te çıkan bir olayda güvenlik güçlerinin olayın üzerine gitmek için sabahı beklediklerini ve vazifelerini ihmal ettiklerini, konunun basına da bu şekilde geçtiğini, bunu yapanların Jandarma olduğu, Turgut bey’in çok üzüldüğünü ve bu tam bir rezalet buna bir şey yapmamız lazım diyerek kendisini çağırdığını, Genel Kurmay Başkanına sorayım mı? dediğini, kendisinin de Genel Kurmay Başkanlığına yazalım ve hesap soralım dediğini ve bu konuda yazılan yazıda “Basına intikal eden Mülki İdari ve Emniyet kaynaklarından alınan değerlendirmelerde Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı birliklerin olay yerine zamanında varmadığı, ulaşmak için sabahı bekledikleri ve görevlerini ihmal ettikleri intibaı uyanmıştır, bu konuda soruşturma yapılarak sonucun bildirilmesine, olay sabit olmuşsa ilgililer hakkında gereken cezaların verilmesi ve bize bildirilmesi” şeklinde ifade kullanıldığını, Genel Kurmay Başkanı Necdet Uruğ Paşa’nın bu işi ele alıp çok ciddi şekilde komisyon kurduğunu, araştırmayı yapıp, sonucu bildirdiğini, verilen cevabın daha çok sudan bir cevap olduğunu, ama ilk defa onlara sorumluluklarının hatırlatıldığı, PKK konusunda polisin bu işi karışmasına sempati ile bakmadıklarını, halbuki kendilerine Jandarma bu konuda yeterli olmadığı kanaatinde olduklarını halen de aynı kanaatinin devam ettiğini,

Teoman Paşa’ya göre özel timin bunlarla anlaştığı hatta kendini sattığı bu yüzdende bu işin devam ettiğini söylediğini, ancak kırsalın kontrolünün Silahlı Kuvvetlerinin elinde olması sebebi ile Özel Tim’in operasyona çıkabilmesinin ancak Asker tarafından verilecek talimatla mümkün olabildiğini,

Türkiye’de Olağanüstü Hal Bölgesinin çok yanlış ilan edildiğini Evren Paşa’ya çıktığını ve kendisine “Kürt Haritasını çiziyorsunuz” dediğini, Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin çok yanlış bir sistem olduğunu, sömürge valiliği gibi anlaşıldığını, bunun son derece yanlış olduğunu, anlattığını, Turgut Bey’e de, Evren Paşa’ya da kabul ettiremediğini, ondan sonrada bu konunun müesseseleştiğini, Korucu sistemini dikkate alırsak 70 bin adamın dağdan daha sonra nasıl aşağı indirileceğinin düşünülmesi gerektiğini, kimin PKK’ya kimin Türkiye Cumhuriyetine çalıştığının belli olmadığını, bir sürü para aldıklarını, devletin silah ve mermisini kullandıklarını ancak, sistemin hemen kalkması halinde, oranın yine çökeceğini,

Milli İstihbarat Teşkilatının kendi dönemlerinden önce, sadece Bütçe Ödenekleri sebebi ile Başbakanlığa bütçesini getiren, onu onaylattırıp kabulden sonra teşekkür eden teşkilat olduğunu, Türkiyede Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı hesaplarının Sayıştay da incelenmediğini,

Silahlı Kuvvetlere %72 oranında zam yapılmasının çok kötü bir rüşvet olduğunu, askerinde bu rüşveti Tank ile cevaplandırdığını, ancak Hükümetin tüm bürokrasiyi bozduğunu, ücret sisteminin aynı zamanda bürokrasinin yapısı ile çok yakından ilgili olduğunu, 657 sayılı kanunun rütbelere ve mevkilere göre hesaplanmış ve bunların fonksiyonu ile ilişkilendirilmiş bir yapıda olduğunu, ihtilal sonrası 1983’ten sonra en büyük sorunun Başbakanlık Müsteşarlığı ve diğer Müsteşarların asker bürokrasideki karşılarındaki kişilerin yerlerini tesbit etmekte çıktığını, hem protokol listesinde, hem de 657 de bunun böyle olduğunu, o zamanlar Başbakanlık Müsteşarını, Tuğ Generallikten alıp, Orgeneralliğe getirdiklerini, şimdi yapılan bu işle, Başbakanlık Müsteşarlığının, Yarbay seviyesine indirildiğini, sadece onların değil Genel Müdürlerin, Valilerin de ona göre aşağı doğru indiğini,

Jandarmanın Devlette çok büyük bir problem olduğunu, bir yandan Türk Silahlı Kuvvetlerinin, dördüncü kuvveti olarak telakki edilirken, diğer taraftan da İçişleri Bakanlığına bağlı olduğunu, böyle bir şeyin olamayacağını, Jandarmanın Silahlı Kuvvetler olmaktan çıkarılması gerektiğini, sivil bürokrasinin mağduriyetini süratli bir şekilde giderilmesi gerektiğini,

Emniyet Genel Müdürü Saffet Arıkan bey’in polise mümkün olduğu kadar daha fazla yetki almak istediğini, Özal’ı da bu konuda ikna ettiğini, polisin yetkisizliğini, birçok problemlere sebebiyet verdiğini bildiğini, ancak, yetkilerin mümkün olduğu kadar daha darlaştırıcı, daha demokratik bir çerçevede olmasına çalıştığını, anti demokratik rejimlerde güvenlik güçlerinin çok daha rahat dolaşacağını halbuki demokrasilerde polisin işinin çok zor olduğunu, burada önemli olanın, mümkün olduğu kadar az yetki ile, çok iş başarmak olduğunu bunun da hukuk devletinin meşruiyet sınırı olduğunu,

Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar’ın konuta yakın 2 kişi olmalarına rağmen hesaplaşmaya girmelerinden karışık bir durum ortaya çıktığını, Mehmet Eymür’ün bu olaylardan sonra görevden alınmasına rağmen, Sayın Çiller’in Başbakan olduğu dönemde Sönmez Köksal’a tavsiye edilerek, aynı yere getirilmiş olmasının da dikkat çekici olduğunu,

Türkiye de maalesef hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan birçok kişinin bu husus bilinmesine rağmen, bazı göreve gelmeleri ve gelmeye de devam etmelerinin sözkonusu olduğunu, bunda birçok faktörün rol oynamasına karşılık, anlaşıldığı kadarı ile bu kişilerin kulis yapma kabiliyetleri, hulul etme kabiliyetleri hatta kendisini o makama getirenlere bazı menfaatler sağlamalarının, bunda etkin olduğunu, bunun hissedilebildiğini,

1984 yılında ki Turgut bey ile 1987 yılından sonraki Turgut bey’in farklı olduğunu, etrafının sarılmış olduğunu, o tarihten sonra etrafından kendisinin ayrıldığını, dolayısı ile Ahmet’in arkadaşlarının piyasaya girdiğini, Bülent Şemiler hadisesinin bu konuda tam bir rezalet olduğunu, Coşkun Ulusoy’un Ziraat Bankası NewYork şubesine sıra memuru olarak girmek için müraacat ettiği sene 6 ay sonra Ziraat Bankası Genel Müdürü yapıldığı, 6 ay önce ehliyetsizliğinden dolayı sıra memuru olarak NewYork şubesine alınmadığını, benzeri pek çok olay olduğunu, bürokratların da o dönemden sonra bu tür işlere çok alıştığını, 50 yaşına kadar yanlış iş yapmadığına rahatlıkla yemin edebileceği kişilerin, 50 yaşından sonra hırsız olarak karşılarına çıktığını, 50 yaşından sonra Bakan olmuş insanların gözlerinin önünde çalmaya başladıklarını,

Bürokratik atamalar konusunda, bir dönemde Sayın Çiller’in eşi kendisine yakın ne kadar bürokrat var ise onların tayinini yaptırdığını, bunu arkadaşlarından duyduğunu, buraya nasıl geldin diye sorduğunda, Özer bey ile oturduk konuştuk, anlaştık, geldim diye beyanda bulunduklarını, hiçbirisinin Sayın Çiller’den bahsetmediğini,

Hayali ihracat konusunda Özal ile birkaç defa münakaşa ettiğini, hayali ihracat’ın bir bakıma ele alındığında Türkiye’ye döviz girmesi yönünden faydalı olduğunu, ancak hayali ihracaat kadar, hayali ithalatın da meydana gelmeye başladığını, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ın bulunduğunu, konuyu Sayın Demirel’e arz ettiklerini, listenin başında Mehmet Ali Yılmaz’ı görünce onun başka bir Mehmet Ali Yılmaz olduğunun söylenmesi üzerine nüfus müdürlüğünden konuyu ispat ettikleri, daha sonra Mahmut Öztürk’ün çalışmalarından sonra bunun etkisi ile Mehmet Ali Yılmaz’ın kabine dışı kaldığını, ancak Sayın Çiller’in Başbakan olduğunda Mehmet Ali Yılmaz’ı tekrar bütün bu bilgiler çerçevesinde Bakan yapabildiğini, Mehmet Ali Yılmaz’ın aklanmadığı, Şirketi ile hayali ihracat suçu işlediğini,

1990’lı yıllardan itibaren polisin elinde müthiş bir kudret olduğunu, PKK ile mücadele olduğunu, kumarhanelerin kurulduğu, bu kepazeliğinde ANAP döneminin yüz karası olduğunu, maalesef Türkiyede kumarhanelerin kapatılacağı yerde, Turizm Bakanlığı’nın CHP’nin elinde olduğu dönemde aynı temaüllerin devam ettiği, Refah Partisinin kumara karşı olduğu açık olduğu halde, aynı temaülünün olduğu, Türkiyede kumarhanelerin tamamen kapatılmasının bir şey kaybettirmeyeceğini, çünkü buralardan elde edilen paraların büyük bir bölümünün dışarı kaçtığını, PKK’ya yardım ediyor diye Topal’ı vurmanın gereği olmadığını , onu takip edip PKK’ya para transferine mani olunduğunda gizliden gidilip, adamın vurulmasına ihtiyaç kalmayacağını, hukuk devletinde işin böyle yapılması gerektiğini,

Ahmet Karaevli’nin Oral Çelik’in 1984 yılında uyuşturucu kaçakcısı olarak tutuklanması üzerine İsviçreye gidip, ilgili makamlarla görüşerek ondan kurtaran kişi olduğu hususunda bir bilgisi bulunmadığını, ancak şimdi sorulduğunda ilk aklına gelen ismin o olduğunu, görevden alınma sebebinin Kemal Horzum ile İsviçrede buluştuklarının tespiti, Antalyada hayali ihracaat yapan bir gemiye el konulması sebeblerine dayalı olarak görevden alındığını, Turgut Beyin en büyük endişesinin hayali ihracaat sebebiyle ihracaatın durabileceği ve ekonominin bozulabileceği hususu olduğunu,

Kendisi ile iddia edilen hususun hukuk önünde ortaya çıktığını, aşk ilişkisinin ve kripto meselesinin olmadığının yargı kararı ile kesinleştiğini, bu dava sonunda 3 DGM Başkanının Yargıtay üyesi olmayı başardığını, davayı uzatmaları karşılığı yargıtay üyesi yapılacaklarının taaahhüt edildiğini ve yapıldıklarını, son kararı veren DGM Başkanının da Konya Devlet Güvenlik Maahkemesine üye olarak sürüldüğünü, Yargıtaydan da bu konuda karar geldiğini, bu konunun tamamen Türk siyasetinin, idaresinin hatta yargısının bir yüzkarası olarak tarihe geçtiğini,

Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığının yurtdışındaki işçi sorunlarıyla ilgili Bakanlar seviyesinde bir koordinasyon komisyonunun olduğunu, Burada yurtdışındaki vatandaşlara sahip çıkma şeklinde çalışmalar yapıldığını, TİB’in bundan başka Türkiye üzerinde Ermeni-Rum tezviratına karşı savunma konusundaki psikolojik Hareket Projesi ve benzeri projelerin bulunduğunu, Türk vatandaşı işçilerin diğer dinlerin misyoner faaliyetlerine maruz kaldığı konusundaki ciddi iddialar üzerine Diyanet İşleri Başkanlığınca DİTİB teşkilatlarının kurulduğunu, bunun gizliliği olan bir proje olduğunu belirtmiştir.(Ek:188)

16-Hanefi AVCI 4.2.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

PKK’nın ciddi eylemleri üzerine, Devletin PKK mensuplarına ve PKK’ya büyük destek veren kişilere karşı hukuki olarak yeterince mücadele edemediğini düşünen bazı devlet görevlilerinin hukuk dışı bir anlayışla görev yapmak gerektiğine inanmaya başladıklarını ve ilk defa Güneydoğu’da JİTEM görevlisi Cem ERSEVER’in bu tür faaliyetler içerisine girdiğini ve bunu takiben özellikle İstanbul da PKK’ya önemli ölçüde maddi yardımda bulunan finans çevreleri ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı yasal mücadele yapılamadığı anlayışı ile illegal çalışacak gruplar oluşturulması ve illegal mücadele edilmesi düşüncesiyle Emniyet, MİT ve Jandarma içinde böyle grupların oluşturulduğunu ve eylemlerin başlatıldığını, neticede PKK’nın ve diğer örgütlerin destekçisi aktif unsurların susturulduğunu, daha sonra faaliyet gösterilecek zemin kalmayınca resmi görevli ve sivil kişilerden teşekkül ettirilmiş olan bu grupların kendilerine menfaat temini uğruna mafya türü birtakım yasadışı faaliyetlere giriştiklerini,

Bu grupların Emniyet, Mit ve Jitem içerisinde ayrı ayrı oluştuğunu, Emniyet içerisinde Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’a bağlı Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim ŞAHİN’in başkanlığında özel harekatçılardan ve Korkut EKEN’e bağlı sivillerden, MİT içinde Mehmet EYMÜR’e bağlı özel harpten geçmiş subaylar ile aşırı ülkücü ve mafya denen insanlardan, JİTEM içinde kendilerine bağlı kişilerden teşekkül ettiğini, Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN ve beraberinde gelişen beş-on eylemin ve bazı bombalama eylemlerinin bunlar tarafından yapıldığını, bunlara normal Polis ve Jandarmanın müdahale edemediğini, bunların zengin işadamlarına müdahale ettiklerini ve haraca bağladıklarını, bir kısmının basına intikal ettiği halde çok büyük kısmının intikal etmediği ve bu grupların denetlenemez hale geldiğini, YEŞİL denilen kişinin önceleri Jandarma tarafından Güneydoğu’da eleman olarak kullanılırken daha sonra bu gruplar içinde en büyük para tahsilatçısına dönüştüğünü, YEŞİL’in şu anda MİT içinde Mehmet EYMÜR ve arkadaşları tarafından resmen eleman olarak kullanıldığını, Ege Bölgesinde JİTEM’e bağlı Yüzbaşı Sinan YAŞAR ve bazı assubayların mafya işlerine giriştiklerini, bunların ve Ankara Jandarma İstihbarat görevlisi binbaşı Ali YILDIZ’ın mafya örgütleriyle de görüşerek menfaat temin ettiklerini, Kocaeli Jandarma Alay Komutanı Veli KÜÇÜK’ün mafyacılarla sıkı diyaloğunun olduğunu, Nurullah Tevfik AĞANSOY’un yurtdışına kaçırılışını MİT görevlisi Yavuz ATAÇ’ın organize ettiğini, Alaattin ÇAKICI ve adamlarına MİT tarafından yardımcı olunduğunu,

Bursalı işadamı Erol EVCİL’in Alaattin ÇAKICI’yı birkaç defa kiralayarak eylemlerde kullandığını, son defa da banka açmak istemesine mani olanları etkisiz hale getirmesi için iki milyon dolara anlaştığını, ÇAKICI’nın durumu MİT görevlisi Yavuz’a anlatarak birlikte plan yaptıklarını, Kocaeli çetesi olarak basına yansıyan Hadi ÖZCAN’ın sürekli MİT ile görüştüğünü, MİT görevlisi assubay Duran FIRAT’ın EYMÜR’ün temsilcisi ve kirli işleri ile ilgili olarak bütün mafyacılarla irtibatta olduğu ve ayak işlerini yaptığını,

Tarık ÜMİT olayı ve Mehmet Ali YAPRAK’ın kaçırılması olaylarında Mehmet AĞAR ve Mehmet EYMÜR’e bağlı gruplar arasında anlaşmazlık çıktığını,

Emniyet ile MİT arasında aslında bir çekişme olmadığını, olayın özünde Mehmet AĞAR’la Mehmet EYMÜR’ün çelişkisi bulunduğunu, ancak bunun kendilerine bağlı mafya gruplarına yansıdığını ve bunların birbirlerini öldürmeye çalıştıklarını,

İtirafçı Mustafa DENİZ üzerinde çıkan silah taşıma belgesinin yapılan görüşmeler sonunda kendisine yardımcı olmak amacıyla bir idari tasarruf olarak kendisi tarafından düzenlendiğini ve tabancanın Mustafa DENİZ’in Jandarma eri olarak görev yaptığı karargah bölüğünün resmi tabancası olduğunu, daha sonra kendisine taşıma ruhsatlı özel tabanca alıp bu tabancayı iade ettiği halde düzenlenmiş olan belgenin alınmamış olduğunu, Cem ERSEVER’in öldürülmesi olayının o zamanki Habur Gümrük Müdürü Ali BALKAN’ın Şoförü KEMAL’in yakalanması halinde aydınlatılabileceğini,

Orhan TAŞANLAR’ın İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gelirken bugün bilinen suçlardan ve rüşvet suçundan yakalanıp yargılanmakta olan personeli beraberinde getirdiğini, bunlarla İzmir Emniyet Müdürlüğünde birlikte çalıştığını, bunları İzmir’den Ankara’ya ve Ankara’dan da İstanbul’a tayin ettirdiğini, İstanbul’da bunların bu olaylara karıştıklarını, Orhan beyin belli bir grup siyasî tarafından İstanbul’a getirildiğini, İstanbul’dan Bursa Valiliğine gönderilmesinde kendi ifade ettiği gibi kumar mafyasının rolü bulunduğunu zannetmediğin belirtmiştir.(Ek:189)

17- EMİN ASLAN 30.1.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Yaşar ÖZ’ün pasaport işlemlerinin çabuklaştırılması için zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet AĞAR’ın talimat verdiğini, konunun basında çıktıktan sonra kendisi ile görüştüğünde “gerektiğinde ben onunla ilgili açıklamayı yapacağım, o talimatı zamanında ben size vermiştim” dediğini, Yaşar ÖZ ve Tarık ÜMİT’i Emniyet Genel Müdürü Özel Kaleminde gördüğünü belirtmiştir. (Ek:190)

18- MEHMET AĞAR 16.1.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Emniyet Genel Müdürlüğü görevine tayin olduğu vakit Türkiye’nin en önemli meselesinin terörle mücadele olduğunu, turistik bölgelerimizdeki patlama eylemleri sonucu turizmde büyük çöküntü olduğunu, Güneydoğunun dışında büyük şehirlerimizde öldürme ve patlama olaylarının devam ettiğini, yeni çalışma düzeni kurarak istihbarat ve terörle mücadele birimleri ile eğitim çalışmalarına ağırlık verdiklerini, teçhizatlanmayı artırdıklarını ve bunların neticesinde de göreve başlamasından bir yıl kadar sonra terör ve önemli asayiş olaylarında yüzde 95 civarında düşme olduğunu, bazı bölgelerde sıfırlandığını,

Hakkında ortaya çıkan bazı kişilere usulsüz silah taşıma belgesi, kimlik, yeşil pasaport tanzim edilmesi gibi iddialarla ilgili olarak mahkemelere intikal etmiş konular olması ve Anayasanın 138. maddesi gereği bilgi vermesinin mümkün olmadığını,

Ömer Lütfi Topal’ın failleri olarak ihbar üzerine İstanbul emniyet Müdürlüğünce alınan özel tim polislerinin Emniyet Müdürü tarafından konunun kendisine anlatılıp serbest bırakacaklarını söylemesi ve bunları bir de kendi Daire Başkanlığının tetkik etmesinin ve hassasiyetle üzerinde durulmasının uygun olacağı görüşüne varmaları üzerine Ankara’ya getirttiğini,

Uyuşturucu kaçakçısı Hüseyin BAYBAŞİN’in 1983 yılında İstanbul İkinci Şube Müdürü iken zorla senet imzalatma ve gasp suçundan yakalayıp tevkif ettirmesi yüzünden MED TV’de hakkında iftiralarda bulunduğunu,

1988 MİT Raporunda adının geçmesi üzerine zamanın emniyet Genel Müdürüne ve Başbakanına hakkında tahkikat açılması için müracaatta bulunmasına rağmen açılmadığını Başbakanlık Teftiş Kurulunca yapılan tahkikat hitamında da iddiaların aslı çıkmadığını belirtmiştir. (Ek:191)

19- DOĞU PERİNÇEK 24.12.1996 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1981 yılında Abdullah ÇATLI ile MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram ABBAS’ın buluştuğunu ve kendisinin bunu çok anlamlı bulduğunu, çünkü Türkiye’nin 12 Eylül’e bir istikrarsızlaştırma operasyonu ile getirildiğini, 12 Eylül günü CIA Ortadoğu İstasyon Şefi Paul HENZE’nin Amerika’ya, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarımızı kastederek “Our boys have done” (bizin oğlanlar bu işi becerdi) şeklinde mesaj çekmesinin 12 Eylül’ün tamamen Amerikan Devleti tarafından planlandığını gösterdiğini, 12 Eylül öncesindeki olaylarda CIA ve Amerikan faaliyetlerini aramak gerektiğini ve bunda Abdullah ÇATLI’nın özel bir rolünün gözüktüğünü, Hiram ABBAS ve Mehmet EYMÜR’ün CIA’nın MİT içindeki elemanları olduklarını, ÇATLI ve arkadaşlarının Amerika’ya götürülerek CIA’de eğitimden geçirildiklerini, ÇATLI’nın İsviçre Bostadelle Cezaevinden eroin kaçakçılığından mahkum olduğu ve infazı bitmediği halde CIA tarafından çıkarıldığı, ÇATLI ekibinin 1981’den sonra doğrudan doğruya Amerika’nın kontrolü altına girdiklerini ve buna bağlı olarak da Tansu ÇİLLER ve Özer ÇİLLER ile irtibatlandıklarını, kendilerinin buna Çiller Özel Örgütü dediklerini, bu örgütün; birinci olarak Amerika Birleşik Devletlerinin bir yeraltı faaliyeti olarak gördükleri Azerbaycan Darbesi olayına giriştiğini, halbuki Haydar Aliyev’i devirmekte Türkiye’nin hiçbir çıkarı bulunmadığını, o zamanki Başbakan Tansu ÇİLLER’in bu darbe faaliyeti içinde yer aldığını ve bunun da ÇATLI’larla Tansu ÇİLLER arasındaki bağlantının kanıtlarından olduğunu,

Özel bir görüşmede Haydar ALİYEV’in ÇİLLER bu darbede var mı sorusuna “ÇİLLER bugün Türkiye’nin Başbakan Yardımcısı, bunu açıklayıp Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini bir krize sokamam ki” cevabını verdiğini,

İkinci olarak, Çeçenistan’a silah ve adam gönderdiğini, bunun neticesinde Rusya Başkanının Moskova’da basını toplayarak “Türkiye Çeçenistan’a silah ve adam yolluyor, onların da kürt meselesi var, biz de onu mu karıştıralım” diyerek Türkiye’yi tehdit ettiğini ve bundan sonra PKK’nın Moskova’da bürosunu kurduğunu, Türkiye’nin Çeçenistan’ı, Rusya’nın da kürt meselesini karıştırmasının sadece Ameriya’ya yarayacağını, Amerika’nın böylece her iki devleti kontrol edeceğini, bunun da Orta Asya doğalgaz ve petrol boru hatlarıyla ilgili olduğunu, Rusya ile Türkiye’nin sürtüşmesiyle bu boru hatlarının Amerika’nın tam denetimi altına gireceğini,

Üçüncü olarak, İran’la savaşı kışkırtmak istediğini, İran’ın başında kim olursa olsun, Türkiye’nin İran’la dost olmaya mecbur olduğunu, Abdullah ÖCALAN ile görüşmesinde, kendisine “biz İran tarafından korunuyoruz” diye İran tarafından korunduklarını kendisine beyan ettiğini, Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Pentagon ve CIA’ye yakın yarı resmi organlardan izlediği tespitlere göre, sürekli bir Türkiye-İran çatışması senaryosunun bulunduğunu, Türkiye ile İran’ın, birbirlerini, aleyhlerinde faaliyet gösteren PKK ve Halkın Mücahitleri örgütlerini himaye etmekle suçlayacaklarına dış ticaret hacmimizi nasıl 10 milyar dolara çıkartırız, işbirliğimizi geliştiririz, kürt meselesinin bölgede Amerika tarafından kullanılmasını birlikte nasıl önleriz diye kafa kafaya vermeleri gerektiğini,

Dördüncü olarak, Çin’in Uygur bölgesine sabotaj timleri gönderildiğini, kendisinin durumu Sayın Cumhurbaşkanına mektupla bildirmesi üzerine Genelkurmay Başkanınınbu faaliyeti dudurduğunu,

Beşinci olarak, Kuzey Irak’taki CIA faaliyetlerine karıştığını, bütün bunların Amerikan çıkarlarına hizmet eden faaliyetler olduğunu,

Çiller Özel Örgütünün PKK ile aynı çanaktan beslendiğini, PKK’nın Suriye’den getirdiği uyuşturucuyu bunların alarak Ege güzergahı denen yol üzerinden Avrupa’ya sevkettiklerini, Abdullah ÇATLI’nın Hollanda, Hüseyin KOCADAĞ’ın da Fransa bağlantısı olduklarını, Hollanda ve Fransa’da ayakları olduğunu, sol maskeli örgütleri de eroin işinin içine çekerek kontrol altına aldıklarını,

Amerika’nın PKK’ya müsamaha gösterdiğini, çünkü, Türkiye’ye “benim kriz bölgelerinde müdahale gücüm olacaksın” dediği ve “Kuzey Irak’ta bir Kürdistan kurulacak, sen de bunu himayen altına alacaksın” planını dayattığını, Turgut ÖZAL-ÇİLLER çizgisinin, bu dayatma olan Kuzey Irak’ta bir kürt devleti kurulsun, biz de bunu himaye altına alalım, Musul-Kerkük petrollerinden de yüzde 5-yüzde 6 hisse alalım olduğunu, Amerika’nın “Irak’ı böleceğiz, ya siz geçin bu Kuzey Irak’taki kürt devletinin başına ve onu koruyun veyahut da biz bu işi İran’a vereceğiz. Siz yapmazsanız İran’a vereceğim ve Türkiye bölünecek” açıkça “ya büyüyeceksin ya küçüleceksin” dediğini, bu Kürt devleti himaye altına alındığı takdirde İran’la, Arap dünyası ile Rusya ile hatta Avrupa’yla cephe cepheye gelineceği, bir tek Amerika ile birleşileceği, Amerika’ya bağlı bir Kürdistan, ikinci bir İsrail oluşmasını Avrupa’nın iyi karşılamayacağını, Türkiye’nin Amerika’dan başka hiçbir seçeneği kalmayacağını,

Çekiç Güç’ün Kürt devletinin kurulması amacıyla Kuzey Irak’a yerleştirildiğini, Irak’ın bölünmesine hizmet ettiğini, gıda yardımı ve insani yardım adı altında Kuzey Irak’a birtakım silahlar götürdüğünü, Eşref BİTLİS’in bu ve benzeri durumları tespit ederek Genelkurmay Başkanlığına raporlar halinde bildirdiğini, Doğan GÜREŞ’in Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücünü benimsediğini, Eşref BİTLİS’in ise “Biz Amerika’nın kriz bölgelerine müdahale gücü olursak parçalanırız” dediğini,

Irak’a ambargonun boşluğunu Türkiye devletinin eroin ticaretiyle doldurduğunu, resmi makamlara göre Irak’a ambargo yüzünden 40-50 milyar dolar kaybettiğimizi, Türkiye’nin dışa satımıyla dış alımı arasında 20 milyar dolar fark olduğunu, yılda 8 ila 15 milyar dolar eroinden girdiğini, Irak’a fasulye, mercimek, buzdolabı satmaktan kaybetmiş olduğumuz kazancı eroin satarak doldurduğumuzu, Türkiye ekonomisinin eroine bağımlı hale geldiğini, Amerika’ya bağımlılığın Türkiye’yi bu hale getirdiğini,

Eşref BİTLİS’in uçağının buzlanmadan, pilot hatasından ve uçak yapım hatasından düşmediği gerçeklerinin teknik ve bilimsel açıklamalarla tespit edildiğini, Doğan GÜREŞ’in uçağının düştüğünün ertesi günü alelacele hiçbir ciddi araştırma yaptırmadan ve uzman olmayan subaylardan bir heyet kurdurarak rapor tanzim ettirdiğini ve buzlanma oldu diye kendi arkadaşının ortadan kaldırılması hakkında yalan beyanda bulunduğunu, Eşref BİTLİS’in Cem ERSEVER ve çevresindeki 20 kadar subay tarafından ortadan kaldırıldığını, Cem ERSEVER’in büyük suçlar işlediği ve büyük açıkları bulunduğundan üzerine gidilmesi söz konusu iken ordudan istifa ettiğini, Aydınlık’a gelerek yaptığı açıklamalar arasında “Eşref BİTLİS suikasti’ni açıklarsam yer yerinden oynar” dediğini, daha sonra da Abdullah ÇATLI’lar tarafından Başbakanlık Poligonunda sorguya çekildiğini ve Eşref BİTLİS suikastindeki rolü nedeniyle ortadan kaldırıldığını,

Uğur MUMCU’nun öldürülmesinde İran’ın MOD adlı yeraltı kuruluşunun önemli rolü bulunduğunu, MOD’u ABD’nin büyük ölçüde kontrol ettiğini, eroin işine girdiğini ve içinde Şah döneminden kalma SAVAK ajanlarının çalıştığını, Lazım ESMAELİ ve Asgar SİMİTKOV’u öldüren İranlıların da bu örgütten olduklarını, İran Dışişleri Bakanı Mumcu suikastinden sonra Türkiye’ye geldiğinde konunun sorulması üzerine “Biz, 25 milyar doları kapsayan bir doğalgaz ve petrol anlaşması yapmak için Türkiye’ye geliyoruz, tam geldiğimizden bir gün önce böyle bir suikast yapıp Türkiye ile ilişkilerimizi berhava etmenin hangi mantığa sığdığını açıklamak lazım” dediğini ve kendilerinin de bunun doğru olduğu kanısında olduklarını, burada İran’ın bir çıkarı olmadığını,

ABD’nin raporlarında “Kemalizmin modası geçti, Türkiye’ye ılımlı İslam gerekli, Türkiye’nin kimliği ılımlı İslam olmalı” dendiğini, bizim kültürel kimliğimizi Amerika’nın belirlediğini ve bunun da “Ilımlı İslam” olduğunu, bu sebeple Amerika’nın, Kemalizmin bugünkü temsilcileri ve savunucuları olan Uğur MUMCU, Bahriye ÜÇOK ve Muammer AKSOY’u öldürterek Kemalizmi savunanlara gözdağı operasyonu yürüttüğünü,

Dışişleri Bakanlığını CIA’nın kontrolüne alamayacağı için ÇİLLER tarafından bir CIA istasyonu kurulduğunu ve arkasından Dışişleri Bakanlığının by-pass edildiğini, ÇİLLER’in Başbakan olunca dış Türkler arasında koordinasyonu sağlamak için bir Başbakanlık Müşavirliği kurduğunu ve başına kayınpederi CIA ajanı olan, Amerika bağlantıları bilinen kayınpederi emekli Deniz Yüzbaşı Kamil YÜCEORAL’ı getirdiğini ve bunun eline muazzam devlet imkânları verdiğini, 500 milyar liralık örtülü ödeneği de bunun üzerinden kullandığını, Raşit DOSTUM’la da ilişkileri bulunduğunu, Raşit DOSTUM’a 3 milyon dolar gönderdiklerini, gönderilen 4 milyon doların da kayıp olduğunu,

Kamil YÜCEORAL’ın da bir CIA istasyonu olarak ve MİT’teki Özer ÇİLLER’in adamı Tolga ATİK ile beraber çalıştığını, bunların Gaziosmanpaşa Koz Sokak ve Hoşdere Caddesinde yerleri olduğunu, buralarda olağanüstü donatım ve dinleme araçları bulunduğunu, Mesut YILMAZ’ın evi dahil çeşitli yerlerin dinlenmesinin bu istasyon tarafından yürütüldüğünü,

ÇİLLER’in Amerikan vatandaşı olup, 1971 yılından beri ABD Dışişleri Bakanlığına hizmet veren “çağrılı görevli” olduğunu, sözleşmeli ya da kadrolu olmayıp davet üzerine görev yaptığını, “güvenilir eleman” olarak nitelendirildiği için ihtiyaç halinde görevlendirildiğini, resmi görevinin Kuzey Afrika ve Ortadoğu Dairesi Savunma Sanayiinden Sorumlu Sekreteryada görevli Davetli Personel olduğunu, ABD Adana Konsolosu Elizabeth SHELTON ile bağlantılı olduğunu,

GAP Bölgesinde İsrail ile ilişkili olarak Sedat BUCAK’lar tarafından geniş araziler kapatılmakta olduğunu ve bu faaliyetin Shelton tarafından denetlendiğini, uyuşturucu trafiğinde de etkin bir rol oynayan BUCAK’ların bu faaliyet sırasında İsrail ile de işbirliği içinde olduklarını,

ÇİLLER ve AĞAR’ın Türk Hava Yolları aracılığı ile eroin ticareti yaptıklarını ve bu işte HAVAŞ’ı kullandıklarını, HAVAŞ’ın şimdiki ortaklarından birinin Mehmet AĞAR’ın kardeşi Yunus AĞAR olduğunu ve Yunus AĞAR’ın eroin işinde kilit bir insan olduğunu, Almanya’da eroin ile yakalandığını, Turgay CİNER ile yakın ilişkisi olduğunu, eroin kaçakçısı Baybaşin’in, Mehmet AĞAR ile birlikte eroin kaçakçılığı yaptığını çok ayrıntılı bir şekilde ince ayrıntılarına kadar Aydınlık Gazetesinde anlattığını ve bunun ses kaydının yapıldığını,

Özer ÇİLLER’in eroin işinde olduğunu gösteren bilgi ve belgelerin önümüzdeki dönemde çıkacağını, nükleer madde kaçakçılığında Özer ÇİLLER’in olduğunu, Almanya’da, Lakoza adında Deguza denen Alman Kimya Sanayi tekelinin paravan şirketiyle anlaşmalar yaptıklarını, Osmiyum, Uranyum gibi nükleer maddeleri sattıklarını, İran’a da bu maddeleri sattıkları, İran’a satıştaki ilişkilerin öldürülmüş olan Esmaili ve Simitkov adındaki MOD ajanları üzerinden olduğunu,

Abdullah ÖCALAN’ın Körfez Savaşından sonra “Mesut Barzani ve Talabani Amerika’nın desteğiyle bir kürt devletçiliği kurdular, demek ki Amerikan desteğiyle bu iş oluyor ve Amerika gelip Ortadoğuya büyük bir güç olarak oturdu, ben de Amerika’ya ve Batı’ya yaslanarak ve insan hakları gibi heyetleri tahrik ederek bir durum yaratabilir miyim” politikasına girdiğini, Öcalan’ın Suriye’nin elinde rehin olduğunu, hiçbir yere çıkamayacağını, Suriye devletinin resmi politikalarının dışında hiçbir şey yapamayacağını ve Suriye ile bağlantısının memurluk düzeyinde olduğunu belirtmiştir.(Ek192):

20- NECDET MENZİR 23.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

İstanbul Emniyet Müdürü iken, Emniyet Müdür Yardımcısı Mestan ŞENER’in telefon ederek, bir evde yapılan aramada iki yeşil pasaport, iki silah ve bu silahların ilgili tarafından taşınabileceğini ifade eden yazılı emir bulunduğunu, daha sonra da Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın bunların Emniyet Genel Müdürlüğüne gönderilmesi talimatını verdiğini bildirdiğini, kendisinin de “madem talep ediliyor şahsın aranıp aranmadığına, silahların bir olayda kullanılıp kullanılmadığına bakın ve mutlaka mevcut bu evrakları kurye marifetiyle gönderin” dediğini, iddiaların kendisine bildirildiğine göre, pasaportların devlet tarafından verildiğini ve belgelerin de yine devlet tarafından düzenlendiğini, bu durumda sahteliklerinin söz konusu olamayacağını, ancak, sahte bir evrakın düzenlenmesinin söz konusu olacağını, Adliye’ye müteallik bir işlemin olmasına cevap verecek bir durumun da olmadığını,

Sonradan araştırdığında Adana havaalanında bir kişinin sahte pasaport veya sahte vizeyle ele geçirildiğini ve bu kişinin bunu Yaşar Öz’den temin ettiğini, onun marifetiyle aldığını söylediğini, Adana Emniyet Müdürlüğünün de İstanbul Emniyet müdürlüğüne “Yaşar Öz’ün bir olaya katıldığı, böyle bir şeyi tanzim ettiği iddia olunmaktadır, şahsın yakalanarak ifadesinin alınmasını ve nüfus cüzdan suretinin gönderilmesini, başka bir suç unsuru var ise adliyeye sevki” şeklinde yazı gönderdiğini, yapılan araştırmada Yaşar Öz’ün İnterpol ile Emniyet ve Adalet makamları tarafından aranmadığının anlaşılması üzerine silahların incelenmesi ve gerekli zabıtların düzenlenmesinden sonra Emniyet Genel Müdürüne hitaben “yapılacak soruşturmaya esas olmak üzere, değerlendirilmek maksadıyla evraklar ve silahlar ilişikte gönderilmiştir” şeklinde yazılıp gönderildiğini, sonradan yaptığı incelemede pasaportların devlet tarafından verildiği ve belgelerin de yetkililer tarafından düzenlendiğinin, Yaşar Öz’ün yapılacak olan bir istihbarat operasyonunda devlet tarafından kullanılacağının söylendiğini öğrendiğini, daha sonra zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile karşılaştığında konuyu sorunca “büyük bir operasyon hazırlanıyor bu istihbarat ile ilgili, bunlardan da istifade edilmesi için biz bu hazırlığı yapmıştık, çalışma devam ediyor” şeklinde cevap aldığını,

Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını, kendi İstanbul Emniyet Müdürlüğü zamanında o alemin ve yeraltı dünyasının zapturapt altına girdiğini,

Yurtiçinde ve yurtdışında birkısım insanların devlete hizmet için çalışmalarının yasal bir zemine oturtulması gerektiğini, ihtisas mahkemeleri kurulmasının, savcı ve hakimlerin de belirli konularda uzmanlaşmalarının faydalı olacağını, suçların takibinde teknolojik gelişmelerden mutlaka istifade edilmesi gerektiğini belirtmiştir. (Ek:193)

21-NURİ GÜNDEŞ 28.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1965-1984 yılları arasında İstanbul’da MİT Bölge Daire Başkanlığı’nda Şube Müdürü, Bölge Daire Başkan Yardımcısı ve Bölge Daire Başkanı, 1984-1986 yılları arasında da Ankara’da MİT Müsteşarlığında Yurtdışı İstihbarat Başkanı, 1993-1994 yıllarında da Başbakanlık İstihbarat Başdanışmanı olarak görev yaptığını,

Abdullah Çatlı’nın 1977 yılından beri hedefleri olduğunu, kullanılıp kullanılmadığını bilmediğini, istihbarat için Ermeni olanları da kullandıklarını belirtmiştir. (Ek:194)

22- DENİZ GÖKÇETİN 2.03.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1995 yılı Kasım ayında asayişten sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünde göreve başladığını ve başarılı bir çalışma sürdürdüklerini,

Ahmet Çetinsaya’nın yeğeni Ömer Çetinsayan’ın Don Petro Disco’daki hisselerini tehdit etmek suretiyle Söylemezler’in aldığını, Ömer Çetinsaya’nın göstereceği adreslerde sanık araması yaparken Kızıltoprak’taki büroyu tespit ettiklerini ve buraya tesadüfen komiser muavini ile Ömer Çetinsaya’nın gittiklerini, büroya önce komiser muavininin girdiğini, içerdeki şahısların komiser muavininin silahını alıp yere yatırarak etkisiz hale getirdiklerini, içeriden gelen sesleri duyan Ömer Çetinsaya’nın içeriye girip bu durumu görmesi üzerine silahını çekip çatışmaya girdiği ve bu sırada SÖYLEMEZLER’in adamı olup daha önce Ankara’da Rumork Disco önünde Sedat Bucak’ın yeğenlerini öldüren sanıklardan Sait Aydın’ın öldüğünü, olayın tahkikatını yaparak ele geçen sanıkları adliyeye gönderdiklerini ve firarda olan aralarında Faysal Söylemez ve Sena Söylemez’in de bulunduğu sanıkları yakalamak için ekipler oluşturduklarını, ancak, bu sırada İl Emniyet Müdürlüğüne getirilen Kemal Yazıcıoğlu’nun kendisinin görev yerini değiştirdiğini, bunun üzerine yıllık izne ayrıldığını, izinde iken de kendi görevlendirdiği ekiplerin Adana otoyolunda Söylemez Kardeşleri yakaladıkları, bunlardan Faysal Söylemez’in ifadesinde, Başkomiser Halim Apaydın aracılığı ile kendisine para verdiğini söylediğini, bunun yalan olduğunu ve Faysal Söylemez ile Halim Apaydın’ın Mahkemede “ biz polisteki ifademizi işkence sonucunda verdik, böyle birşey söylemedik” diyerek yalanladıklarını, rüşvetin oluşabilmesi için bir işin yapılmış olması gerektiğini, halbuki Söylemezler tahkikatında yaptıkları bir usulsüzlüğün bulunmadığını, işkenceden suçlandıklarını, hem işkence yapmanın hem de rüşvet almanın mümkün olamayacağını,

Suçsuz olduğu ve cezaevinde can güvenliğini düşündüğü için teslim olmadığını, ağır ceza mahkemesinin delil toplama safhasının uzun olmasının da bunda etkili olduğunu, birinci duruşmada teslim olunduğu takdirde altı duruşma süresince cezaevinde yatılacağını,

Çok başarılı bir meslek hayatı olduğunu, 40 takdirname aldığını, medyanın iddia ettiği gibi Söylemezler Çetesinin üyesi olmadığını, hiçbir endişesi olmadığını ve gerçeğin çıkacağını, kaçmasının sebebinin de bu olduğunu belirtmiştir. (Ek:195)

23- SEDAT DEMİR 2.03.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Asayiş Şube Müdürü olarak görev yaparken İl Emniyet Müdürü’nün değiştiğini, Emniyet Müdürlüğü emrine alındığını, daha sonra da Kars iline tayininin çıktığını,

Söylemezler’le ilgili çalışmaları kendilerinin başlattığı halde yeni gelen yöneticilerin, bunların kendileri tarafından korunduğu şeklinde yanlış bilgiler verdiğini, Söylemezler ile ilgili olarak Polis, Savcılık ve Mahkeme aşamasında herhangi bir suçlamanın bulunmadığını, arkadaşına sattığı evi, o arkadaşını irtikap ederek sattığından dolayı tutuklandığını,

Ruhsatsız olan kumarhaneleri ve gazinoları büyük baskılara rağmen Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanununa göre re’sen kapattıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı gıyaben tanıdığını, gıyabi tutuklamasının kendilerine gelmediğini, kendisine ve kumarhanelerine müsamaha göstermediklerini, komploya kurban gittiklerini, Söylemezler’i korumadıklarını belirtmiştir. (Ek:196)

24- AYHAN ÇARKIN 28.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1986 yılında gittiği Diyarbakır Özel Harekat Şube Müdürlüğündeki görevinden 1990 yılında İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü operasyon grubuna geldiğini ve yasadışı örgütlerin operasyonlarına bilfiil katıldığını, bu operasyonlardan dolayı halen sekiz davasının devam ettiğini, 8 Ağustos 1995 tarihinde de Şanlıurfa Milletvekili sayın Sedat Bucak'ı korumak üzere görevlendirildiğini,

Kamuoyunda Susurluk diye adlandırılan olaydan dolayı çete suçlamasıyla tutuklu bulunduğunu, Abdullah Çatlı'yla münasebetlerini ve Ömer Lütfi topal cinayeti ile ilgili Cumhuriyet Savcılığına ve Devlet Güvenlik Mahkemesine ifade verdiğini ve bu ifadelerin aynen geçerli olduğunu,

Sedat Bucak'ın ismini yapmış olduğu görevler dolayısıyla Diyarbakır'da duyduğunu, PKK'ya karşı verdiği mücadeleyi ve bu uğurda kayıplar vermiş olduğunu bildiğini ve buradan bir gönül bağı doğduğunu, Ankara'da Daire Başkanlığına geldiğinde de tanıştıklarını, biribirlerini sevdiklerini, koruma konusu gündeme geldiğinde kendisine teklifte bulunduğunu ve seve seve kabul edeceği cevabını verdiğini, sonra da Sedat Bucak'a koruma olarak görevlendirildiğini, görevlendirilmeden önce de Ankaradaki bürosuna gittiğini, ibrahim Şahin'in de gidip geldiğini, Abdullah Çatlı'yı da Mehmet Özbay olarak ikibuçuk yıl önce bu büroda tanıdığını, çok iyi dostça ilişkileri olduğunu, kazaya kadar Mehmet Özbay'ın abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini,

Mehmet Özbay'ın 1994 sonlarında kendi gözü önünde TBMM'ne kimliğini vererek girdiğini, Anavatan Partisinin Balgat'taki binasına da iki sefer girdiğini,

Mehmet Özbay vasıtası ile Haluk Kırcı, Sami Hoştan ve Fevzi Bir ile de tanıştığını, Ömer Lütfi Topal ile hiçbir ilişkileri olmadığını, Hüseyin Kocadağ ile Diyarbakır'da Özel Harekat Şube Müdürü iken operasyonlarda defalarca yan yana ölümü paylaştıklarını,

Hüseyin Kocadağ'ı Mehmet Özbay ile birlikte görmediğini, Drej Ali ile Mehmet Özbay'ın beraber olduklarını,

Kanal D TV kanalında kendisi ile ilgili "İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesinde eroin krizine girip infiale kapılarak devlet için cinayetler işlediği" şeklindeki yayın üzerine kendisini savunmak için Hürriyet Gazetesinin binasına giderek Rahmi Turan'a "benim kişilik haklarıma, benim aileme saldırıyorsunuz, bu hakkı size kim veriyor, sizi çocuklarınızı öldürürüm, size evlat acısı yaşatırım, çünkü benim de evladım var, bana eroinman, bana katil, bana şerefsiz dediniz, aylardır Kemal Yazıcıoğlu müdürümle, polisin, birbirimizin arasını açtınız.." dediğini, Rahmi Turan'ın odasında kendisine "canlı yayına çıkarmısın, 10 milyar lira para verelim" teklifinde bulunulduğunu, "ben kendimi parayla satmam, Özel Harekatcıyı satın alacak para daha basılmadı" cevabını verdiğini, oradan HBB'ye giderek Behiç beyle görüşüp programa çıktığını, bundan amacının ailesine karşı olan sorumluluğu olduğunu,

Yaşar Okuyan ve Agah Oktay Güner'in kendisini Almanya'ya Mesut Yılmaz'ın kardeşinin yanına göndereceklerini, kendileri ile dolaylı teması olduğunu ve bu durumu mahkeme safhasında ispat edeceğini, Yalova'da sayın Okuyan ile görüşen veya ikili ilişkileri olan bazı şahıslar tarafından bu teklifin kendisine iletildiğini, Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmesi olayının, Topal'ın ortağı Sami Hoştan'ı Mehmet Özbay vasıtası ile tanımış olmalarından dolayı kendilerine yüklenilmek istendiğini, sürekli olarak kendilerinin yapabileceği imajının işlendiğini, katil olmadığını, bu olaydan dolayı 17 milyon dolar aldığının söylendiğini,

Ömer Lütfi Topal'ı öldürmediklerini, görmediklerini, tanımadığını ve hiçbir şekilde hiçbir ilişkilerinin olmadığını,

ANAP Genel Başkanı'nca ve Sayın Eyüp Aşık'ın kamuoyuna "kaset var, belge var, itiraf var, bunu İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'ndan öğrendik, netleştirdik" şeklindeki beyanları üzerine "kaset var ve ne konuştuğum ortada" dediğini,

Hakkındaki ihbardan sonra Asayiş Şubesine kendisinin gittiğini ve gözaltına alındığını, Topal olayı konusunda sorgulandığını, neticede "bu konuyla ilgili şubemizce gözaltına alınan bu şahıslar anılan öldürme olayı ile ilgileri olmadığı anlaşıldığından, fakat konunun önemine binaen bağlı bulundukları Daire Başkanlığı bünyesinde tetkik edilmesi" şeklinde tutanak tanzim edildiğini, orada da bir müddet sorgulama ve araştırma yapıldığını, herhangi bir suçları bulunamayınca konunun kapandığını,

Üç beş tane özel timcinin üzerinden polis teşkilatının yıpratılmaya çalışıldığını, bir suç işlemişse yalnız kendisinin yargılanması gerektiğini, kendi yüzünden müdürlerini ve bütün teşkilatı kimsenin yargılamaya hakkı olmadığını,

Kendilerini çete olarak nitelendirenlerin bunu belgelendirmeleri gerektiğini, bu suçlamada bulunan kişi ile bütün operasyonları beraber yaptıklarını, Mahkemelerdeki illegal örgütlerle ilgili davalarda kendisinin yargısız infaz suçlamaları ile yargılanmakta olduğunu,

Ömer Lütfi Topal'ın oğlunun, babasının katillerini bulana büyük miktarda para ödülü vereceğini vaadettiğini ve bu paranın Kadıköy'de bir yerde emniyet mensubu kişiler tarafından paylaşıldığının konuşulduğunu, bu konunun araştırılması gerektiğini belirtmiştir. (Ek:197)

25- Oğuz YORULMAZ 28.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Ömer Lütfi Topal'ın öldürüldüğü tarih olan 28 Temmuz'daki olay esnasında Bakırköy'de Rıfat Usta isimli restorantta yemekte olduğunu, masasında bir komiser arkadaşının da bulunduğunu, lokanta sahibinin de bir ara polis masası diye gelerek bir süre oturduğunu, kendisinin onu şahit göstermediğini,

PKK'yı ve Dev-Sol'u belli bir ideolojisi olan, bir lideri olan, uyuşturucu kaçakçılığıyla ya da silah kaçakçılığıyla finanse olan örgüt gibi gördüklerini, fakat öyle olmadığını, bunların sempatizanları, köşe yazarları ve medya spikerlerinin bulunduğunu, "siz gidin dağda tetik çekin, biz buradan başka şekilde sizi destekleyelim" dediklerini,

Dev-Sol'un cezaevinde kendilerini öldürmeleri için İBDA-C'ye 300 bin dolar teklif ettiğini, bunun gerçekleşmesi halinde, 5-6 özel timcinin öldürülmesi halinde örgütün güzel bir yere geleceğini, çünkü kendilerinin mahkemelerde yargısız infaz iddiası ile yargılanmakta olduklarını,

Ziya Bandırmalıoğlu ve Ayhan Çarkın'ın çocuklarının sünnet düğününe katıldığını, bu düğüne Sedat Bucak'ın gelemediği için kendisini temsilen aşiretinden 3-4 kişiyi gönderdiğini, Mehmet Özbay'ın da gelerek Ziya'nın çocuğunun kirvesi olduğunu, Sedat Bucak ile Siverek'e gittiğinde bir defa Mehmet Özbay'ı orada gördüğünü belirtmiştir. (Ek:198)

26- Ercan ERSOY 28.2.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1977 yılında Polis Kolejini bitirdiğini, 1980 yılında ise şimdiki adı Polis Akademisi olan Polis Enstitüsü son sınıf öğrencisi iken disiplin puanlarının yükselmesi yüzünden mezun olamadan okuldan atıldığını ve Polis Memuru olarak Merzifon’da göreve başladığını, daha sonra meslekten de ihraç edildiğini ancak Danıştay’a açtığı davayı kazanarak döndüğünü, Özel Harekat kursunu bitirdiğini, Siirt ve İzmir’de çalıştıktan sonra Özel Harekat Daire Başkanlığına tayininin çıktığını, kendi isteği ile tekrar İzmir’e döndüğünü, Özel Harekat Şubesinde çalışırken kendi isteği ile 1995 yılında ayrılarak karakolda çalışmaya başladığını, emekli olmayı düşündüğünü Güneydoğuda görevli iken korumalığını yaptığı, tanışıp dost olduğu Sedat Bucak’a söylediğinde “eğer çalışmaya niyetim varsa, bana koruma verecekler gelir misin” diyerek koruması olmasını teklif ettiğini, teklifi kabul ettiğini ve daha sonra da tayini çıkınca Sedat Bucak’ın yanında koruma olarak göreve başladığını ve kazadan sonra açığa alınıncaya kadar bu görevinin devam ettiğini, olay günü de birlikte olduklarını,

Kazadan önceki pazar sabahı, kaza yapan mercedes oto ile Sedat Bucak, kendisi, Gani, Mustafa ve Enver İstanbul’a giderek Hilton Oteline yerleştiklerini, o gece otelden çıkmadıklarını, otele kendi aşiretinden Seyit Ahmet ile Fevzi beyin bir emlakçıyla beraber geldiğini, bunların beraberlerinde Altınoluk tarafında Burhaniye Dalköy denilen yerdeki bir arazinin tapu ve benzeri belgelerini getirerek gösterdiklerini, İstanbul’a vardıklarının ikinci günü taziye için Ali YASAK’ın şirketine gidip otele döndüklerini, sabahleyin Ankara’da Sedat Bucak’ın yazıhanesinde tanıştığı Mehmet Özbay’ın da otele geldiğini, kahvaltıdan sonra Sedat Bucak’ın kendisine anahtar uzatarak “Ercan, Gani’yle beraber inin, bir araba daha geldi, sizin eşyaları ona koy, Mehmet bey de bizle beraber gelecek” dediğini, bahsedilen arsaya bakmaya gideceklerini, emlakçı Fevzi’yi de Sedat beyin “sen git bizi orada bekle” diye bir gün önceden gönderdiğini, kendisinin yeni gelen Mercedes otonun, Gani’nin de Sedat beyin 600 Mercedesin direksiyonuna geçerek hareket ettiklerini, gece Yalova-Termal’de kaldıklarını, ertesi günü saat 14.30-15.00 gibi yola çıktıklarını, bu defa Sedat beyin Mercedesini Mehmet beyin kullanmaya başladığını, Gani’nin de kendisinin yanına geçtiğini ve arkadan onları takip ettiklerini, Burhaniye’de Fevzi ile buluşup araziyi gezdiklerini, ertesi günü bir taziye için İzmir’e hareket ettiklerini, Mehmet Özbay’ı Prenses Otele bırakarak kendilerinin taziye için gittiklerini, otele döndüklerinde Sedat beyden “Yasemin Ağar için burada korumalar var, Enver’in de benim de evlerimiz İzmir’de” diyerek izin alıp Enver’le birlikte sabah dönmek üzere İzmir’e gittiğini,

Taziyeden otele dönerken kendilerini yolcu eden aşiret mensuplarının otosunun “polisiz, yol kontrolu yapıyoruz” diye durdurulduğunu ve yapılan aramada ruhsatsız silahlar çıkmış olmasına rağmen Bucak aşiretinden oldukları için kimliklerinin tespit edilerek silahların da alınmadan bırakılmış olduklarının kendisine söylenmesi üzerine yaptığı araştırmada polis tarafından böyle bir uygulama yapılmadığını öğrendiğini ve bu durumdan kuşkulandığını, bunun üzerine Sedat Bucak’a burada fazla kalmayalım, gidelim dediğini ve Sedat Bucak’ın da “Kuşadası’nda benim yazlığım var, yapıldığı günden beri hiç görmedim. Gidip orayı bir göreyim. Kuşadası’nda Onur Otel var orada kalırız” cevabını verdiğini ve Onur Otele gittiklerini,

İzmir’de kaldıklarının ikinci günü sabah kahvaltısında Gonca Us’u Mehmet Özbay’la beraber gördüğünü, Gonca’nın İzmir’de olduğunu gece veya sabah telefon ederek gelmiş olabileceğini, o gün İzmir’de gezdiklerini, Sedat Bucak’ın “Hüseyin bey geliyor, havaalanına git, Hüseyin beyi al gel” dediğini, Hüseyin beyi karşıladığını, yolda Hüseyin Kocadağ’ın emekli Emniyet Müdürü Tamer Kırklar ile görüştüğünü ve Tamer Kırklar’ın da kendilerinin yemek için buluştuğu Deniz Restoranta geldiğini, yemekten sonra Tamer beyin ayrıldığını, kendilerinin de otele döndüklerini, ertesi günü akşam saatlerinde Kuşadası’na giderek otele yerleştiklerini, iki gün orada kaldıklarını, Sedat beyin Davutlar’daki evini gördüğünü, müteahhit ile görüştüğünü, başka bir araziye baktıklarını, saat 16.30 sıralarında Kuşadası’ndan hareket edip Selçuk’ta yemek yediklerini, Manisa’da benzinlikte kahve içtiklerini, Sedat beyin bulunduğu otoyu Hüseyin Kocadağ’ın kullandığını ve Manisa’ya kadar önde gittiğini, yolda takip edilmediklerini, Susurluk’a 20 km. kalıncaya kadar kendisinin öne geçtiğini, Susurluk’ta kamyon konvoyuna takılınca Mercedes 600’ün kendisini geçtiğini ve kendisinin bir daha yetişemediğini, saat 19.30 sıralarında öndeki otolarda dörtlü sinyallerin yandığını ve arabaların durmuş olduğunu görünce sollayarak geçtiğini ve kazayı gördüğünü, kamyon şoförü ve birkaç kişinin otonun başında olduğunu, hepsi ölmüşler dediklerini, otonun yarısının yok olduğunu, sağ arka kapıyı açarak Mehmet Özbay’ı çıkarıp yere uzattıklarını, ağzından kan geldiğini, yüzünün, kolunun, göğsünün kırık olduğunu, “Allah” dediğini duyduğunu, kendi kullandığı arabaya taşıdığını, Hüseyin Kocadağ’ın vurma anında ölmüş olduğunu, torpido gözünün alt kısmına sıkışmış olan Sedat beyi güçlükle çıkarabildiklerini, Sedat beyle Gonca Us’u bir steyşın oto ile Mehmet Özbay’ı da kendi kullandığı Mercedes ile Susurluk’a götürdüğünü, yolda Mehmet Özbay’ın nabzının durduğunu ve öldüğünü, gözünü ve çenesini kapattığını, hastanede Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve Mehmet Özbay’ın öldüğünün, Sedat Bucak’ın ise yaşama şansının fazla olduğunun anlaşıldığını, Sedat beyi oradan Balıkesir’e ve Balıkesir’den de uçakla İstanbul’a götürdüklerini, Enver’i kaza yapan oto ve cenazelerle ilgilenmek üzere bıraktıklarını,

Otoda bulunan çanta denilen beyaz naylon torbayı Gani’nin aldığını, içinde para bulunduğunu, Gani’nin harcamaları bu çantadan para alarak yaptığını, kendisine de kazadan sonra gereken masrafları karşılamak üzere 230-240 milyon verdiğini, İstanbul’da bu parayı Sedat Bucak’ın eşi Saadet hanıma iade ettiğini,

Otoda bulunduğu söylenen silahlarla ilgili bilgisi olmadığını, bildiği Sedat Bucak’ın zigzaver, Mehmet Özbay’ın beyaz renkte ve büyük Baretta tabancasının olduğunu, kaza yapan arabaya 3-5 dakika sonra ulaştıklarını, arabayı bırakıp gittiklerini, kimsenin kalmadığını, jandarmanın da olay yerine en az yarım saat sonra gelmiş olabileceğini,

Sedat Bucak’ı arabanın içinden çıkarırlarken iddia edildiği şekilde koltuğun üzerinde MP-5 silah görmediğini, olsa idi eline ayağına çarpması, takılması gerektiğini, o halde de alıp öbür arabaya koyabileceğini,

Ömer Lütfi Topal Cinayeti ile ilgili olarak İzmir’de İstanbul’dan gelen ekibe teslim edildiğini, İstanbul’a Asayiş Şubesi Cinayet Büro Amirliğine getirilerek sorgulandığını, sorgulama esnasında tutanak tutulmadığı gibi ses kaydı da yapılmadığını, iki gün sonra Ankara’ya gönderildiklerini, iki gün de Ankara’da kaldıktan sonra bırakıldıklarını, Ömer Lütfi Topal’ı tanımadığını ve hiç görmediğini belirtmiştir.(Ek:199)

27- Tuncay Yılmaz Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakcılık, İstihbarat ve Harekat Dairesi Eski Başkanı 4.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1993 Temmuz ayından bu yana Kaçakcılık İstihbarat ve Harekat daire Başkanı olarak görev yaptığını, bu süre içerisinde tabii olarak kaçıkcılıkla mücadele ettiğini, araştırma konusuyla ilgili olarak sadece Tarık Ümit’i tanıdığını ve onunla temasları olduğunu, bu nu da Afyonun eroine dönüştürülmesinde kullanılan 150 ton asetik asit anhedid yakalanmıştır onunla ilgili bilgi getirdiğinde tanıştığını ve 3-4 kez yüzyüze bir okadar da telefonla teması olduğunu, ilk defa zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın odasında görüştüğünü ve Ankara ve İstanbul Emniyet Müdürlüklerine güvenmediği için asetit asit anhedid ile ilgili olarak Türkiye’ye giriş yollarını hangi vasıtalardan geldiği hususunda bilgi verdiği, ne zaman mal sevkiyatı yapılacağı hususunda bilgi vereceğini söyleyerek ayrıldıklarını, daha sonra mal sevkiyatında bilgi verdiğini ve bunun üzerine değişik partilerde 5 ton, 30 ton ve 30 tonluk partiler halinde asetik asit anhedid yakaladıklarını, 15 ton malın 7,5 ton eroine eşdeğer olduğunu bu miktarı Türkiye’de bir ailenin yapması mümkün olmadığından değişik ailelerin bu işe girdiğini, Dünyada yakalanan asetik asit anhedid’in % 90’nın Türkiye’de yakalandığını, bunun gelişmiş Avrupa ülkelerinde imal edildiğini, Türkiyenin ülke olarak asetit asit anhedid’in imalinin kontrol altına alınması için 1994’den bu yana Birleşmiş Milletler nezdinde çalıştığını, 1995 yılındaki sözleşmeye rağmen Avrupa’nın asetik asit anhedidin kontrol altında satışına rıza göstermediğini, eroin’in bitmesi için asetit asit anhedid’in mutlaka kontrol altına alınması gerektiği, çeşitli sebeplerle de Avrupanın bu asit’i kontrol’e yanaşmadığını, sınırlama yapılırsa Çin’in piyasaya hakim olacağını ve Avrupa’da kimya sanayinin zarar göreceğini söylediklerini,

Susurluk olayında adı geçenlerin, hiçbir zaman uyuşturucu kaçakcılığı konusunda pazar elde etme düşüncesinde olmadığını, zaten bilgisi de bulunmadığını, uyuşturucu kaçakcılığına adı karışanlardan öldürülenlerin kaçakcı olabileceğini, ancak öldürenler konusunda kanaat belirtemeyeceğini, Abdullah Çatlı ile Hüseyin Kocadağ’ın birarada olabileceğine anlam veremediğini, Abdullah Çatlı’nın uyuşturucu kaçakcılığından dolayı bir defa mahkumiyet kararı olmasına rağmen kaçakcı denebilmesi için onunla ilgili diğer Avrupa ülkelerinden de bilgi akması gerektiğini, oysa Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden böyle bir bilgi akımı gelmediğine göre uyuşturucu kaçıkcısı olarak değerlendirmediğini,

Karapara transferi konusunda hazırladıkları tasarıyı Adalet Bakanlığı kanalıyla Meclis’e gönderdiklerini ve 1996 mayıs ayında çıkarıldığını, Türkiye’de malın 1 kilo fiyatı 15 bin mark, Almanya’da 150 bin mark olduğu, evsafına yerine ve perakende pazarlanmasına göre 1 milyon marka kadar fiyatın yükselebildiğini, Dilek Örnek hadisesinde paranın nakit olarak yurda girdiğini, Türkiye’de özellikle yatırım yapan büyük inşaat firmaları, turizm büroları, oteller, Kumarhanelerin, otobüs firmaları ve akaryakıt bayilerinin devletin kredi sisteminden kaynaklanmayan ancak normal olmayan yöntemlerle temin edilmiş paraların kullanıldığına inandığını, kendilerinin başlattığı ve “Asena” adı verilen proje ile Türkiye’deki kaçakcı ailelerin üç göbek öncesi ve sonrasının tesbit edildiğini, Almanların da buna karşı “Anadolu” projelerinin olduğu, 40 örgütün organizasyonunun belirlendiğini, bunların Avrupadaki ayaklarının da Avrupalılar tarafından belirlenmesi için çaba sarfettiklerini,

Türkiye’de altı laboratuvar yakaladıklarını ancak çok fazla mal olmadığını, Baybaşinlerle irtibatlı Konuklu ve Ay aileleriyle ilgili Yalovada Jandarma tarafından yakalamalar olduğunu, ancak yakalanan malın değerinin fazla sayılacak miktarda olmadığını,

Baybaşin ile ilgili Lake S hadisesi olduğunda kendisinin görevde olmadığını, hadise olunca Baybaşin’in yurtdışına kaçtığını, olaydan sonra ilk defa kendisine gelen Aydınlık Gazetesine, Baybaşin’in uyuşturucu dünyasını daha iyi bildiğini söylediğini, Lake S’in açık denizde Bakanlar Kurulu Kararı ile yakalandığını, Kısmetim 1’de yakalanmak üzereyken son derece güç şartlarda gemiye çıkılamadığını, o hadiselerde arkadaşlarından birinin Baybaşin ile ortaklık yaptığına inanmadığını, öyle olsaydı gemiler yakalanamazdı, Lake S’in Karaçiden gelirken tayfalardan birinin ailesini telefonla aramıs sonucu bulunabildiğini,

Kaçakcıların güvenliklerine gelince; bunların kendi korumalarını kendilerinin yaptığını, kimseye ihale etmedikleri, Türkiyede çek-senet mafyası olarak bilinen adamların olduğunu, ancak bu konuda fazla bilgi sahibi olmadığını, Emniyetten ayrılan bazı sivil arkadaşlarının birçok yerde koruma görevi yaptıklarını, bunlardan Gaziantepte Şube Müdürü olan Güven Oktay emekli olduktan sonra Burdur’da yakalandığını, ancak kimin kiminle uyuşturucu bağlantısı olduğunu bilmediğini,

İstihbarat temininde MİT’in fonksiyonuna gelince; MİT’in zaman zaman aldığı bilgiyi sadece uyuşturucuya bağlı kalmaksızın, resmi yazıyla değil klasik bir bilgi notuyla gönderdiği, kendisinin de ilgili şubeye göre değerlendirmesini yapıp o teşkilata bilgi verdiği, bütün istihbarat kaynağının da sadece o teşkilat olmadığını, informal denen bazı insanların devlet adına kullanılmasına rastlamadığını, Afganistandan İngiltereye kadar her ülkede bir adam olduğunu ve bu insanlar da rant’dan kazanç elde ettiklerini, uyuşturucu ile mücadelede; PKK’den bahsedildiğinde Avrupa ülkelerinin Türkiyenin politikasındaki değişiklikleri hissettikleri, Türkiyenin bu suçtan zararı olmadığı halde neden mücadele içinde bulunduğunu, Türkiye PKK’nın uyuşturucu kaçakcılığı içinde olduğundan bahsedince yani 1994’den sonra çocukları da kullanmaya başlayınca Türkiye’nin mücadeledeki yerini kavradıkları, Kürt mafyası ile Laz mafyasının uyuşturucu ticaretinde önemli gruplar olduğunu,

Hakkari Yüksekova’daki uyuşturucu fidye bağlantısı ve Kahraman Bilgiç hadisesinde soruşturmanın asker tarafından yapıldığını, onun için detayını tam bilmediğini, ancak içerisinde polisin de yer aldığını hatta Hakkari, İstanbul ve Tuzla da 8 memur hakkında işlem yapıldığını, ancak ayrıntısını hatırlamadığını, Hakkari gibi bir yerin helikopterle bile % 20’sinin kontrolünün zor sağlandığını, bu bölgede yerleşik alan ve polis bölgesinin az olması, uyuşturucunun girip çıktığı aşiretlerin hakim olduğu bölgelerin polis bölgesi olmaması nedeniyle mücadeleyi etkilediği, Dünyada uyuşturucu mücadelesinin genellikle gümrükçüyle ve Jandarmayla yapıldığını, ancak Türkiye’de polisin bu işle yüzyüze bulunması nedeniyle çarpıklık oluşturduğu, bölgede çalışan personelin mahalli olmasından ve gece harekat imkânının kısıtlı olmasından kaynaklanan sıkıntılar olduğunu,

Narkotik dışında silah kaçakcılığı konusuna gelince; Türkiye’ye daha çok Kuzey Irak’tan terörist refakatinde gelmiş kaçak silahlar olduğunu, yoksa sistematik olarak başka silah ticaretinin sözkonusu olmadığı, menşeine bakılmaksızın silahlara ruhsat verilmesi hususundaki yasal düzenlemenin kendi mücadelelerini olumsuz etkilediğini, kendilerinin daha çok ruhsata bağlanmadan yakalanan silahlarla uğraştıklarını,

Daha önce konu edilen Cantürk olayı ile ilgili olarak, burada uyuşturucu pazarını ele geçirme kavgasından ziyade, bu pazarı yürüten insanlar arasında haraç alma kavgası olduğu, Yaprak, Captagon kaçakcısı olduğu halde yakalayamadıklarını, hatta sabıka kaydı ve belge bulunmaması kendilerinin harekat sahasını daralttığını, Mehmet Kasar, Leyla Zana’nın evindeyken operasyon yapıldığını, hem narkotik hem de PKK konusu olduğu için iki koldan operasyon yapıldığını ancak terörcüler önce baskın yaptığı için eroinin Kasar tarafından döküldüğünü dolayısıyla narkotikcilerin amacına ulaşamadıklarını,

Tarık Ümit’in Abdullah Çatlı ve arkadaşları tarafından öldürüldüğüne dair bilgim yok, ancak Tarık Ümit’in öldürüldüğüne inanmadığı, O’nun asıl hedefinin Dursun Karataş olduğunu kendisine söylediğini, Tarık Ümit’i Mehmet Eymür ve Atilla Aytek ile çalıştığını söylediği için MİT’in asıl ajanı intibaının oluştuğunu,

Hüseyin Kocadağ’ı tanıdığını, onun meslekten ihracı, içki ve kadına zaafiyeti olduğunu ve bu zaafiyetten yeraltı dünyasının yararlanabileceğini, kendisi işe başladıktan sonra Dündar Kılıç ve Avukatı Burhan Apaydın’ın görüşme taleplerini kabul etmediğini, Hadi Özcan’ı da tanımadığını ve onların operasyonlarını da kendilerinin yapmadığını, 1984 operasyonunda Dündar Kılıç’ı Tarık Ümit’in ihbar edip, sorguladığını,

Uyuşturucu kaçakcılığı ile mücadelede spesifik bir hadise olduğunda bilgi teafisi yapıldığını, ancak bu teafi sırasında da bazı sıkıntılar yaşandığını; herhangi bir Avrupa ülkesine kendisi istemeden veya hakim kararı olmadan bilgi geçildiğinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranılmış olduğunu, bu nedenle o ülkeler Türkiye’ye bilgi verdikleri takdirde kendilerinin de bilgi verdiğini, yani mütekabiliyet esasına göre çalışıldığını, Kanada’da yakalanan uyuşturucu kaçakcısının üzerinde çıkan telefonlarla ilgili hem kanada’da hem de Türkiye’de araştırma yaptıklarını, telefonun Başbakanlığa ait olduğunu öğrendiklerini, bununla ilgili Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü ve Turizm Müsteşarlığı ile yazışma yaptıklarını, Kanadalının da cezalandırıldığını öğrendiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti yaptığına dair herhangi bir kayıt olmadığını, uyuşturucu kaçıkcısı Baybaşin’in 1995 martında Türkiye’ye iade kararı vardı ancak Hollanda yargıtayının aralık ayında susurluk olaylarını da bahane ederek karar verdiğini, asit dışındaki uyuşturucu maddelerin % 60’ının Türkiye’de yakalandığını, bu konuda Türkiye’nin en duyarlı ülke olduğunu, Batı da ise, asitle mücadele edilmeyip Türkiye’ye gelmeyen efedin ile mücadele edildiğini, bir başka özellik te; Avrupa ve Amerika da asli unsurlardan ziyade göçmen ve sığınmacı statüsündeki gelir seviyesi düşük insanlarla zencilerin daha çok uyuşturucu kullandıklarını, bu durumun da batı devletlerinin uyuşturucu ile mücadele politikasını etkilediğini,

Uyuşturucu ile mücadelede görevli insanların bu kesimde çok para döndüğü için, sistem de müsait olduğundan uyuşturucu organizasyonuna veya korumasına meylettiklerini, bunun sistemden kaynaklandığını,

Türkiye’de çek-senet mafyası denen grupla ülkücü mafyanın geliştiğini, aslında mafya değilde organize suç çeteleri demenin daha uygun olacağını, Alaaddin Çacıkı, Ümit Ölmez geçmişte çek-senet yapan kesim olduğundan ülkücü mafya diye bir kavram geliştiğini, ancak bunların uyuşturucu kaçakcılığı içerisinde görmediklerini, ancak Hollanda da bir kahvehanede hem ülkücülerin hem de PKK’lıların aynı anda uyuşturucu ticaretini yaptıklarını duyduğunu, Abdullah Çatlı’nın üzerinde çıkan kokain’in onun satıcı değil kullanıcı olduğunu gösterdiğini, uyuşturucuyla ilgili mücadelede Gümrüklerdeki sıkıntının asıl Gümrük ile Gümrük Muhafaza arasındaki kavgadan kaynaklandığını, önemli kapılarda ve İstanbul ve Ankara havaalanlarında müşterek bir tim kurmak için gayret sarfettiklerini ancak gümrük idaresinin karşı çıktığını, fakat Gümrük muhafaza ile iyi bir diyalog içinde olduklarını, bununla ilgili 1992 yılında iki bakanlık arasında bakanlar düzeyinde protokol imzalandığını, gümrük kapılarında geçiş yapan bayanların üst aramalarını yapabilecek bayan elemanın istihdam edilmesi gerektiğini, bunun da Türkiye’deki istihdam sorunundan kaynaklandığını, narkotik subelerin normalde il seviyesinde örgütlendiği ancak Yüksekova’da da kurulması yönünde yetkililerle görüşmelerinin olduğunu,

Narkotikle mücadelede yıllar itibariyle artan seviyede başarı sağlandığını 1993 yılında 2.2 ton, 1994’de 3,5 ton, 1995 yılında da 4,5 ton yakalandığını, Jandarmanın da mücadeleye katkıda bulunmasının sevindirici olduğunu belirtmiştir. (Ek:200)

28- Metin Günyol 2.03.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1965 senesinde servise girip, inkıtalı olarak 22 mart 1981 tarihine kadar çalıştığı, 1982 Ekim ayında tekrar servise dönüp 1986 yılı Ocak ayına kadar serviste çalıştıktan sonra istifa ederek özel sektörde çalışmaya başladığını, Serviste istihbarat bölümünde değerlendirmeci olarak çalıştığı için Devlet'in bazı kişileri ASALA veya PKK'ya karşı kullandığını bilmediğini,

Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Haluk Kırcı, Yaşar Öz, Tarık Ümit gibi kişilerin yurt dışına çıkışta kullandıkları pasaportların sahte olduğu hususunda bilgilerin intikal etmesi üzerine tahkiki için yazılar geldiğinde tahkik ettirilerek bölge müdürlükleri vasıtalarıyla arşiv araştırması yapılıp, kaldırıldığını, MİT'in bu tip insanları operasyonlarda kullandığını tahmin etmediğini, yukarıda adı geçenlerin yurtdışına gönderilişini organize ettiği söylenen Mete beyi de tanımadığını, kendisinin kasıtlı olarak Mete bey diye lanse edildiğini,

Abdi İpekçi öldürüldüğünde ve Ağca hapisten kaçırıldığında teşkilatın kendisini görevlendirdiğini ve Ağca ile ilk röportajı da kendisinin yaptığını, faili meçhul olayı çözmek için çok çaba sarfettiklerini, Uğur Mumcu yazılarında Mayorka'ya gidişinin Ağca takikatıyla ilgili olduğunu iddia etse de kendisinin servisten ayrılıp Mayorka'da Otoban diye bir şirketin genel müdürlüğünü yaptığını, bu tür konuları gündeme taşıyan medyanın kendisiyle görüşme yapmamalarına rağmen aleyhinde çok şeyler söylendiğini,

İpekçi davasında asıl suçlunun Ağca olduğunu, Ağcayı, ülkü ocaklarına kayıtlı sempatizan biri olan Bünyaminin O'na asker elbisesi giydirerek kaçırdığını, Ağca İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra Erzurum üzeri iran'a götürüldüğünü, İran'dan kaçış yolu bulamayınca tekrar istanbul'a gelip kendisine verilen sahte bir pasaportla Bulgaristan'a çıktığını oradan da Viyana veya İsviçreye gittiğini, kaçırılış olayında rol oynayanların cinayete azmettirenler olduğunu ancak onların kim olduğunu bilmediğini, araştırmalarında Ağca'nın konuşmadığını ve Ağca'nın bu olayı para karşılığıyaptığını, Ağca'nın Beyazıtta bir kahvehaneden alınarak kendilerince sorgulandığını ve sonunda Ağca'nın; megolomani içinde, yaptığı işten gurur duyan kendisine yapılan saygıdan mütehassis bir haleti ruhiyyesi olduğunu Ağca çıktıktan sonra gazeteye mektup yazarak papayı vuracağını söylemişse de, kimsenin buna inanmadığını, Ağca'yı buna hükmettirenin kim olduğunu da bilmediklerini, zaten dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in verdiği ikinci bir emirle Ağca'nın MİT'le görüştürülmesi de yasaklandığından sorgulama imkânı bulamadıkları,

Uğur Mumcu ile görüştüğünde Albay Turan Çağlar konusunun gündeme geldiğini, Asker orijinli albay Turan Çağlar'ın kendilerini Doğu Perinçek ve Aydınlık Gazetesine sattığını ve 6 arkadaşının resminin Aydınlıkta yayınlandığını ve bunun sonucu 6 arkadaşlarının öldürüldüğünü, Turan Çağlar'ın Amerikalılarla da teması olduğundan CİA servisinin mensubuyla iş üstünde yakalanması sonucu cezaevine konulduğunu, bütün bu olaylarda Doğu Perinçek'in düzenleyici ve organizatör durumda olduğunu,

Abdullah Çatlı, Oral Çelik ve İbrahim Ural'ı da tanımadığını, MİT, Jandarma emniyet ve Genelkurmayın istihbarat örgütler arasında kendi zamanında bir çatışma olmasa da Özal döneminde MİT'e karşı kampanya başlatıldığını, Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar yapılan darbelerin kendilerine haber verilmemesinden kaynaklanan rahatsızlıkla yeni istihbarat örgütlerinin kurulmasının gündeme geldiğini, Jandarma istihbaratı olarak JİTEM'i bildiğini, emniyet içinde böyle bir birim oluşturulduğunu bilmediğini, Cumhurbaşkanlığındaki Erkan Gürvit'in de; operasyonculuk sıfatı, istihbarat nosyonu olmayıp sadece irtibat memurluğu yaptığını, MİT'in espeyonel ve Kontraespenenol görevlerde çalışıp, bilgileri derleyip değerlendirip ilgili birime verdiklerini ve başka konuya girmediklerini, babalar konusunun kendi ihtisas alanı dışında ve servis olarak ta ilgilenmediklerini, 1986 yılında servisten ayrılışının nedeninin Özal'ın tasarrufundan kaynaklandığını, servisi sivilleştirme gayesiyle haksız tasarruf ve iltimasın servise sokulduğunu özellikle 1986 MİT raporundan rahatsızlık duyduğunu, raporların mecliste, sağda-solda dağıtılıp Ecevit'e dahi verildiğini, Ecevit'in Başbakanlığı döneminde Turan Çağlar'ın alınmasına kızma nedeninin de; bir albayın bu şekilde itile-kakıla arabaya bindirilip getirilmesi olduğunu, Ecevit'in bundan duyduğu rahatsızlıkla kendisinin MİT'den alınmasını talep ettiğini ancak görevden alınmadığını,

1980 ihtilali öncesinde hergün 15-20 kişinin öldürüldüğünü, Devlet'de çürüklük ve otoritesizlik nedeniyle terörün ön plana çıktığını, halen de Gaziosmanpaşa olaylarında olduğu gibi olayların devat ettiğini,

Bazı devletin görevlisi olmayanların ASALA'nın bitirilmesi gibi iylemlerde kullanılmasına gelince; MİT'in yurtdışında çalışmalarını, legal rezer olarak insanlarla temas kurup ajanlandığını, bunun MİT'in görevi olduğunu, bütün dünya servislerinin bu şekilde çalıştıklarını,

MİT teşkilatının da şimdiki müsteşarı ile sivilleşme hareketinde olabilecek en iyi müsteşara sahip olduğunu ve hiçbir beklentisinin de bulunmadığını, MİT'in yıpratılmasının tek nedeninin içinin bilinmemesinden kaynaklandığını, kendisi görevdeyken herhangi bir konuda MİT gündeme geldiğinde açıklama yapmak üzere profesyonel bir basın temsilcisinin istihdamının yararlı olacağına inandığını, MİT kapalı kaldığından ithamların arttığını, bunun giderilmesi için görev yapmış bütün müsteşarlarla görüşüp, çok fazla gayret sarfettiğini,

Mete ile Metin Günyol'un Özdeştirilmelerine gelince, kendisinin Ağca ile ilgili tahkikatından, kaçışını ve cinayetini takip etmesinden ve bunun sonucu basına konu olmasından kaynaklandığını, Ağca'dan Çatlı'ya bağlantı kurulduğunu, kendisinin afişe olmasını istemediğini,

12 Eylül'den önce olaylara karışanların kendilerine fikir babalığı yapanların maşası olduğunu, ancak bunların topluma kazandırılacağı ümidiyle bırakıldığını,

MİT'in personeli sayı olarak tahmin edildiği gibi olmayıp, teknik, kişiler ve istihbarat olarak mükemmel olduğunu, bünyesinde bütün kurumlarının oluştuğunu, bir kişinin servisten hiçbir dökümanı çıkarma olasılığının olmadığı gibi hiyerarşik yapının askeriyeden daha disiplinli olduğunu, MİT müsteşarının Başbakan ile muhatap olan bir sembol olduğunu ve Başbakan istediğinde Müsteşar'ın bilgiyi Başbakana sunduğunu,

Türkiye'de mafyacılığın ayağa düştüğünü, polisin karşısında mafyanın birşey yapamayacağı gibi, mafya denilenlerden sağ ve sol örgütlerin rahatlıkla geçmişte haraç alabildikleri, mafyanın aslında bu kadar büyütülmemesi gerektiği, Türkiyede kurumların fazlasıyla yıpratılması nedeniyle geleceğin riske edilmesinin, Askere, polise, Mahkemelere saldırılmasının mafyadan daha fazla zararlı olduğunu belirtmiştir. (Ek:201)

29- M.Emin Yurdakul Yüksekova Tabur Komutanı Binbaşı 18.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Kendisinin 18 yıllık meslek hayatının 10 yılının Diyarbakır, Siirt ve Hakkari illerinde geçtiğini, Yüksekova'da da 1985 ve 1994-1996 yıllarında komando birliklerinde görev yaptığını,

İtirafçı olarak bilinen Kahraman Bilgiç'le ilgili olarak; bu şahsın PKK saflarında bölük komutanı görevindeyken kaçıp teslim olduğunu, bölgeyi, terör unsurlarının harekat tarzını ve barınma yerlerini bilmesi nedeniyle Tabur Komutanlağınca organize edilen operasyonlarda klavuz olarak kullanılmak üzere verildiğini, bu şahsın, kendi ismini kullanarak bazı yasal olmayan eylemlere giriştiği iddiasının ise kendi bilgisi dışında olduğunu, haraç alma ve infaz işlemlerinin de kendi taburunun görev sahasında olmasının mümkün olmadığını, zaten böyle birşey yapacak olsa üst komutanlarınca bilineceğini ve hakkında işlem yapılacağını buna rağmen mesleki hayatında ihtar dahi almadığını, Kahraman Bilgiç'i bağımsız herhangi bir görevde kullanmadığını kendisi as birlik komutanı olduğundan Tugay komutanının emri olmadan zaten kullanmasının da mümkün olmadığını, normalde de silahlı kuvvetlerin böyle bir şeye ihtiyacının olmadığını, Ancak Kahraman Bilgiç'in başlangıçta faydalı olmakla birlikte, Taburun mıntıkası dışında iyi niyeti suistimal eden kişisel davranışlara girdiğini duyduğunu, bunu öğrenince de taburuna almadığını, ancak detayı konusunda bilgi sahibi olmadığını, olumsuzluklarını tugay karargahına ve ilgili arkadaşlarına da söyleyerek uzaklaştırdığını,

Tabur olarak yapılan operasyonların 1-2 gün, tugay olarak yapılan operasyonların da hava şartlarına göre 3-4 gün veya daha fazla sürdüğünü, bu operasyonlarda hangi birlik komutanı arazideki operasyondaki hedef durumuna göre riskli sayılabilecek yerdeyse Kahraman Bilgiç'in o birlik emrinde çalıştırıldığı, yani Tugay'a bağlı bütün taburların Kahraman Bilgiçten yararlandığını, Tabur da kaldığı süre içerisinde kendisinden habersiz yemek yemeye dahi gitmediğini,

Kahraman Bilgiç'in cezaevinde yatıp yatmadığını hangi statüyle maaş aldığını, itirafçıların da çalıştırılma ve istihdam şekillerini tam olarak bilmediğini,

Tabur Komutanlığının çalışması ve halkla ilişkiler bakımından da; Jandarma ve Polis gibi vatandaşla iç içe olmayıp Tugay tarafından kendilerine verilen operasyon görevlerini icra edip döndükleri,, ferden ve tabur olarak operasyon planlama yetkilerinin dahi olmadığını, uyuşturucu, toz ve kaçakçılık gibi konulara yönelik görevlerinin bulunmayıp sadece teröre yönelik görev ifa ettiklerini,

Karadağ operasyonundaki toz ve silah iddialarına gelince; özel harekat timleri tarafından kendilerine intikal eden duyumu Tugay'a bilgi vererek köye gittiği halde birşey bulunamadığını ancak dönüşte askerlerin bir torba toz eroini çıkardıkları ve bunun özel harekat timine teslim edildiğini, tutanaklarının da Cumhuriyet Savcılığında mevcut olduğunu, tozla kendisinin kesinlikle alakasının olmadığını, Yüksekova Belediye Başkanının karısına da silah vermediğini, zaten onların silaha da ihtiyaçlarının olmadığını,

İzmirde yakalanan Ali isimli levazım Astsubayının iddialarının da doğru olmayıp, o'nun gençliği nedeniyle kandırıldığını zannettiğini, O'nun iddia ettiği uyuşturucu kayıtlarının savcılıkta mevcut olduğu, çünkü kendilerinin operasyonda ferden çalışmayıp bölük komutanı, S-3 subayı ve bütün askerlerin orada bulunduğunu, Ali İhsan Zeydan'ın gösterdiği kişilerin yakalanıp kendisi tarafından para karşılığı bırakıldığı ve 5 milyar karşılığı seçimlerde kazandırma garantisi ile ilgili iddiaların da asılsız olduğunu, bunların silahlı kuvvetleri yıpratmak için söylendiğini,

Milletvekillerince hazırlanan rapor ve Abdullah Canan'ın kaçırılıp öldürülmesi ile ilgili olarak; bölgede aşiretler arası bir kargaşa olduğunu, zaten o adamın çıkma saatinde askerlerinden hiçbirisinin dışarıda olmadığını, bölgenin özelliği nedenyile bu tip olayların zaman-zaman ortaya çıktığını, Kahraman Bilgiç'in kendisinin adını vererek cananlarla kişisel ilişkiye girdiğini ve bir miktar para aldığını duyduğunu ancak detayını bilmediğini,

Abdullah Canan'ın aşiretine bağlı Karlı ve yanındaki Çatma köyünde sığınak olduğu şeklinde duyum gelince Emniyet ve MİT ile çalışmalar yapıldığını, özel harekatla birlikte amirlerinin ve komutanlarının bilgisi dahilinde yapılan operasyonda 4 teröristin öldürüldüğünü, sığınaklar tesbit edilerek bir miktar malzeme ve erzak temin edildiğini, o operasyon sonunda kapalı bir evin asker tarafından kurcalandığını ancak iddia edildiği gibi fazla miktarda tahribat yapılmadığını, bununla ilgili şikayet konusuna gelince: Mehmet Yüzbaşı'nın kendisine, şikayetten vazgeçeceklerini ve konuşma talepleri olduğunu söyleyince, kendisinin de bu konuda tedirginliklerini olmadığını, istedikleri kadar şikayette bulunabileceklerini söylediğini, köyde arama yapan komutanları da çağırarak aramayı yapanların onlar olduğunu belirtip tokalaşıp ayrıldıklarını, herhangi bir tehdit olayı olmadığını, Abdullah Canan'ın kendisiyle ilgili şikayette Yüoksekovada olmadığını ve Abdullah Canan namına başkası tarafından yazıldığını öğrendiğini, bu hususta Savcı Ayhan Kocabaş'ı da tehdit etmediğini o savcının bazı hareketleri nedeniyle ilçeden tayinen ayrıldığını, Abdullah Canan olayında işi tezgahlayan ve parayı alanın Kahraman Bilgiç olduğunu tahmin ettiğini, bunu Tugay Komutanının da söylediğini, Abdullah Canan'ın öldürüldükten 7 gün sonra bulunduğu halde cesedinin bozulmamasını da kış şartlarına bağladığını,

Tabur Komutanı olarak kendisinin Yüksekovada görev yaptığı sürece okul aile birliği toplantılarına katıldığını, ihtiyaç sahibi olan kişilere Belediye Başkanı ve Kaymakam tarafından tesbit edilenlerle birlikte Tugay'ın da bilgisi dahilinde her türlü yardım yaptığını, okul açılışlarında birçok çocuğu giydirdiğini, Yüksekova'da kendisine fahrihemşerilik beratı verildiğini, şaibeli kişilerle konuşmadığı gibi tabura da aldırmadığını,

Tabur'un seçim döneminde şehir merkezinde herhangi bir görev üstlenmeyip sadece Mustafa Zeydan'ın köylerinin bölgesinde seçim güvenliğini sağladığı,

Kahraman Bilgiç dışında, Tugay'ın bilgisi dahilinde kullanılan herhangi bir itirafçıyı da Yeşil'i de tanımadığını, ancak sınırötesi operasyonda iki tane itirafçıdan yararlandıktan sonra onların da operasyon sonunda helikopterle ayrıldıklarını, Kahraman Bilgiç'in, Canan'lar la ilişkiye girdiği dönemde Van'da otelde kaldığını ve çok fazla da para harcadığını komando taburunca kendisine söylendiğini,

Ağaçlı köyünde yapılan operasyonda 73 yaşındaki Şemsettin Yurtsever ile o anda köyde ağaç toplayan 18 yaşındaki Modat Özeken ve 13 yaşındaki Münir Sarıtaş'ın alınmasıyla ilgili kendi birliğinin herhangi bir girişimi olmadığını, o dönemde kendisinin sorumluluk sahası dışında sıfır noktasında olan o köyde operasyonu olmadığını,

Kurmay Başkanı Albay Hamdi Poyraz ile emir komuta bağlantısının olmadığını, JİTEM hakkında da bilgisinin olmadığını,

Bölgedeki sıkıntılardan kurtulmak için öncelikle ayrı-ayrı görev yapan ünitelerin tek bir noktada, bir koordinasyon merkeziyle yönlendirilmeleri, sınır güvenliğiyle birlikte ekonomik kalkınmanın da gerekli olduğu, Yüksekovadaki terör, kaçakçılık ve esrar olayı bitirildiği takdirde Türkiye'deki terörün biteceğini belirtmiştir.(Ek:202)

30- Mehmet Ali YAPRAK 14.1.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“1996 yılı 24-25 Mayıs gecesi polis olduğunu söyleyen kişilerce evinin önünden bir araca bindirilerek kaçırıldığını, kendisinin “kaçakçılık yapmak, seks hapı satmak ve devlete vergi vermemekle suçlandığını, serbest bırakılması karşılığında 15 milyon mark fidye istenildiğini, kendisinin bu kadar parayı vermesinin mümkün olmadığını, ancak 3 milyon mark ödeyebileceğini, bunun da l milyon markını serbest bırakıldıktan itibaren 15 gün içerisinde, 2 milyon markın da 1 milyonunu 2 ay sonra 1 milyonunu da ondan sonraki ayda ödeyebileceğini, kaçırılma sırasında gözlerinin bağlı olduğunu, cebindeki paraların, kolundaki saatinin, cep telefonunun ve kredi kartları ile ehliyetinin de alındığını, kaçırıldığı sırada üzerinde 65-70 bin markı ve 20-30 milyon TL. civarında Türk Lirası olduğunu, kaçırıldıktan 6 gün sonra Hilvan girişinde serbest bırakıldığını, Gaziantep’te işadamlarından haraç toplayan bir çetenin bulunduğunu, bu çete içerisinde Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, Müfit Sament gibi kişiler bulunduğunu, Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’nın ortağı olduğunu, kendisini kaçıranların 11 kişi olduğunu ve Yahya Efe, Turgay Maraşlı, Tuncay Maraşlı, Müfit Sament gibi şahısların da bu 11 kişinin içinde bulunduğunu, kendisini kaçıranlardan hiçbirisinin Gaziantep’ten olmadığını ve hepsinin İstanbul tarafından geldiğini, Gaziantep’te bu kişilere yardımcı olanların Abdullah Sabri Kocaman, Mehmet Öztürk ve Mehmet Öztekin olduğunu, Müfit Sament’in Devlete çalıştığını, konuşmaması için zaman zaman tehdit telefonları aldığını, kaçırılması olayı ile ilgili olarak ilgili Cumhuriyet Savcılığınca takipsizlik kararı verildiğini, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın talimatı ile Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığınca tekrar ifadesinin alındığını ve yeniden dosya tanzim edildiğini,

Kendisinden istenilen 3 milyon mark fidyeyi ödemediğini, kaçırıldığında bırakılmadan önce videoya kaçakçı olduğunu belirten ifadeler kullanarak kendisinin videoya kaydedildiğini, kaçırılma sırasında gelenlerin polis olduklarını ve Kaçakçılık Daire Başkanlığından geliyoruz dediklerini ve kendisini götürdüklerini, 1973 yılından beri Gaziantep’te tıbbi malzeme ticareti ile meşgul olduğunu, kendisini kaçıran ve otoyu kullanan kişinin Haluk Kırcı olup olmadığını bilmediğini, Haluk Kırcı ile karşı karşıya getirildiği zaman kendisinin, kaçıranın Haluk Kırcı olup olmadığı konusunda bir kanaate varabileceğini, kendisinin ruhsatlı 2-3 tane silahının bulunduğunu, 3 milyon mark fidyeyi ödemeyişinin sebebinin bir defa ödeyince bunun arkasının gelecek olmasından endişe duyması olduğunu, çocuklarının kaçırılabileceği yolunda duyumlar aldığını; kaçıracak kişiler arasında Özel Harekattan 2 memur olduğu şeklinde duyumlar olduğunu, bırakılmasının tek sebebinin Yahya Efe isminin ile Müfit Samet isminin konuşulmaya başlanması olduğunu, Müfit Samet’in MİT’e çalıştığını, Müfit Samet’in kendisini kaçıranlardan birisi olduğunu ve İstanbul’da kaldığını, evinin önünden kaçırılmasından itibaren içinden 2500 sayı saydığını ve bunun da Siverek İlçesine götürülecek kadar bir mesafe olduğunu, mali durumunun 15 milyon mark fidyeyi ödemeye müsait olmadığını, 3 milyon markı ise arazilerini satmak suretiyle ödeyebilecek durumda olduğunu, kendisini kaçıranların, serbest bırakıldıktan sonra 2 kez aradıklarını ve kendilerine telefonda muhatap olmadığını, kendisini kaçıranları birbirine düşürmek amacıyla 1 milyon mark fidye ödediği şeklinde Gaziantep’te dedikodu yaydıklarını ve bunu bilerek yaptığını,

Çatlı’ya bağlı 7-8 grup olduğunu ve her grubun başında birisinin bulunduğunu, bütün gruplarda toplam 700 kişi kadar çete üyesi olduğunu tahmin ettiğini; Turgay Maraşlı’nın Abdullah Çatlı’yla İstanbul’daki bir tekstil firmasına ortak olduğunu, Turgay Maraşlı’nın aynı zamanda BOTAŞ’ın petrol dağıtım işini yürüttüğünü, Müfit Samet’in de tekstilci olduğunu söylediğini, Kıbrıs’ta bulunan Emperyal Otel’den Abdullah Çatlı’nın Turgay Maraşlı ile görüştüğüne dair elinde belge olduğunu, Abdullah Çatlı’nın 424 numaralı odada kaldığını ve 28 Nisanda kimlerle ne kadar görüştüğünün elindeki belgede mevcut olduğunu ve bunu Komisyona verebileceğini, kendisini kaçıran insanların korunup, kollandıklarını, Korkut Eken’in bu isimlerden birisi olduğunu, İbrahim Şahin’i tanımadığını, Mehmet Ağar ve Sedat Bucak’ı da tanımadığını ve kendileriyle bir görüşmesinin olmadığını,”belirtmiştir.(Ek:203)

31- Avşar KEDEROĞLU 14.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

İstanbul’da ticaretle uğraştığını, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak evinden jandarma istihbaratta görevli olduğunu belirten bir kişi tarafından alınarak Maslakta bulunan Jandarma Alayına götürüldüğünü, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak en son kendisinin telefonu ile görüşme yapıldığı, belirtilerek Jandarma Alayına götürüldüğünü, Tarık Ümit’i tanımadığını ancak onu tanıyan özel harekatçı arkadaşlarının olduğunu, Ziye isimli özel harekatçının evindeki telefonu kullandığını, İbrahim Şahin’i de tanıdığını, Ayhan Akçay’ı da tanıdığını, İbrahim Şahin’i 1979 dan Kozaklıda Başkomiserliğinden tanıdığını, polis memurları Ziya ve Ayhan’ı da İbrahim Şahin’in koruması olarak tanıdığını, Oğuz’un da bunlarla birlikte olduğunu, ve Oğuzu’da tanıdığını, Çarkın’ı tanımadığını, Abdullah Çatlı’yı ise tanımadığını, bu polis memurlarının zaman zaman evine geldiklerini ve kendisinden araba ve telefon talebinde bulunduklarını, kendisinin de arabasını ve telefonunu polislere verdiğini; bu polis memurlarını 1992-1993 yıllarında tanıdığını Maslakta Jandarma Alayında tutulduğu sırada Ayhan Akçan’ın kendisini telefonla aradığını, Jandarmaya Ayhan Akçanın evini gösterdiğini, Ayhan Akçanın Halkalıda polis lojmanlarında oturduğunu, ismi Ahmet olan bir Astsubay tarafından evinden bir araçla alındığını, sivil aracın ise bir bayan tarafından kullanıldığını, sivil bayanı tanımadığını, Tarık Ümit’in kızını hiç görmediğini ve tanımadığını, İstanbul’da Gazi olaylarının başladığı gün kendisinin serbest bırakıldığını, Jandarma Alayında tutulduğu süre zarfında kendisine bir baskı yapılmadığını, Ruhsatlı silahının alındığını ve salıverildikten 4-5 gün sonra iade edildiğini, İbrahim Şahin’in ağabeyisinin yakın arkadaşı ve aile dostları olduğunu, ancak polislerin yakın dostları olmadığını, zaman zaman geldiklerini,

Kendisine ait telefonu en son kullanan kişinin Ziya Bandırmalıoğlu olduğunu,

Maslaktaki Jandarma Alayına götürüldüğünü daha sonra İbrahim Şahin’e anlattığını ve onunda bu işe hayret ettiğini, polis memurlarını İbrahim Şahin’in korumaları olması nedeniyle tanıdığını, cep telefonunu ve arabasını da İbrahim Şahin’in hatırına bu polis memurlarına verdiğini, Maslakta Jandarma Alayında tutulup serbest bırakıldıktan sonra da ara sıra polis memurları Ziya ve Ayhan ile görüşmelerinin olduğunu, Tarık Ümit’in kim olduğunu birkaç defa bu polis memurlarına sorduğunu ve arkadaşımız, onu tanıyoruz diye cevap aldığını, Ayhan Akça’nın adı en son kurye Dilek olayında duyulmasından sonra ağabeylerinin kendisine nasihat ettiğini ve bu polis memurları ile görüşmesini azaltmasını istediğini, bir ağabeyisinin önceleri İstanbul Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptığını, şimdi ise DYP İstanbul Yönetim Kurulu üyesi olduğunu, Ziya ve Ayhan’ın Ankara’da görevli polis memurları olduğu ancak İstanbul’da oturdukları, polis memurları Ziya ve Ayhan’ın Abdullah Çatlı’dan ve ülkü ocaklarından bazı kişilerle konuşmalar yaptığına tanık olmadığını, ağabeyisinin Abdullah Çatlı’yı tanıması gerektiğini, kendisinin kanunsuz bir işi olmadığını, hayatında ilk defa JİTEM’e gittiğini, ikinci kez de komisyona geldiğini, Ankara’da görevli olan ve genellikle hafta sonlarında İstanbula gelen polis memurları Ayhan ve Ziya’nın Karayolu ile İstanbul’a geldiklerini, Kıbrısla bir ilişkisinin olmadığını, Azerbaycan, Bulgaristan, Tunus ve İtalya’ya birer defa turistik gezi amacıyla gittiğini” belirtmiştir.(Ek:204)

32- Seyit Ahmet ALTINTAŞ 14 Ocak 1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“İstanbul İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesinde istihbarat elemanı olarak görev yaptığını, halen Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü emrinde görevli olduğunu, Tarık Ümit’in kaybolma durumundan sonra olayla ilgilenmeye başladığını, Tarık Ümit’in kırmızı renkli otosunun Silivri İlçesi Kılıçlı Köyü yakınlarında bulunduğunu, Silivri Büyükkılıçlı Karakolunun gereken tahkikatı yapıp evrakları Silivri Cumhuriyet Savcılığına gönderdiğini, Tarık Ümit’le ilgili çalışma yapmasını İstanbul İl Jandarma Alay Komutanının istediğini, Tarık Ümit’le ilgili çalışmaya başlar başlamaz Mehmet Eymür’ün sık sık Tarık Ümit’in kızı Hande Ümit Binici’yi aradığını ve buna tanık olduğunu, Tarık Ümit ile Mehmet Eymür’ün çok samimi olduklarını, Mehmet Eymür’ün Hande’ye telefon ederek babanı Abdullah Çatlı ve adamları kaçırdı, gazetelere ilan ver yoksa öldürürler dediğini, Mehmet Eymür’ün 3 elemanını İstanbul’a göndererek Tarık Ümit Olayı’nda Jandarmanın bilgilendirilmesini sağladığnı, Tarık Ümit’in en son görüşme yaptığı kişilerden yola çıktığını ve Tarık Ümit’in cep telefonundan yola çıkarak, Tarık Ümit’in en son telefonla görüşme yaptığı kişinin Avşar KEDEROĞLU olduğunu, Avşar KEDEROĞLU adına kayıtlı telefonun 1 gün önce alınmış telefon olduğunu ve henüz kullanılmaya başlandığını, Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak kendisinin sadece istihbari bir çalışma yaptığını, adam alma, tutma, gözaltına alma gibi bir yetkisinin bulunmadığını, Avşar KEDEROĞLU üzerine telefon kayıtlı ise de bu telefonla Ayhan AKÇA ve Ziya BANDIRMALIOĞLU’nun görüşme yaptıklarını, Avşar KEDEROĞLU’ndan öğrendiğini,

Avşar KEDEROĞLU ile sadece bir mülakat yaptığını, bu mülakat sırasında polis memurlarından Ayhan Akça’nın Avşar Kederoğlu’nu telefonla aradığını ve Avşar Kederoğlu’na Yalova’dan geldiklerini söylediğini, daha sonra Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın ile Ataköy Polis Karakolunda bir görüşme yaptıklarını, polis memurlarını görüşme yapmak üzere Karakola davet ettiğini, ancak polis memurları Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın’ın bu davetini reddettiklerini, Ataköy Polis Karakolunda görüşme önerisinin kabulü üzerine Ataköy Polis Karakoluna gittiklerini, Karakolda iken İbrahim Şahin’in Ayhan Akça’yı cep telefonundan aradığını ve kendisiyle görüşmek istediğini ancak kendisinin karakolda bulunan sabit telefondan görüşebileceğini söylediğini, Ataköy Polis Karakolunun Gazi olayları nedeniyle kalabalık olduğunu, nöbetçi Emniyet Müdürünün de karakolda bulunduğunu ve kendisine hitaben polis bölgesine habersiz giremiyeceğini söylediklerini, İbrahim Şahin’in de kendisi ile telefonla görüştüğünü ve polis memurlarını alamıyacağını söylediğini,

Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Emniyetten Jandarmaya bilgi gelmediğini, oysa Tarık Ümit’in kaçırıldığı mahallin İstanbul Kadıköy polis mıntıkası olduğunu, Kadıköy polisinin bu olayla hiç ilgilenmediğini, sadece jandarmanın bu olayla ilgilendiğini, Tarık Ümit’in aracının plakasının güvenlik nedeniyle Mehmet Ağar tarafından verilen bir tahsis plakası olduğunu ve bunu da kendisine MİT’in ve Tarık Ümit’in kızının söylediğini, olayın başlangıcında Tarık Ümit’in MİT ajanı olduğunu bilmediğini, bunu sonradan öğrendiğini, Ataköy Polis Karakolunda polis memurları Ayhan Akça ve Ayhan Çarkın ile yaptığı görüşmede Ayhan Akça’nın Tarık Ümit’i tanıdığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in kaçırılmadan önce yaptığı son görüşmenin 0 532 ve son rakamları 2175 olan ve Avşar KEDEROĞLU’na ait olan telefonla yaptığının belirlendiğini, Tarık Ümit’in telefon numarasını Tarık Ümit’in kızı Hande’den aldığını, Tarık Ümit’in Tuzla’daki evinde de bir çalışma yaptıklarını ancak herhangi bir parmak izine rastlamadıklarını, Mehmet Eymür ile hiç görüşmesi olmadığını, sadece Eymür’ün üç elemanı ile görüştüğünü, Tarık Ümit’in Silivri’de terkedilmiş aracını gördüğünü, araçta parmak izlerine rastlayamadıklarını,

Abdullah Çatlı, Sami Hoştan ve Haluk Kırcı ile ilgili bir çalışma içerisine girmediğini, Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankası olduğunu, Tarık Ümit’in kızı Hande’den işittiğini, yine Tarık Ümit’in Kıbrıs’ta bir bankada ortak olduğunu ve bu bankanın ortaklarından birisinin de Mehmet Ağar’ın şoförünün kardeşi Ömür Özçelik olduğunu ve % 25 hissesi olduğunu, bunu da Tarık Ümit’in kızı Hande’den işittiğini, Mehmet Eymür’ün adamları ile Tarık Ümit’in yakın çevresinde 4 milyon dolarlık bir paradan bahsedildiğini, ancak paranın kaynağının belli olmadığı, Tarık Ümit ve Mehmet Eymür’ün adamlarının bu paranın uyuşturucudan gelen bir para olduğunu tahmin ettiklerini, Tarık Ümit, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’in son derece samimi olduklarını bildiğini, kara para aklanmasıyla ilgili olarak Tarık Ümit’in ailesinin beyanına göre, Kazakistan, Pakistan, Afganistan tarafından gelen uyuşturucunun, Kazakistan, Azerbeycan’dan Nahçıvan kanalıyla Türkiye’ye girdiği, Türkiye’den eroinin yurtdışına, Hollanda ve Almanya’ya çıktığı, birkısım paranın Kazakistan’da aklandığı, Kazakistan’da 450 milyon dolarlık bir paranın olduğu, bu paranın da Kıbrıs’taki bankada aklandığı, Tarık Ümit’in de bu işin içinde olduğunun söylendiğini,

Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Hayri Kozakçıoğlu’na rapor ve bilgi vermediğini, Hayri Kozakçıoğlu ile hiçbir görüşmesi olmadığını,” belirtmiştir. (Ek:205)

33- SENAR ER 13.1.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“Asıl adının Senar Keremoğlu olduğunu, Soyadını “ER” olarak değiştirdiğini, Van Tur otobüs işletmesi sahibi olduğunu; öz babası Kadir Keremoğlu’nun 15.4.1995 günü evinden ayrıldığını ve o günden bu yana babasından haber alamadığını, babasının Şehmuz DURAK isimli şahıs tarafından götürülmüş olabileceğini, 10 Temmuz 1994 de Ahmet Demir isminde birisinin kendisini arayıp 100 bin Mark para istediğini, kendisinin de bu şahsı tanımadığını söylemesi üzerine Zinnar kod adlı kişi olduğunu söylediğini ve bu şahsın Alaaddin Kanat olduğunu daha sonra yakalandığında öğrendiğini ve bu şahsın tehlikeli bir insan olduğunun ifade edildiğini öğrendiğini, 15 Nisan 1995 de babasının Van’da kaçırıldığını, Van’da bütün resmi kuruluşlara müracaat ettiğini, ancak bir sonuç alamadığını, babasının kaçırılmasında rol aldığını tahmin ettiği Şehmuz Durak’ın ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldığını, babasını kaçıranların daha sonra istedikleri fidye miktarını 750 bin Mark’a çıkardıklarını, bunu verdiği takdirde babasını sağ olarak iade edeceklerini söylediklerini, kendisinin de 100 bin Mark verebileceğini söylediğini, daha sonra durumu milletvekili Mustafa Zeydan’a anlattığını, onun da zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dan randevu alarak Ağar’la görüştüklerini, Ağar’ın yardımcı olacağını söylediğini ve hemen İbrahim Şahin’i telefonla aradığını ve konu ile ilgili olarak haberdar edilmesi talimatını verdiğini, ancak Emniyete yaptığı başvurulardan da bir sonuç alamadığını, bu arada babasının kurtarılması için Yarbay Nevres Özatlı ile de görüştüğünü, bundan da bir sonuç çıkmadığını, kendisinden istenilen fidyeyi vermediği ve Alaattin Kanat’ı yakalattığı için iki otobüsünün yakıldığını, iki otobüsünün de silahla tarandığını, Alaattin Kanat olayından sonra bu işlerin başına geldiğini, babasının serbest bırakılması için 80 milyon Nazif Karacan’a, 200 milyon lira da Lokman Çetin’e verdiğini, bunları babasının bakım masrafı alarak verdiğini, Alaattin Kanat’ın dayısının polis olduğunu ve Narkotikte çalıştığını, Nizamettin Dağdelen, Alaattin Kanat ve Mehmet Yazıcıoğulları adlı şahısların kendisini tek tek tehdit ettiklerini ve 100 bin mark istediklerini, vermediği takdirde kendisini öldüreceklerini söylediklerini, Alaattin Kanat’ı tutuklandıktan sonra Van’da gördüğünü, babasını kaçıran araçların 34 ALL 82, 06 FH 600, 65 ER 279, 01 EA 600 plakalı araçlar olduğunu, plakaların da sahte olduğunu, babasının kaçırıldıktan sonra Jandarmada olduğunu ancak korkusundan isteyemediğini, babasının para için kaçırıldığını, 1994’den beri para toplama, fidye isteme işinin yoğunlaştığını, Yüksekova’da herkesten para toplandığını, kendisinden de sabıka kaydı için 5 bin mark istenildiğini, en çok para alma işini korucuların yaptığını, Yüksekova’da insanların kendisini güvenlik içerisinde hissetmediklerini, her an evden alınıp götürme korkusu içinde olduklarını, insanların bu nedenle isteyen herkese para vermek zorunda olduklarını, kendisinin fidye vermediğini buna mukabil babasının kaçırıldığını ve otobüslerinin yakılıp, kurşunlandığını, Yeşil, Ahmet Demir, Mehmet Yıldırım adları ile dolaşan şahsın askerlerin içinde olduğunu ve Jitemci olarak bilindiğini, fakat bu şahsın sivil olduğunu, ancak yanında birkaç kişi ve elinde telsiziyle dolaştığını, devamlı askerlerle birlikte olduğunu, bugüne kadar Yüksekova’da çok fidye alındığını, ....................... adlı uyuşturucu kaçakçısından da 750 bin mark fidye aldıklarını,

.....................’ın İstanbul’da ikamet ettiğini, ancak Yüksekova’lı olduğunu, YEŞİL’in askerden güç aldığını, bunu Doğuda herkesin bildiğini, insanların bu şahsı sesinden tanıdığını çünkü pekçok kişiyle telefonla konuştuğunu, kendisi ile de YEŞİL’in birkaç kez konuştuğunu ve bir defasında kendisini ölümle tehdit ettiğini, Yüksekova’lıların babası Kadir Keremoğlu’nun başına gelenleri duydukları için fidye istendiğinde gidip gizlice verdiklerini ve insanların korku içerisinde olduklarını,” belirtmiştir. (Ek:206)

34- MİT Müsteşarı Sönmez KÖKSAL 9.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“MİT’in yasal bir örgüt olduğunu, 2937 Sayı ve bu Kanunun 27.maddesinin bilgi istihsali ve bilgi verme konusu ile ilgili olduğunu, yasal zorunlulukdan dolayı bazı sorulara cevap vermek durumunda olmadığını, 1992 Kasım ayında MİT Müsteşarlığı görevine başladığını, susurluk olayının hiç birlikte olmayacak bazı kimselerin beraberliğini açığa vurma açısından çok önemli olduğunu, yargının işlevini yaptığı takdirde muhtemelen bu iddialardan bir kısmının doğru olduğunun ortaya çıkacağını, bu iddialarla ilgili her organın, her kurumun kendi açısından yürütmesi gereken birtakım tahkikatlar olduğunu, MİT’in görev alanının dışında yürüttüğü bir çalışmasının olmadığını, MİT’in uyuşturucu konusuna yaklaşabilmesi için geçtiğimiz yıldan itibaren bir birim oluşturduğunu, daha çok bu olaylara stratejik açıdan yaklaşma eğiliminde olduğunu, MİT’in uyuşturucu konusunda yaklaşımının sadece uyuşturucunun Uluslararası terörle, uyuşturucunun organize suç denilen kavramlarla işbirliğini ortaya çıkarmak olduğunu,

1988 de yazılmış bir MİT RAPORU olduğunu ve bunun da ilgilisi tarafından üstlenildiğini ve Komisyona ifade verdiğini, bunun dışında MİT tarafından ortaya atılmış herhangibir rapor olmadığını, Abdullah Çatlı ile ilgili olarak arşivlerinde bilgi olabileceğini, talep edilmesi halinde iletebileceklerini Sedat Bucak’ın legal bir milletvekili olduğunu ve bu şahısla ilgili bir çalışma yapmadıklarını, istihbarat neredeyse orada olduklarını, gerektiğinde herkesi istihbarat işlerinde kullanabildiklerini, Susurluk kazasından sonra Başbakanlıkça iddialar hakkında MİT’in bir inceleme yapmasının istenildiğini, MİT’in de bu incelemeyi yaptığını ve sonuçlarını Sayın Başbakan’a sunduğunu, bu incelemede devlet içinde kontrolsüz bazı güçlerin varlığının bu olayla ortaya çıktığının ifade edildiğini, gayri kanuni belgelerin temini, pasaport vs. şeylerin ortaya çıktığı, yapılan bazı operasyonlarda merkezi kontrolün tam olmadığı hususunda vurgulandığını bunların MİT tarafından yapılan ilk incelemelerden sonra ortaya çıkan emareler olduğunu, istihbarat konusunda yoğun bir şekilde çok başlılıktan bahsedildiğini, burada sınırların iyi çizilmesinin lazım geldiğini, geçici köy koruculuğunun yeniden yapılanmasının ihtiyaç olarak ortaya çıktığının ifade edildiğini,

Devletin dış itibarı açısından bazı sakıncalı durumlarda yaratıldığına dikkat çekildiğini, MİT’in istihbarat çarkına takılmış olduğu kadarıyla kişiler hakkında bilgi sunduklarını, 59 kişinin adının geçtiğini, uyuşturucu ticaretinin devlet himayesinde yürütüldüğü konusunda bilgisi olmadığını, yürütülen büyük bir terör mücadelesi olduğunu, MİT’le, Emniyet ve Jandarma arasında çekişme ve kargaşa olmadığını, böyle bir kavga olsa terörle mücadelenin bu şekliyle yürütülemiyeceğini, MİT’in, yeraltı dünyası ile güvenlik güçlerinin ilişkisi konusunda bir araştırmasının olmadığını, Tarık Ümit’in, MİT’in haber toplayıcı elemanı olduğunu, Tarık Ümit olayının Jandarma ve savcılığa yansıdığını, olay icraya yansıyınca MİT’in yapacak birşeyi olmadığını, Mesut Yılmaz’a Budapestede yapılan saldırı ile ilgili olarak özellikle bir bilgilerinin olmadığını, ancak diğer ülkelerdeki bazı yapılanmalar hakkında bilgileri olduğunu, Özdemir Sabancının öldürülmesinin DHKP-C’nin bir operasyonu olduğunu ve Sabancı ailesinin seçildiğini, bunun daha önceden planlanmış bir operasyon olduğunu, Güneydoğu Anadolu raporu konusunda bir siyasî parti genel başkanı ile aralarında Sabancının da bulunması nedeniyle operasyonun yanlış izlenim vermemesi amacıyla ertelenmiş olduğunu, türkiyed telefon hat sayısının 15 milyonu bulduğunu, hepsinin dinlenebilmesi için 15 milyon ek hat kurulması gerektiğini, bütün telefonların dinlenmesinin gerçek dışı olduğunu, MİT’in bu konuda töhmet altında bırakıldığını,

Ömer Lütfü Topal cinayetiyle ilgili MİT’in bir çalışması olmadığını,

Tarık Ümit’in MİT kadrolarında yer alan birisi olmadığını, Tarık Ümit’in sadece dışarıdan haber getiren birisi olduğunu, buna haber toplayıcısı dediklerini, MİT olarak PKK’ya finansman temini noktasında veya değişik tarzdaki lojistik destekler noktasında çalışma yapılması konusunda bilgi vermesinin güç olduğunu, olayın tahmin edilenden daha kapsamlı bir olay olduğunu, hem Türkiye’de hem Avrupa’da zorla para toplama olayının varolduğunu, bir bütün olarak yürütülen terörle mücadelede geçici köy korucularının fevkalade olumlu bir işlev gördüğünü, birtakım ortadan kaldırılan insanlar PKK’ya yardım ettikleri amacıyla kaldırıldıysa bunu komisyon üyelerinin de kendisinin de basından öğrendiğini, bunun dışında söyleyecek bir şeyi olmadığını,

MİT’te yeraltı dünyası diye bir bilgi havuzu olmadığını, isim sorulduğu takdirde bilgi verebileceklerini,

Türkiye gibi bir ülkede istihbarat yapmanın fevkalade zor olduğunu, şartların zor, iç dinamiklerinin çok hareketli, bir sürü iç problemleri, dış problemleri olduğunu, böyle bir ülkede istihbaratın hiçbir zaman yeterli olamayacağını, hiçbir ülkede hiçbir yöneticinin istihbaratın yeterli olduğunu söyliyemiyeceğini, MİT olarak hem insan kalitesi hem de teknik imkânın artırılması konusunda olumlu adımlar attıklarını,

Bu alanda güçlendikleri ölçüde istihbaratın kalitesinin de artacağını, MİT’in ajanlarıyla olan ilişkisini ajanların haber getirme niteliği ortadan kalktığı zaman kestiğini, Haluk Kırcı ile MİT’in bir ilişkisinin olmadığını,

Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gibi suikastlerle ilgili dosyaların kapanmamış olduğunu, üzerinde çalışıldığını,

Kontrespionaj konusunda MİT’in sorgulama yetkisinin bulunduğunu, Özdemir Sabancı cinayeti sanığı Mustafa Duyar’ın da kontrespionaj kapsamında sorgulandığını,

MİT olarak, Abdullah Çatlı’yı kullanmadıklarını, Gonca Us, Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ve Sedat Bucak ile ilgili bir çalışma yapmadıklarını, başbakanlıkta özel istihbarat bürosu olmadığını,

Uğur Mumcu suikastinde kullanılan patlayıcı konusu üzerinde MİT olarak hassasiyetle durduklarını, bunun üzerinde çalışıldığını,” belirtmiştir. (Ek:207)

35- Alaaddin YÜKSEL Emniyet Genel Müdürü 9.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“ 14 Nisan 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü görevine başladığını, Susurlukta meydana gelen kazanın Jandarma Genel Komutanlığının taşra teşkilatının sorumluluk alanı içerisinde meydana geldiğini, kaza mahallinde yapılması gereken her türlü işlemlerin Jandarma Genel Komutanlığının taşra teşkilatı tarafından yapıldığını, araçta bulunan meslektaşlarının ne amaçla orada bulunduğunun kendilerini ilgilendirdiğini, bunun aydınlatılması için derhal Müfettiş görevlendirildiğini, Susurluk Cumhuriyet Savcılığı’nca kazadan hemen sonra Emniyet Genel Müdürlüğüne çekilen faksta olay mahallinde 7 silahın bulunduğu; genel nitelikleri itibarıyle kimler adına kayıtlı olduğunun bildirilmesinin istenildiğini, buna ilave olarak birtakım belgelerin Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından verilip verilmediğinin sorulduğunu,

Hüseyin Kocadağ ile ilgili yaptırılan inceleme sonucunda; Hüseyin Kocadağ’ın İstanbul’da bir polis okulu müdürü olduğunu, Hüseyin Kocadağ’ın görev yerinden izinsiz olarak ayrıldığı, Havayolu ile İzmir’e gittiği, Hüseyin Kocadağ’ı İzmirde otelde kaldıkları, Ege’de bazı geziler yaptıkları, dönüşte de malum kazanın meydana geldiğinin anlaşıldığını,

Kazada bulunan 7 silahtan; 3 silahın bir tanesinin Hüseyin Kocadağ’ın zati silahı olduğu, bir tanesinin Sedat Bucak tarafından Makina Kimya Endüstrisi Kurumundan satın alınmış ruhsatlı silah olduğu, yine bir tanesinin Abdullah Çatlı tarafından devir suretiyle alınan silah olduğu ve İstanbul Valiliği tarafından yapılan soruşturmalara dayalı olarak silah ruhsatı almış olduğunu geriye kalan 4 silahın İl Emniyet Müdürlüklerinde kaydının çıkmadığını, Interpol aracılığıyla silahların üretildiği fabrikalara sorduklarını,

Özellikle İtalyan Baretta fabrikasına sorulduğunda, bunların İsrail’e satılmış olduğunu ve nihayet bu silahların Türkiye’ye satılabileceğinden bahsedildiğini,

Sadece Baretta Silahın İsrail’e satıldığının ifade edildiği, diğerlerinin ise kayıtlarının bulunamadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün tüm depo kayıtlarının incelendiğini ve bu silahların kayıtlarına rastlanılmadığını,

Abdullah Çatlı’nın Türkiye’ye 10 değişik pasaport ve isimle giriş-çıkış yaptığının tesbit edildiğini, özellikle 1994 den günümüze kadar 122 kez yurtdışına çıktığının belirlendiğini, Şahin Ekli adına bir tek Yeşil Pasaport çıktığı, sadece hususi pasaportu Emniyet Genel Müdürlüğünden almış olduğu, bu pasaportuna dayanarak teşkil eden belgelerde Maliye Bakanlığında 1.sınıf müfettiş ünvanı belirtilerek pasaport alındığının belirlendiği, diğer pasaportların Londra Büyükelçiliğinden alınmış olduğu,

Emniyet Genel Müdürlüğünden 1. sınıf Maliye Müfettişi ünvanıyla almış olduğu pasaporta ait belgelerde Maliye Bakanlığında görevli Daire Başkanı Çetin Karcı’nın imzasının taklit edilerek atılmış olduğunu pasaporta dayanarak teşkil eden evrakların sahte olduğunu,

Emniyet Genel Müdürlüğünde bütün Bakanlıkların yeşil pasaport talebine ilişkin belgeleri imzalamaya yetkili kişilerin imza sirkülerlerinin bulunduğunu, çok dikkatli bakıldığında belki bu sahte belgelerin tesbit edilmesinin mümkün olabileceğini,

Abdullah Çatlı’nın gerek Interpol ve gerekse Emniyet kayıtlarına bakıldığında yurtdışında çok değişik isimler kullandığını, 1980’li yıllardan sonra Fransa’da uyuşturucudan yakalandığını, Fransa’da 5 yıl hapse mahkum olduğunu, 5-5,5 yıl cezaevinde yattığını, İsviçre’ye iade edildiği ve İsviçre cezaevinden kaçtığını, Ali Kurdoğlu, Ahmet Kurdoğlu gibi değişik isimler kullandığını,

DGM Savcılığından, Emniyet Genel Müdürlüğünde silah uzmanı kadrosunun bulunup bulunmadığının ve bu tür belge verilip verilmediğinin sorulduğunu, Emniyet kadrolarında silah uzmanı adıyla bir kadronun bulunmadığını, kayıtlarında da böyle bir belge tanzim edildiğine dair hiçbir kayda rastlanılmadığını, Silah ruhsatlarında yasaya göre bir standart olduğunu, görev ve ünvanı kim olursa olsun herkesin aynı silah ruhsatını taşıyacağını, bunun dışında bir ruhsat örneği olmadığını,

1996 yılı başında Sedat Bucak için korunma kararı alındığını, ancak Sedat Bucak’ın koruma istemediğini, bu nedenle kararın dosyasında muhafaza edildiğini, Söylemez Çetesinin yakalanmasından sonra özellikle Söylemezlerin Milletvekilleri Sedat Bucak ve Necmettin Dede’yi ortadan kaldırmak istedikleri ve bu amaçla planlar hazırladıklarının anlaşılmasından sonra Sedat Bucak’ın İçişleri Bakanlığına ve Meclis Başkanlığına yazılı müracaatının olduğunu ve bu müracaatından da korumasına istediği polis memurlarının isim listesini belirttiği, bunun üzerine derhal koruma kararı alınması zaruretinin ortaya çıktığını ve koruma olarak istediği polis memurlarının Ankara Valiliği emrine atandığını ve Valilik onayı ile Sedat Bucak’a korumaların verildiğini,

Koruma altında tutulan 1028 kişi olduğunu ve genellikle korumaların ismen korunan kişilerce talep edildiğini,

Özel harekatta görevli polislerin zaruret halinde diğer işlerde de görevlendirilebildiklerini ,Sayın Başbakan ve Başbakan Yardımcısının emrinde 20 civarında özel harekat görevlisinin çalıştığını,

Emniyet Genel Müdürlüğünün adli görevlere münbahis bir görevi bulunmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünün belli olaylarda, kişileri alalım, sorgulayalım gibi görevi bulunmadığını, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünden derhal bir yazıyla bilgi istediklerini, alınan cevapta, İstanbul Emniyet Müdürlüğü santralına bir ihbarın geldiği, bu ihbar üzerine 3 polisin ve 2 sivil vatandaşın İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından alındığı, konunun incelendiği ve olayla hiçbir irtibatının olmadığı anlaşıldığından herhangibir işlem yapılmamıştır şeklinde ifade edildiğini,

Özel Harekat Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in İstanbul Çamlıca turnikelerinde özel harekatçı 3 polis memurunu teslim aldığını, İçişleri Bakanı’nın emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’a talimat verdiğini, Halil Tuğ’un da bu talimatı sadece İbrahim Şahin’e ilettiği ve Emniyet Genel Müdürü olarak kendisine bilgi vermediğini, bu nedenle ilgililer hakkında tahkikat başlattığını, Emniyet Genel Müdürlüğü olarak başka bir yerden adam alma yetkilerinin olmadığını, ancak illerin talebi halinde silah uzmanı, sorgulama uzmanı gibi yardım yapabileceklerini, Kamusal gücü kötüye kullanan hiç kimsenin bu teşkilatta barınmaması gerektiğini,

3201 ve 2559 sayılı yasalarda polise istihbarat yapma imkânı veren hükümler olduğunu,

Bu amaçla bütün İl Emniyet Müdürlükleri bünyesinde istihbarat birimleri olduğunu ve Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde de İstihbarat Daire Başkanlığı bulunduğunu, bu birimin doğrudan Emniyet Genel Müdürüne bağlı olduğunu, 1980’li yıllardan sonra emniyet Genel Müdürlüğünün özellikle terör, uyuşturucu ve organize suçlarla ilgili olarak istihbarat çalışmaları yaptığını,

Türkiye’de istihbaratın patronunun MİT olduğunu ve Emniyet Genel Müdürlüğünce yapılan istihbaratın sadece asayiş istihbaratı olduğunu, PKK’ya yönelik yapılan nokta operasyonların MİT tarafından verilen bilgilere dayalı olduğunu ve MİT ile aralarında bir uyumsuzluk olmadığını, ne MİT ile ne de başkasıyla bir çatışmaları olmadığını, 3200 civarında istihbarat elemanları olduğunu, bunun kendi personelleri olduğu ve bu nedenle polisin dışarıdan adam kullanmalarına gerek bulunmadığını, Yüksekova, Ankara, İçel, gibi yerlerde polislerin de aralarında yer aldığı organize suç örgütlerinin ortaya çıkarıldığını, bunun içinde uyuşturucu grubunun çıktığını, hatta Söylemet Çetesinde 5’e yakın emniyet mensubunun olduğunu,

50 ilde Özel Harekat biriminin bulunduğunu, toplam görevli sayısının 6700 civarında olduğunu, batı illerimizde görev alan özel harekat elemanlarından bazılarında psikolojik problemler çıktığını, ciddi problemleri yaşandığını, bu elemanların rehabilite edilmelerinin şart olduğunu bu amaçla Balıkesirde bir rehabilitasyon merkezi açmak için çalışmalarının olduğunu,

Abdullah Çatlı ile ilgili olarak İstanbul DGM Başsavcılığının bir çalışma yaptığını,

Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yapılan saldırı ile ilgili olarak, Dış İlişkiler Daire Başkanı ile Dışişleri Bakanlığından konu ile alakalı bir büyükelçinin Macaristan’a gittiklerini ve Macar polisi ile bir çalışma yaptıklarını, olayda 3 kişinin olduğunun ifade edildiğini, Macar polisinin 3 kişi hakkında tutuklama kararı verdiğini ancak bu kişilerin Macaristanı terk ettiklerini Macar polisince, ifade edilmiş olduğunu, bu kişilerle ilgili Interpol kanalıyla kırmızı bülten çıkardıklarını ve takibin devam ettiğini,

Susurluk kazasından sonra Emniyet Teşkilatı olarak çok zor günler geçirdiklerini, kim yasalara aykırı bir şey yapmışsa elbette bunun sonuçlarına da katlanması gerektiğini, Söylemezler çetesi dahil hiçbir çete soruşturmasında yarım bırakılan bir husus olmadığını ve her şeyin gayet iyi gittiğini,

Devlet içerisinde suç işleyen insanlar, münferit olarak her zaman çıktığını, bunun örneklerinin dünyanın her yerinde görüldüğünü, devlet içinde bir çete örgütlenmesinin sözkonusu olmadığını, Türkiyede mafya tarifi içerisinde bir mafya olmadığını, Türkiye’de organize suç şebekeleri olduğunu, mafyanın tarifinde en önemli konunun ülkenin bir bölümünde tüm ekonomik ve sosyal faaliyetlerin o grubun elinde tutmasının geldiğini, orada kamu ve özel birtakım şeylerden rant alma, gibi Türkiyede böyle bir şeyin olmadığını, birtakım organizasyonlar, suç grupları içerisinde, devletin içinde yeralmış münferit kişilerin zaman zaman olabildiğini, bunu devletin mafya ile ilintisi olarak nitelemenin mümkün olmadığını, organize suçlar içerisinde suç işleme itiyadında olan, potansiyel nitelikli kamu görevlileri olabileceğini, Emniyet teşkilatının da acele olarak yeniden yapılandırılması gerektiğini, polis okullarını 2 yıllık polis meslek yüksek okulları haline getirmeyi düşündüklerini,

Abdullah Çatlı’nın Emniyet Teşkilatınca kullanıldığı yolunda bir tesbitinin olmadığını, Emniyet Genel Müdürlüğünde kendi kadrosu dışında insanların çalıştırıldığına dair de herhangibir bilgi ve belge bulunmadığını, Susurluk kazasında bulunan silahların balistik incelemelerinin Jandarmada ve sonra da Jandarma tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü laboratuvarlarında yaptırıldığını ve silahların hepsinin temiz çıktığını,

1996’nın ilk ayında Haluk Kırcı’nın İstanbul polisi tarafından hakkında Bahçelievler katliamı ve İstanbul Büyükçekmece Mahkemeleri tarafından verilmiş gıyabi tutuklama kararı nedeniyle yakalandığını ve İstanbul Emniyetinden kaçtığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bir soruşturma açtığını, bu soruşturmayı bir başkomiserin yaptığını, soruşturma sonucunun yargıya intikal ettiğini ve bir polis memurunun tutuklandığını ve diğerinin serbest bırakıldığını, bundan sonra polis memurunun da beraat ettiğini, sonradan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının konu ile ilgili tekrar soruşturma açtığını,

Emniyet Müdürü Statüsünde bir özel harekatçı olmadığı için İbrahim Şahin’in Özel Harekat Daire Başkanlığına vekaleten baktığını” belirtmiştir. (Ek:208)

36- Hande BİRİNCİ 7.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“Tarık Ümit’in kızı olduğunu, babasının en son 2 Mart 1995 de Yaman Hakkı ile görüştüğünü, Yaman Hakkı’nın Kıbrıs Bankasındaki Müdür olduğunu ve babası ile bu bankaya ortak olduklarını, bankanın başka ortakları olup olmadığını bilmediğini, Babası Tarık Ümit’in 3 Mart 1995’te İstanbul Erenköy Divan Pastanesine gitmiş olduğunu, babasının bu pastaneye gittiğini orada çalışan garsonlardan öğrendiğini, babasının burada Ziya ve Ayhan isimli iki polis memuru ile buluştuğunu, bunu da Jandarmada Jitem’ci Assubay Ahmet Alatıntaş’tan öğrendiğini, bu iki polis memurunun İbrahim Ağabey seni evde bekliyor oraya gideceğiz dediklerini öğrendiğini, İbrahim’in İbrahim Şahin olup olmadığını bilemediğini, 4 Mart 1995 günü saat 13.30 sıralarında babasının otomobilinin Silivride bulunduğu yere gittiğini, Jandarmanın araştırmaya başladığını ve aracın plakasının sahte olması üzerine Jandarmada bir süre alıkonulduklarını, daha sonra Kadıköy Cumhuriyet Savcılığına giderek babasının hayatından endişe duyduğu için müracaatta bulunduğunu, babasının serbest ticaretle meşgul olduğunu, Kıbrıstaki bir bankanın ortağı olduğunu, son zamanlarda tek uğraştığı işin bu olduğunu, Almanyada yaşıyan bir ablasının bulunduğunu, babası Tarık Ümit’in kaybolmasından hemen sonra Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aradığını ve iki arkadaşını da İstanbul’a gönderdiğini, babasının kaybolmasında Korkut Eken’in rolü bulunduğunu, ifadeye gittiğine bunu belirtmesini söylediğini, Mehmet Eymür’ün de, Korkut Eken’in de babasının arkadaşı olduklarını, Jandarma JİTEM’den assubay Ahmet Altıntaş’ın Tarık Ümit ile ilgili bir çalışma yaptığını ve Avşar kederoğlu ismini sorduğunu, böyle bir şahsı o ana kadar hiç duymadığını, kendi duyumlarına göre babasının iki polis memuru ve ibrahim Şahin tarafından Abdullah Çatlı’ya teslim edildiği ve bir daha Tarık Ümit’in piyasaya çıkmadığını; Korkut Eken ile İstanbul Feneryolunda 10 dakika kadar görüştüğünü ve bu görüşmede Eken’in kendisine babasının yurtdışında bir görev yollandığını, söylediğini,

Mehmet Eymür’ün yolladığı kişilerin kendisine babasının Korkut Eken’in isteği üzerine özel harekatçılarca kaçırıldığını ve sorgulandığını söylediklerini, bu konu ile ilgili olarak Mehmet Ağar’ın da isminin geçtiğini, Eymür’ün kendisinin de babasının kaçırılmasında Korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın ilgisinin olduğunu ve bu isimleri Cumhuriyet Savcılığına vermesini söylediğini, ancak bu isimleri Savcılığa vermediğini, Tarık Ümit’in son aylarda ortalığın epeyce karışık olduğunu, zamanı gelince bazı şeyleri anlatacağını ancak henüz vakti gelmediğini kendisine söylediğini, arada laf çıkartan insanlar var dediğini babasından işittiğini, Tarık Ümit’in Cihangirde yazıhanesinin Korkut Eken tarafından telefonla arandığını ve Korkut Eken’in telefona cevap veren çocuğa, o bizi sattı biz de onu satacağız deyip telefonu kapattığını, bunu yazıhanedeki çocuktan işittiğini, bu telefon olayının babasının kaybolmasından önce olduğunu, korkut Eken ve Mehmet Ağar’ın mal vaarlıklarının araştırılması gerektiğini,

Babasının kaybolmasının Silivri Jandarmasınca yapılan bir soruşturma ile kaldığını, Abdullah Çatlıyı Mehmet Özbay ismiyle tanımadığını, Mehmet Ağar’ı da şahsen tanımadığını, Emniyetten Hiram Abas, Mehmet Eymür ve Korkut Eken’i tanıdığını, Assubay Ahmet Altıntaş’ı, Jitem mensubu olarak tanıdığını ve ilk defa babasının kaybolması olayında tanıştığını, Kıbrıs Bankasındaki ortak Yaman Hakkının kendisine babası Tarık Ümit’in bankada hissesi olmadığını söylediğini ancak elinde hisse dağılımı olan evrak bulunduğunu ve babasının bankaya ortak olduğunu ve kaybolmadan evvel en son gündüz Tarık Ümit’in Divam Pastanesinde Hakkı beyle görüşmüş olduğunu, Babası Tarık Ümit’in son zamanlarda emniyet tarafına ters düşmüş olabileceği şeklinde kuşkularının olduğunu,

İbrahim Şahin ile şahsen hiçbir tanışıklığı olmadığını bildiği kadarıyla babası Tarık Ümit’in uyuşturucu ticaretiyle bir alakasının bulunmadığını, dündar Kılıç isminden babasının hiç bir zaman bahsetmediğini, Alaattin Çakıcı, Tevfik Ağansoy, Behçet Cantürk, Ömer Lütfü Topal, Sami Hoştan ile Tarık Ümit arasında direkt ya da endirekt ilişkiler konusunda herhangi bir duyumunun olmadığını zaten kendisinin son 2 yıldır İstanbul’da oturmadığını, Yaşar Öz’ün Düzceden babası Tarık Ümit’in çocukluk arkadaşı olduğunu, Yaşar Öz ile Tarık Ümit’in bir iş ilişkisinin olmadığını, Tarık Ümit’i uyuşturucuya karşı bir insan olarak bildiğini, Yaşar Öz’ün uyuşturucu ticareti ile ilgisinin olup olmadığını bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:209)

37- İbrahim Şahin Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili 7.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“1956 Tokat doğumlu olduğunu ve 1982’nin sonunda Özel Harekatın Kurucularından birisi olduğunu, Tarık Ümit ile İstanbul Emniyet Müdürlüğünde çalışırken tanıştığını, Tarık Ümit ile dost olduklarını; Tarık Ümit’in kendisinin iki kez ziyaretine geldiğini, Tarık Ümit’in kaybolduğu 1995 yılı 2 Mart’ında kendisinin polis Memuru Ayhan Akça ve Mehmet Ağar ile birlikte Diyarbakır’da olduklarını,

Tarık Ümit’in öldürülüp öldürülmediğini bilmediğini, ancak Tarık Ümit’in uyuşturucu kaçakçılarını polise ve devlete yakalattığını, bunun için ajanlık yaptığını, Tarık Ümit ile 1991-1992 yıllarında tanıştığını ve o günden beri devamli ölüm korkuşu içinde olduğunu, bu durumu Tarık Ümit’in kendisinden duyduğunu, bir de Tarık Ümit’in Kıbrısta banka açtığını kendisine söylediğini, Tarık Ümit’in bu bankaya ortak olduğunun söylendiğini,

Topal Cinayeti ile ilgili olarak polis memurları Ayhan Akça, Oğuz Yorulmaz ve Ercan Ersoy’un evvelce Özel Harekat daire Başkanlığı emrinde çalıştıklarını 1995 yılı Nisan ayında ayrıldıklarını, Ercan Ersoy’un İzmir’e, Ayhan Çarkın ile Oğuz Yorulmaz’ın da istanbul’a tayin olduklarını, şu anda Ercan Ersoy’un özel harekatçı olmadığını, diğer ikisinin Özel Harekatçı olduğunu, Oğuz Yorulmaz’ın 1996 yılı Ocak Şubat aylarında Ankara’dan ayrıldığını, bu polis memurları, ayrıldıktan sonra hiçbir şekilde görüşmesinin olmadığını, hele Ercan Ersoy’la hiç olmadığını, zaten Ercan Ersoy’un özel harekattan çıkarıldığını, 28 Ağustos 1996 da Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’un kendisini çağırdığını ve İstanbul’da alınan bu memurları alıp getirmesini kendisine köylediğini, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın da kendisini telefonla aradığını ve bu talimatı verdiğini, istanbul Çamlıca turnikelerinde memurları teslim aldıklarını ve Ankara’ya döndüklerini,

Döndükten sonra Halil Tuğ ve İçişleri Bakanına bilgi verdiklerini, getirilen şahısların ifadelerini aldıktan sonra serbest bıraktıklarını, İstanbuldan tutanakla teslim aldıklarını, tutanakta şahısların bir ihbar neticesi alındıklarını ve herhangibir illiyet bağına rastlanmadığı ve olayla ilgileri olmadığından bahsedilerek teslim edildiğinin belirtildiği, Ankara’da bu şahısların yazılı ifadelerinin ve gösterdikleri şahitlerin de ifadelerinin alınarak salıverildiklerini,

Bu polis memurları ile birlikte iki sivil Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in de teslim alındığını ve ifadelerinin alınmasından sonra bunların da serbest bırakıldıklarını,

Mehmet Ali Yaprak ile bir ilişkisinin bulunmadığını ve bu şahsı tanımadığını, Tarık Ümit’in kızı Handeyi de tanımadığını ve hiç görüşmediğini, Tarık Ümit olayının souşturmasını yapan Jandarma Assubayı ile telefonla görüştüğünü ve özel harekatçı Ayhan Akça’nın alınmasının yanlış olduğunu ve bıkarılmasını söylediğini, Resmi olarak istenildiği takdirde Ayhan Akçay’ı verebileceklerini de söylediğini, Tarık Ümit olayı ile ilgili olarak Mehmet Eymür’ün kendisine telefon ettiğini ve Tarık Ümit’in kendilerince alındığını söylediğini, kendisinin de mümkün olmadığını, almaları için sebep olmadığını söylediğini, Abdullah Çatlı’yı tanımadığını, Özel harekatta görevli polis memurları nereye tayin olurlarsa olsunlar mutlaka Özel Harekat daire Başkanlığının görüşünün alınması gerektiğini, Sedat Bucak’a koruma olarak verilen memurlarla ilgili olarak kendilerinden bir görüş sorulmadığını, normalde sorulması gerektiğini, Ayhan Akça’nın evvelce kendisine korumalık yaptığını, Ayhan Akça ile kurye Dilek Örnek ilişkisini Ayhan Akça’nın açığa alınmasından sonra öğrendiğini, 1988 den beri Ayhan Akça ile birlikte çalıştıklarını ve hem kendisinin hem de Ayhan Akçanın Tokat’lı olduğunu ve hemşehri olduklarını ve güvendiği bir elemanı olduğunu,

Doğuda, zaman zaman operasyonlar, bölgedeki MİT sorumlusu personel ile bilgi alışverişi yaptıklarını, operasyon öncesi MİT yetkililerinden bilgi aldıklarını,

Operasyona katılan özel tim’in en az 20 kişiden oluştuğunu, ve iki timle operasyona gidildiğini,

Özel tim’in kırsal alana tek başına gitme yetkisinin bulunmadığını, mutlak surette yanlarında askeri birlik olması gerektiğini, Narkotikle özel harekatın bir bağlantısı olmadığını, kendisinin 25 yıllık polis olarak sadece esrarı tanıdığını, diğerlerini bilmediğini, narkotik şubelerin kırsal alanda operasyon tecrübelerinin bulunmaması nedeniyle kendilerinden yardım istediklerini ve kırsal alanda pusu atma işlerini yaparak Narkotike yardımcı olduklarını,

Uyuşturucu sevkiyatı ile PKK’nın bağlantısının olduğunu, nihai olarak kendilerinin operasyon mensubu olduklarını,

1993 yılından beri Özel Harekat daire Başkanlığı görevini vekaleten yürüttüğünü, Özel Harekatta 7 bin civarında personel olduğunu, özel harekatın lekelenmemesi için elden gelen gayretin gösterildiğini ve uygunsuz hali görülenlerin hemen özel harekattan çıkarıldığını, özel harekatın yıpratılması için memurlarının MHP’lilerden seçildiği yolunda söylentiler yayıldığını ve bunun gerçekle bir ilgisi olmadığını, PKK ile mücadelede özel harekatın başarılı olduğunu ve bu nedenle PKK örgütünce kendilerine saldırıldığını,

Bu güne kadar 6700 kişilik özel harekat kadrosundan, işledikleri suçlar nedeniyle sadece 28 kişinin meslekten ihraç edildiğini, özel harekatın kuruluşunun Genel Kurmay’ın Özel Harp Dairesine dayandığını, ilk kurulduğunda Özel Harp Dairesinin kendilerine kurslar verdiğini, PKK ile yürütülen mücadelenin bir gerilla savaşı olduğunu, Askerlerin operasyonlara giderken yanlarında polis timi istediklerini,

özel timci polisleri Ankara’ya getirdiği için açığa alındığını, Sedat Bucak’ın kaza geçirmesi üzerine İstanbul’u telefonla aradığını ve Sedat Bucak’ın durumunu sorduğunu, Sedat Bucak’ı tanıdığını ayrıca Güneydoğuda bütün aşiret reisleriyle yakın ilişkilerinin bulunduğunu bu insanların özel harekata yardımcı olduklarını Sedat Bucak’ı sağlığını merak ettiği için aradığını, İstanbul Emniyet Müdürlüğünü de aradığını ancak Balıkesir’i aramadığını, Behcet Cantürk öldüğü zaman sevindiklerini, Behcet Cantürk’ün Özgür Gündem Gazetesinin % 30 hissedarı olduğunu, PKK’ya en büyük mali ve lojistik desteği sağladığının söylendiğini, bu operasyonu kimin yaptığını bilmediğini, Savaş Buldan’ın da PKK’ya destek verdiği kanaatinde olduğunu, Buldan’ların doğuda aşiret olarak bu örgüte yardım ettiklerini, Ömer Lütfü Topal hakkında böyle bir duyumu olmadığını, Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinde para ve menfaat ilişkilerinin bulunabileceği kanaatinde olduğunu, Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile Özel Harekatın karalanmaya çalışıldığını, Uzi silahının özel harekatta kullanıldığını, profosyonelce işlenmiş olan bu cinayette uzi silahı bırakılarak adeta bir mesaj verilmek istenildiğini, bu uzi silahın özel harekattaki silahlardan olmadığını zaten numarasının da silinmiş olduğunu,

Abdullah Çatlıyı tanımadığını, 1995 yılında Çatlı ile oturup konuştuklarını ancak Çatlı olarak değil Mehmet Özbay olarak tanıdığını, hatta soyadını bile bilmediğini, kazadan sonra öğrendiğini, Ankara’da Sedat Bucak’ın yazıhanesinde gördüğünü ve işadamı ve tekstilci olduğunu kendisine söylediğini, bir-iki defa da İstanbul’da görüştüklerini,

Emniyette silah uzmanı sertifikası verilmesi gibi bir uygulama aolmadığını,

Korkut Eken’in Balıkesir ve Menteş kurslarında özel harekata öğretmenlik yaptığını, bunun dışında özel harekatla hiçbir şekilde ilişkisinin bulunmadığını,

Hüseyin Kocadağ ile ilk Özel Harekat şubesinde beraber çalıştıklarını, bir kadınla ilişkisi olduğu gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğini ve Danıştay Kararıyla tekrar mesleğe döndüğünü ve Hakkâri Özel Harekat Şube Müdürü olarak tekrar başladığını,

Ömer Lütfü Topal cinayeti ile ilgili İstanbulda polisce alınan 3 özel timciyi almak üzere İstanbul’a gidişinde Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel’in Ankara’da olmadığını ve görevi Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Halil Tuğ’dan aldığını,

Özel harekatın, istihbarat için adam kullanmadığını, özel harekatta da böyle bir istihbarat birimi olmadığını,

Bucak aşiretinin tamamının gönüllü köy korucusu olduklarını ve para almadıklarını, devletten para alan Bucak aşireti ile ilgili korucu sayısının 50’yi geçmediğini, operasyon bölgelerinde arazi şartlarını iyi bilen 3-5 koruyucu da beraberlerine alabildiklerini, bunların sadece yol gösterici olduklarını,

Tarık Ümit’in kaçırılması olayı ile ilgili olarak, Mehmet Eymür’ün kendisini telefonla aramadığını, kendisinin Yenimahalleye giderek Mehmet eymür ile yemek yiyip görüştüğünü, Mehmet Ağar’ın bu konuda kendisine bir şey söylemediğini, Mehmet Eymür ile Tarık Ümit’in kaçırılması olayını da konuştuklarını, Mehmet eymür’ün kendisine Tarık Ümit’i Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlunun götürdüğünü ve Abdullah Çatlı’ın elinde olduğunu söylediğini, kendisinin de Ayhan Akçanın Diyarbakır da o gece yanında olduğunu ve Genel Müdür ile birlikte Diyarbakırda bulunduklarını, Diyarbakırda olan bir insanın İstanbul’da Divan Pastanesinden Tarık Ümit’i kaçırmanın mantık dışı olduğuu söylediğini,

Mehmet Eymür ile yaptığı görüşmede Mehmet Eymür’ün “Tarık Ümit’i Abdullah Çatlı bıraksın, ya da bıraktırın, ben teminat veriyorum, bir daha Tarık Ümit Abdullah Çatlı’nın işlerine karışmayacak yahut o alana girmeyecek” dediğini, kendisinin de Tarık Ümit’in nerede olduğunu bilmediğini söylediğini,

Özel Harekat Daire Başkanlığının herhangibir kişiyi alıp soruşturma hakkının bulunmadığını,

Özel Çiller ile bir münasebetinin bulunmadığını, ömrü hayatında Özer Çiller’i görmediğini,”belirtmiştir. (Ek:210)

38- Bilgi ÜNAL İstanbul Eski Emniyet Müdür Yardımcısı 7.01.1997 tarihli ifadesinde:

[değiştir]

”1952 Balıkesir Manyas doğumlu olduğunu, Ömer Lütfü Topal, cinayetinde olay yerinde 2 tane kaleşnikof tüfek bırakılmış olduğunu ve bu tüfeklere ait boş kovanlar ile İstinye tarafından çalıntı olduğu anlaşılan bir arabada ameliyat eldivenleri bulunduğunu, teknik büronun yaptığı çalışma sonucu tüfeklerin bir tanesinin Şarjörü üzerinde “Taramaya müsait değil, ancak mukayese müsait yarım bir parmak izi bulunduğu” şeklinde tesbit yapıldığı, bu olayı Bodrum Torba’da Regata Oteli ortaklarının öldürülmesi olayının bir misillemesi olarak değerlendirildiğini, Ömer Lütfü Topal’ın Regata Oteline ortak olduğunu, bu otelin ortaklarından birisinin Ömer Lütfü Topal tarafından öldürüldüğü şeklinde kamuoyunda konuşmalar olduğunu, hatta konu ile ilgili olarak Muğladan bir ekibin gelerek İstanbulda 15 gün çalıştıklarını, Cinayet bürosuna gelen bir ihbarda özel harekatçı memurların isimlerinin verildiğini ve bunun değerlendirilmesi lazım geldiği yolunda oluşturulan ekipte bir kanaat uyandığını, bu durumu İl Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğluna da aktardığını, ve olumlu görüşünü aldıklarını, bunun üzerine bir memurun İstanbuldan birisinin de İzmir’den alındığını, üçüncüsü olan Ayhan’ın da arkadaşlarını sormak için Şubeye geldiğinde alındığını,

Ömer Lütfü Topal Cinayetini araştırmakla görevli bir grup oluşturduklarını, Asayiş Şubesi Müdür Yardımcısı, Cinayet Büro Amiri ve Cinayet Büro Amir Yardımcısından bu grubun oluştuğunu,

Grubun yaptığı çalışmada alınan özel harekatçı memurlardan kesinlikle bu olaya yanaşmadıklarını, bu cinayetle ilgilerinin olmadığını,olay gecesi bir memurun İstanbulda C bölgesi diye bilinen Kadıköy Bölgesinde görevli olduğu, bir tanesinin Bakırköyde arkadaşlarıyla yemekte olduğu, diğer birinin de İzmir’de olduğunu,

Alınan polis memurlarının ve eldeki diğer sivil kişilerin Ankara’dan gelecek ekibe teslim edilmesi için İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğluna talimat verdiğini, bunu Kemal Beyin kendisine aktardığını,

Ankara da Özel Harekat dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin in İstanbul’a gelerek Çamlıca turnikelerinde memurları ve sivilleri teslim alarak götürdüğünü, teslim işleminde tutanak düzenlendiğini,

Memurların teslim saati itibariyle 29 saat gözaltında kaldıkları, bu sürenin uzamış olmasının, Sayın İçişleri Bakanının talimatı üzerine Ankara’dan gelecek ekibin beklenmesinden kaynaklandığını, yoksa yasal süre içerisinde ilgililerin salıverilmiş olacaklarını, alınan şahısların sorgulanmadıklarını, isnat edilen suçla ilgili olarak kendilerine bilgi verildiği ve kağıda yazmalarının istenildiği, bunun bir uygulama olduğunu ve bu şahısların olayla ilgili olmadıklarına dair el yazılarının olduğunu, bunun ifade niteliğini taşımadığı, kendisinin bu kişilerle yapılan mülakatta bulunmadığını,

Ömer Lütfü Topal’ın olay günü akşamı casinodan evine giderken müdiresi ile ortağı Ali Fevzi Bir tarafından yolcu edildiğini, olay günü diğer ortağı Sami Hoştan’ın il dışında olduğunu,

Emniyetle ilgili ünitelerde hiçbir zaman video ile kayıt yapmadıklarını, böyle bir tesbit yapmalarının sözkonusu olmadığını, alınan polis memurları ile yapılan mülakata yabancı kişilerin girmediğini,

Memurların, mülakatta bulunan bütün görevlileri tanımalarının mümkün olmadığını, İstanbul Emniyetinde bile qekçok memurun İl Emniyet Müdürü olarak şahsen kendisini bile tanımadıklarını, ancak ismen tanıyabileceklerini,

Ömer Lütfü Topal Cinayeti soruşturması ile ilgili olarak kendilerine herhangibir telkin yada esgeçin şeklinde bir zorlama yapılmadığını,

Alınan 3 polis memuru ile ilgili olarak kendilerine resmi yada gayriresmi şahıslardan kimsenin muhatap olmadığını, ve bu konuda bir haber de duymadığını,

Ömer Lütfü Topal Cinayeti ile ilgili olarak yönlendirilmelerinin sözkonusu olmadığını, böyle bir şey hissetmediğini,

Abdullah Çatlıyı tanımadığını, ancak isim olarak tanıdığını, Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunu bilmediğini, Susurluk kazasından sonra öğrendiğini,

Ömer Lütfü Topal cinayetinde kullanılan silahlardan birisinde Abdullah Çatlının Şahin ekli ismi ile 1992 yılında yurtdışına çıkışta sahte isim ve pasaportla yakalanmasında alınan parmak izi ile benzerlik gösterdiğini ve bunun da ilgili memurların kendi işlerinde dikkatli davranmış olduklarının bir sonucu olduğunu,

Asayiş Şubesinin bu konuda yaptığı çalışmalarla MİT ile direkt bir ilişkisinin olmadığını eldeki mevcut bilgilere göre Ömer Lütfü Topal cinayetinin aydınlatılmasının mümkün olmadığını,

Tevfik Ağansoy’un öldürülmeden önce de iki kez öldürmeye teşebbüs olduğunu, olayın 2 sanığını aldıklarını, olaya fiilen karışan 6 kişi olduğunu ve diğerlerinin de isimlerini belirlediklerini, ölenlerden birisinin cinayeti işlemeye gelen şahıslardan birisi olduğunu,

Arnavut Sami olarak bilinen Sami Hoştan’ın Almanyada esrarla yakalanmak ve kumar oynatmak suçlarından hakkında fiş düzenlenmiş olamsına rağmen, kendisine silah ruhsatı verilmesi ile ilgili olarak bir bilgisinin olmadığını ve bu kounda bir yorum yapamayacağını,

Haluk Kırcı hakkında bir bilgisinin olmadığını, basında yansıdığı kadarıyla bildiğini,

Topal cinayeti gibi profesyonelce işlenen cinayetlerde, suçta kullanılan tabanca, tüfek neyse, özellikle hadise yerinde bırakıldığını, çünkü bırakılmadığı takdirde başka bir hadisede kullanıldığı zaman yakalanma ihtimali olacağından o hadisenin de akabinde çözülmesini getireceğini bu nedenle silahların bırakılmış olabileceği, kanaatinde olduğunu,

Özel tim mensuplarından Oğuz’un Hüseyin Kocadağ’ın korumalığını yaptığı konusunda bir bilgisi olmadığını,

Ömer Lütfü Topal’ın daha önceleri uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı şeklinde duyumu olduğunu, bugün için uyuşturucu kaçakçılığından çok daha fazla paranın mevcut gazinolarından kazandığını, Ömer Lütfü Topal’ın gazinocular alemi içerisinde sevilmeyen bir kişi olduğunu, bu kadar çok düşmanı olan bir kişinin olay günü silahsiz ve tekbaşına olmasının dikkat çekici olduğunu,

Alınan 3 özel tim görevlisi ile Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir’in ilişkileri hakkında bilgisi olmadığını, Sami Hoştan’ı hiç tanımadığını ve görmediğini, Ali Fevci Bir’i de tebligat için Ömer Lütfü Topal’ın oğluyla birlikte geldiklerinde bir defa gördüğünü,

Ayhan Akça’yı tanımadığını ve İbrahim Şahin’in özel koruması olup olmadığını bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:211)

39- Habip ASLANTÜRK 28.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“1971 İstanbul doğumlu olduğunu ve İlkokul mezunu olduğunu, Abdullah Çatlı’nın Sultan Tekstil firmasının muhasebe işlerinde çalıştığını, Abdullah Çatlı’yı, Mehmet Özbay olarak bildiğini, Sultan Tekstil’e 1994 yılı Ağustos ayında girdiğini, Şubat ayına kadar burada çalıştığını ve daha sonra BAYSA Şirketinde çalışmak üzere kendisinin Botaş’a gidip-gelmekle görevlendirildiğini, kendisi ile birlikte Turgay Maraşlının da bulunduğunu, Mehmet Özbay’ın şoförlüğünü de yaptığını, ancak devamlı şahsi şoförü olmadığını, şimdi Baysa’da çalıştığını,

Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın Batı Trakyada Türk asıllı milletvekili Sadık Ahmet ile samimi olduğunu, ayrıca Sedat Bucak ile de Çatlı’nın gelip-gittiklerini, Mehmet Özbay ile 3-4 defa Ankara’ya geldiklerini, yüksek inşaata ve Sedat Bucak’a bir defasında uğradıklarını, Mehmet Özbay’a çevresindekilerin Büyük Reis diye hitap ettiklerini, Haluk Kırcı’nın da Çatlı ile birlikte olduğunu, Sultan Tekstilde Haluk Kırcı’nın ithalat-ihracat müdürlüğü yaptığını, Mehmet Özbay’ın Botaştan aldığı işte Ahmet Baydar ile ortak olduğunu, Mehmet Hadi Özcan’ı da Botaş’ta bir kez gördüğünü, Haluk Kırcı’nın da 2 kez Botaş’a geldiğini gördüğünü, Korkut Eken’i Botaş’ta hiç görmediğini, Botaşta çalıştığını sonradan gazetelerden öğrendiğini,

Mehmet Özbay (Abdullah Çatlı)’ın İstanbul Floryada evi olduğunu, kendisinin BMW otomobile bindiğini, Hanımının Honda kızının da suzuki otomobili olduğunu, şirketleri bulunduğunu bu genç yaşta bu serveti nasıl elde ettiğini zaman zaman kendi aralarında arkadaşları ile düşünüp konuştuklarının vaki olduğunu,

Mehmet Özbay’ın saza, söze, eğlenceye düşkünlüğünün olduğunu, İstanbul Yeşilköyde Balıkçı Hasan’a Orfoz restaurant’a, Etilerdeki barlara ve benzeri yerlere gittiklerini, Mehmet Özbay’ın zaman zaman yurtdışına gittiğini, Mehmet Özbay’ın iki tane telefonu olduğunu ve 5-6 tane de kartı olduğunu, kendi üzerine Mehmet Özbay’ın 2 kart aldırdığını, ayrıca şoför Çetin Babayiğit adına aldırmış olduğu iki tane de telefonun olduğunu, bu telefonları da kendi üzerine devraldığını, ancak telefonlardan birisinin devamlı Mehmet Özbay tarafından kullanıldığını, kendisinde olan telefonun da Mehmet Özbay ile irtibat sağlamak için bulunduğunu, Mehmet Özbayın şirketlerinden Sultan Tekstil’in durumunun iyi olduğunu, Ticaret Odasınca verilmiş olan başarı belgesinin olduğunu, hatta bir ara kredi almak istediklerini ancak ithalat-ihracat koşullarına uymadığı için alamadıklarını,

Haluk Kırcı’nın Sultan Tekstilde çalıştığı zaman başka bir isim kullanmadığını ve herkesin onu Haluk Kırcı olarak bildiğini,

Abdullah Çatlı ile Gonca Us’un birlikte yaşadıklarını,

Abdullah Çatlı ile Sami Hoştan’ı bir kez birlikte gördüğünü hatırladığını, ancak Sami Hoştan’ın Abdullah Çatlı’yı telefonla arayıp aramadığını bilmediğini, onu sekretere sormak gerektiğini, Abdullah Çatlı ile Ömer Lütfi Topal’ı birlikte hiç görmediğini ve bilmediğini,” belirtmiştir. (Ek:212)

40- Abdullah ÇETİN 28.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

“1962 Tokat doğumlu olduğunu, 1983 yılı Mart ayında Abdullah Çatlı ile Almanya’da tanıştığını, kendisinin paralı asker (lejyoner) olduğunu, Nijerya, Fas, Etiyopya, Çat gibi ülkelerde paralı askerlik yaptığını, Fransız ordusu emrinde de çalıştığını ve oraya kendisini Abdullah Çatlı’nın gönderdiğini, Çatlı ile tanışmasının tesadüf olduğunu, Çatlı’nın çevresindekilerin Çatlı’ya reis diye hitap ettiklerini, Almanyada Düseldorf, Köln, Özerlon şehirlerinde bazı kahvehaneler olduğunu ve buralara kurye olarak evrak götürüp-getirdiğini ve Çatlı’nın bu suretle güvenini kazandığını, Abdullah Çatlı’yı enson 1991 yılında Ankara’da Mülkiyeliler Birliğinin arkasında bulunan Karadeniz Kahvesinde gördüğünü, 1991 den 1993 yılına kadar Güneydoğu Anadoluda çalıştığını, Cem Ersever’in komutasındaki birliklere destek sağlamakla görevli olduklarını ve 15’er kişilik gruplar halinde görev yaptıklarını, dağdaki görevlerinin istihbarat çalışması yapmak olduğunu, doğrudan JİTEM ile bağlarının olmadığını kendilerine yöredeki köy halkından bilgi toplamak bilgi toplamak görevinin verildiğini, Ahmet Cem Ersever’i bir kez gördüğünü, Güneydoğudaki bu göreve kendisini Çatlı’nın, gönderdiğini, 1992 yılının Mayıs ayında Azerbaycan’a gittiğini ve Gence’deki kampta kaldığını C-4 plastik patlayıcı konusunda eğitildiklerini ve C-4’ün kendisinin uzmanlık alanı olduğunu, Azerbaycan’daki eğitimleri sırasında C4 plastik patlayıcıların Hors Greenmayer adlı şahıstan temin edildiğini, bu şahsın Azerbaycan da etkisinin çok olduğunu, Uğur Mumcu suikastını gerçekleştirenlerinde Azerbaycan’daki kampta eğitildiklerini, ancak bu şahısları ismen tanıyamıyacağını, bunlardan birisinin Cefi Kamhi’ye suikast düzenleyenlerden birisi olduğunu ve bu kişiyi teşhis edebildiğini, Bunun 1,78 boyunda, esmer, dalgalı saçlı, sakallı bir insan olduğunu, ancak ismini bilemiyeceğini, Azerbaycandaki kampa eğitim amacıyla gelenlerin isim vermediklerini,

Azerbaycan da ayrıca kenevir tarlalarının korunmasında da görev aldığını,

27 Eylül 1995 te Manukyan olayında da C4 plastik patlayıcının kullanıldığını, bildiğini,

Abdullah Çatlı’nın kendilerini kullandığını, Çatlı ile yurtdışı operasyonlarda bulunmadığını, Haluk Kırcı’yı tanımadığını,

Uğur Mumcu’nun evinin bulunduğu mahalle ile ilgili olarak istihbarat çalışmasının kendisi tarafından yapıldığını ancak eylemi kendisinin yapmadığını, ancak eylemi yapanların eğitim verdikleri şahıslardan olduğunu, araç altında eğitim verilen 3 kişi olduğunu ve bunlardan birisinin Jefi Kamhiye suikast düzenliyenlerden birisi olduğunu teşhis ettiğini,

Güneydoğudan geçen uyuşturucunun büyük çoğunluğunun Azerbaycan’dan geldiğini, çünkü buralarda dönümlerce kenevir tarlalarının olduğunu,” belirtmiştir. (Ek:213)

41- ARZU YAMAN 22.01.1997 tarihli ifadesinde özetle;

[değiştir]

21 Ocak 1968 Kuşadası doğumlu olduğunu, Susurlukta meydana gelen kazada ölen Gonca Us’un üvey kardeşi olduğunu, bu nedenle bilgisine başvurulduğunu,

Kazada ölen Abdullah Çatlı’yı halen resmen evlenmek üzere olduğu ve dört yıldır birlikte yaşadığı erkek arkadaşı Ahmet Baydar vasıtasıyla 3,5 sene evvel ve Mehmet Özbay olarak tanıdığını, bundan 1-2 ay sonra Mehmet Özbay ile kız kardeşi Gonca Us’un tanıştıklarını, birlikte dörtlü olarak yemeğe çıktıklarını, gezdiklerini, Abdullah Çatlı olduğunu bilmediklerini, bir süre sonra kardeşinin Can Apa ile evlendiğini ve Mehmet Özbay’dan ayrıldığını, evliliği bozulunca tekrar Mehmet Özbay ile birlikte olduğunu kendilerine duyurmadığını, gizli tuttuğunu,

Arkadaşı Ahmet Baydar’ın Mehmet Özbay ile sadece arkadaş olduğunu, ortaklıklarını kendisinin bilmediğini, kendisinin Mehmet’i medyada tanıtılandan çok farklı bir şekilde tanıdığını iyi bir dost, arkadaş olarak tanıyıp sevdiğini, çok para harcamadığını. Mehmet’i Sultan tekstilin sahibi olarak tanıdığını, Meral Hanımla evli olduğunu bildiğini, kardeşini son gün evden kimin aldığını bilmediğini, annesinin de bilmediğini çünkü annesinin iki gün için Çeşmeye gittiğini ve kardeşinin evde yalnız olduğunu belirtmiştir.(Ek:214)

42- ABDULLAH KEDEROĞLU 23.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1951 Nevşehir doğumlu olduğunu, jeofizik mühendisi olmasına karşın, 3 ay MTA’da stajyerlik dışında, 1977 yılından beri İstanbulda ticaretle uğraştığını, İstanbula 1969 yılında öğrenci olarak geldiğini, öğrencilik yıllarında çeşitli derneklerde görev aldığını, halen İstanbulda bulunan Nevşehirle ilgili derneğin 2. başkanı, Nevşehir Spor’un yönetim kurulu üyesi, Kadıköy Diyanet Vakfının yönetim kurulu üyesi ve Taksim Camii yaptırma Vakfının üyesi olduğunu, Siyasi parti olarak önceleri MHP’de, 12 Eylülden sonra uzun süre ANAP’ta aktif görev aldığını, şimdi ise DYP İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyesi olduğunu,

Son olaylarda ismi geçenlerden iki kişiyi: Abdullah Çatlı ve İbrahim Şahin’i yakından tanıdığını Abdullah Çatlı’yı hem Nevşehirli olması, hem de 12 Eylül Öncesinde kendisinin Nevşehir Öğrenci yurdu Müdürü olduğu sırada Çatlı’nın Ankara Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olarak İstanbul’a geldiğinde yurda uğraması sebebiyle tanıdığını, İbrahim Şahin’i de memleketi olan Kozaklı ilçesinde uzun süre görev yaptığı için tanıdığını, bir diğer ismi geçen Avşar Kederoğlu’nun ise en küçük erkek kardeşi olduğunu, Bunlarla ilgili bildiklerini kronolojik sıraya göre anlatacağını,

Çatlı, 12 Eylülden sonra kaçak durumunda olduğunu, 12 Eylül öncesinde Ocak başkanlığını bırakınca İstanbula geldiğini, kaçak olduğunu gazeteler yazıncaya kadar bir süre İstanbulda Sirkeci de ticaretle meşgul olduğunu, kaçak olduğu duyuluncaa ortadan kaybolduğunu, yurtdışına gitti dendiğini, bir süre sonra kendisini yurtdışından aradığını, “Türkiyede ne var, ne yok?” gibi sorular sorduğunu. Ondan sonra da bir daha aramadığı için irtibatlarının koptuğunu, yaklaşık 4-5 yıl önce tekrar telefonla kendisini aradığını, Türkiyeye gelip gittiğini söylediğini, kendisinin onu arayabileceği bir numarası olup olmadığını sorduğunda yok, ben seni ararım dediğini, ondan sonra yaklaşık (1) yıl aramadığını, bir gün hatırlayamadığı bir tarihte yapılan Yozgatlılar veya Kırşehirliler gecesinde otururken yanına geldiğini, o gün Çatlı’nın gözlükleri olduğunu, kendisinin şaşırıp heyecanlandığını, sohbet ettiklerini, Türkiyeye gelip gittiğini, bir gün temelli geleceğini kendisine söylediğini, ondan sonra bir yada iki kere daha kendisini telefonla aradığını, son iki yıldır ise hiç aramadığından emin olduğunu, çünkü bu iki yılda kendisinin Hacca ve Umreye gittiğini ve gidiş ve dönüşlerinde arar diye umduğunu, aramadığını, eğer arasaydı mutlaka hatırlayacağını, Çatlı’nın bir huyununda sevdiği insanlara yük olmayı sevmemek olduğunu, belkide o yüzden kendisini sevdiği için çok aramadığını, yüzyüze görüştükleri gecede kendisini biraz tedirgin gördüğünü, ne iş yaptığını sorduğunda, sadece ticaret yaptığını söylediğini, fazla açıklama yapmadığını, Çatlı ile İbrahim Şahin’in tanıştıklarını gazeteler yazınca öğrendiğini, daha önce bilmediğini;

İbrahim Şahin’in Kozaklı’dan sonra tayinen İstanbul’a geldiğini ve kendisini aradığını 2. Şubede görev yaptığını söylediğini, kendisinin Şahin’i ziyaret ettiğini, İbrahim Şahin’in de kendisine ziyarete geldiğini, kendilerinin İstanbulda, 3 erkek kardeş ve 2 amcaoğlu olarak Halkalı Gümrüğünün içinde bir Tır garajlarının olduğunu, garajın içinde lokanta, kahvehane, büfe vs. tesisleri bulunduğunu, iki tane sigorta acenteliklerinin ise Avcılardaki bürolarında olduğunu, Kederoğlu Ticaret adında faaliyet gösteren ve Procter and Gamble’n hammaddelerini temin eden, asit borik ve sodyum perborat satan bir firmaları olduğunu, yine İstanbul Avcılar Ambarlıda (10) dönümlük bir çaybahçesi işlettiklerini, kendisi Kadıköy-Suadiyede oturduğu için orada da kendisine ait bir bürosu olduğunu, bu büroda bir arkadaşıyla beraber hurda ithalatı yaptıklarını, İbrahim Şahin’in bir müddet sonra telefonla kendisini arayarak, görevinin değiştiğini, Özel Harekat Daire Başkanı olduğunu o nedenle İstanbuldan ayrılacağını söylediğini ve kendilerine polisleriyle beraber ve ziyaretine geldiğini, kendisiyle yaklaşık 8-10 kez telefon görüşmesi ve bir kaç yüzyüze görüşmeleri olduğunu, son olaylardan sonra kendisinin Şahin’e telefon ederek neler oluyor diye sorduğunda, Şahin’in kendisine birileri bizimle uğraşıyor, bizim veremiyeceğimiz hesabımız yok, bizde uğraşıyoruz dediğini, daha sonra aradığında yerinde bulamadığını, görevinden alınmış olduğunu öğrendiğini,

Yine senesini hatırlayamadığı bir gün iş yerlerinde otururken, kendisinin bir küçüğü amcaoğlunun kendisine “Avşar’ı polisler sık sık arıyor, bir şey var herhalde” dediğini. Bir başka gün Halkalıdaki işyerine gittiğinde genç birisinin amcaoğluyla yemek yediğini gördüğünü, kim olduğunu sorduğunda amcaoğlunun kendisine “bu Avşar’ı alıp bırakmış, şimdi de her hafta geliyor ve Avşar’ı soruyor” dediğini. Adamla tanıştığını ve sohbet ettiklerini, o kişinin kendisinin istihbaratçı olduğunu ve Avşarı arama sebebinin: Kaybolan Tarık Ümit’in telefonunda son numara Avşar’ın cep telefonu çıkması olduğunu, Tarık Ümit’in son kez Avşarın cep telefonundan aranmış olduğunu, bunun üzerine kendilerinin onları takibe aldıklarını, bir hafta on gün telefonlarını dinlenmiş olduğunu ancak sonunda onların temiz insanlar olduğuna kanaat getirdiklerini, Avşarı 2-3 gün götürüp tuttuklarını, Avşar’ın kendilerine yardımcı olduğunu, telefonuyla kimlerin konuştuğunu söylediğini; bu istihbaratçı başçavuşun giderken “benden size tavsiye: bu adamlarla fazla içli dışlı olmayın, bunlar hakkında dedikodular var. Bende onu araştırıyorum” dediğini. Ayrıca ne yapayım diye sorduğunda başçavuşun kendisine “kardeşin Ataköyde bekar evinde kalıyor, hiç olmazsa bir süre yanına evine götür” dediğini, bunun üzerine kardeşini sıkıştırdığını, kardeşinin kendisine “Ağabey polis ziya telefonu istedi, bende verdim, sonra jandarma beni gözaltına aldı” dediğini, Halkalıdaki işyerinin kalabalık bir yer olduğunu, oraya sık sık istihbaratçı ve narkotikçi polislerin geldiğini, onlara telefon hususunda yardımcı olduklarını, bundan sonra kardeşini bir ay kendi evine götürdüğünü ve ikaz ettiğini, Ayhan Akça isimli polisin kendi kiracısı olmadığını, gazeteler yazınca araştırdığını ve Ayhan Akça’nın 2-3 ay önce kız kardesinin kiracısı olduğunu öğrendiğini, ayrıca; işyerine gelen başçavuş’un resmi değil sivil giyimli olduğunu yanında sivil giyimli bir asker olduğunu hatırladığını, son olaylarda ismi geçen Haluk Kırcı’yı tanımadığını, sadece ismini duyduğunu, Korkut Eken’i de tanımadığını, İbrahim Şahin’e İstanbul’a geldiği zamanlarda araba verdiklerini belirtmiştir.(Ek:215)

43- CEMALETTİN ÜMİT 30.01.1997 tarihinde ifadesinde;

[değiştir]

1929 Düzce doğumlu olduğunu, Operatör doktor olarak İstanbul Alman hastanesinde çalıştığını,

1995 yılında 3 Mart’ı 4 Mart’a bağlayan gece saat 1,5’ta kendisine bir telefon geldiğini, Yeğeni Tarık Ümit’in arabasının Trakya Çerkezköy civarında bir yerde terkedilmiş olarak bulunduğunun o telefonla kendisine bildirildiğini, bunun üzerine olay mahalline gittiğini, arabayı hiç hasar görmemiş, terk edilmiş ve kapısının açık olarak bulduğunu ve hemen durumu Jandarmaya haber verdiğini, Jandarmayla birlikte olay yerine tekrar gelindiğini, zabıtların tutulduğunu, arabayı ertesi gün gelip almasını, bu arada jandarmanın arabanın Tarık Ümit’e ait olup olmadığını tespit etmesi, kendisinin de anahtar bulması gerektiğini, yapılan araştırmada aracın plakasının sahte olduğunun meydana çıktığını, o yüzden arabayı orada bırakmak zorunda kaldığını. daha sonra Kadıköy Cumhuriyet Savcılığına müracaaat ettiklerini, o sırada Jandarmanın bir başçavuşu olayı soruşturmakla görevlendirmiş olduğunu öğrendiğini,

Özel bir yolla ulaştığı İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin vasıtasıyla gittiği ilgili bir başsavcının “bunlardan birşey çıkmaz, boşuna uğraşma mademki geldin, bir dilekçe yazın bakalım” dediğini,

Kendisinin konuyu özel olarak araştırdığını, bu tespitlerine göre; Tarık Ümit’in son kez Divan pastanesinde görüldüğünü, orada yemek yerken, ertesi gün Düzce’ye gideceği için 3 kutu çikolata aldığını, o sırada, ertesi gün bayram olduğundan dolayı çikolata almaya gelen müşterek aile dostları, Baha Şen’in Tarık Ümit’i orada görüp konuştuğunu, onların konuştuğu sırada Tarık Ümit’in tanıdığı iki beyin daha geldiği ve dörtlü grup olarak sohbete devam ettiklerini, otururken Baha Şen’le Tarık Ümit’in karşı karşıya diğer beylerinde onların yanına oturduğu, Baha Şen’in karşısında oturan beyi teşhis edebilirim dediğini, soruşturmayı yapan başçavuşunda Baha Şen’i dinlediğini, Baha Şen’in anlatımına göre Tarık Ümit ile yeni gelen beylerden birinin ağızlarını kapatarak fiskos yaptıklarını ama ne konuştuklarını anlıyamadığını, ancak Tarık Ümit’in “O niye gelmedi” diye sorduğunu, diğerinin de “O evde bekliyor” dediğini duyduğunu, jandarmanın tespitlerine ve bilahare bu konuda Mit’in de bir raporu olduğu tespitlerine göre; Tarık Ümit’in ertesi gün bayram sabahı Düzceye gitmek niyetindeyken, Divan Pastanesine geldikten sonra, cep telefonuyla arandığını ve orada kararını değiştirip, Adapazarındaki kızına ve Düzcedeki annesine telefon ederek bayrama gelemiyeceğini bildirdiğini, Tarık Ümit’i cep telefonundan son arayan telefonun Avşar Kederoğluna ait olduğunu, Başçavuş Ahmet’in sorgulaması sonucu Avşar Kederoğlunun telefonunun özel harekatta görevli polis memuru Ziya’da olduğunu söylediğini, Başçavuş Ahmet’in o sıralar kendisine ben meseleyi çözdüm, sonuna kadar geldim, ancak rapor hazırlamam lazım, bu da (15) gün alır dediğini, sonra birgün Ahmet Başçavuştan soruşturmanın bittiğini öğrendiğini, özel araştırmaları sonucunda; Ahmet Başçavuşun anılan iki polis memurunu Ataköy tarafında bulup sorgulamasından sonra Ankaradan İbrahim Şahin kendisini arıyarak benim memurlarımı sıkıştırma, çok fazla üzerlerine gitme, ne soracaksan sor, sonra da bırak; aslında senin onları sorgulamaya yetkin yok dediğini, Ahmet Başçavuşunda ona; “benim listem de senin de adın var, seni çağırıp ifadeni alacağım” dediğini, ancak ertesi gün bir yerlerden geldiğini sandığı bir emirle Ahmet Başçavuş’un bu işi bıraktığını,

Bu arada Tarık Ümit’in evinde Mehmet Ağar’ın imzasını taşıyan bir belge bulduklarını, Hande Ümit’in bu belgeyi Komisyona ulaştırdığını sandığını, bu aşamada daha önceki duyumları ile bunu birleştirdiğinde Mehmet Ağar’a ulaştığını, son zamanlarda Tarık Ümit’in huzursuz olduğunu, bu huzursuzluğun Özel Harekat Timiyle ilgili olduğunu, son günlerde Korkut Ekenden tehdit telefonlarının geldiğini, Tarık Ümit’in Cihangirdeki bürosunda çalışan Ali Vasıtasıyla Korkut Ekenin “Tarık bize bir oyunlar etti; ayağını denk alsın, yakında onun hesabını göreceğiz.” diye haber gönderdiğini, Tarık Ümit’in Özel Harekat Birliğine lanse ettiği, kot adı Cavit olan beyin bir gün Tarık Ümite gelerek “beni bu insanlara sen lanse ettin, ancak; bunlar seni öldürmem için para ve silah verdiler, hakkında böyle düşünüyorlar, ayağını denk al.” dediğini, ancak bunları kimden duyduğunu hatırlıyamadığını, bu duyumları alınca Korkut Eken’i araştırdığını, Mehmet Ağarın danışmanı olduğunu öğrenince Mehmet Ağardan bazı şeyler öğrenebileceğini düşündüğünü ve Ağar’a bir mektup yazdığını, kendisiyle görüşmek istediğini yazdığını, Ağar’ın o zaman Adalet Bakanı olduğunu ve kendisine uygun bir zamanda görüşürüz diye cevap verdiğini. Hükümet değişiminde Ağar’ın İçişleri Bakanı olduğunu ve kendisinin gidip onunla görüştüğünü, yanına vardığında Ağar’ın galiba mektubunuzu kaybettim, yenisi varmı dediğini, yanında bulunan yenisini çıkarıp verdiğini ve birlikte okuduklarını, mektupta “yardımcınız olan K.E.’nin yönlendirmesi, İ.Ş’nin yürütmesi, İki P.M. isimleri belli dediğini, Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlunun pastaneye gelerek Tarık Ümit’i alıp götürdüler, o gün bu gündür yok. Bu konuda bana ne yardım yapabilirsiniz” diye yazdığını, Jandarma Başçavuşundan şaşırtma olarak Tarık’ın Yalova tarafına, arabasının Trakya tarafına götürüldüğünü duyduğunu, bunu Ağar’a söylediğinde, Ağar’ın ayağa fırlayıp bunu nereden öğrendiğini sorduğunu, ayrıca bunları araştırarak, iki haftaya kadar bir cevap vereceğini söylediğini, aradan geçen bir yıla yakın sürede bir cevap vermediğini,

Tarık Ümit’in bir bankaya ortak olduğu yolunda ki haberleri okuduğunu, ancak bankanın kendilerine verdiği cevapta “kendisi para yatırmadığından hisselerinin iptal edildiğini” bildirdiğini,

Tarık Ümit’in niçin öldürüldüğü yolundaki duyumlarının ise; devlete zararlı bazı insanların yok edilişinde, özel olarak Savaş Buldan’ın yok edilişinde Tarık’ın işin içinde olduğunu sandığını, çünkü Savaş Buldan’ın cesedinin bulunduğu yeri (yığılca civarında) Tarık’tan başka bir polisin bilebileceğini sanmadığını, Tarık’ın son zamanlarda bazı arkadaşlarına “ben bu insanların arasındayım, ama, daha fazla bunlarla çalışmam mümkün değil, yedikleri halt bini geçti, ciddi olarak uyuşturucu kaçakçılığı yapıyorlar, bütün ikazlarıma, ısrarlarıma rağmen mani olamadım, notere gidip bütün bu bildiklerimi tespit ettireceğim ve ben bu insanları kamuoyuna deklere edeceğim” dediğini, bu sözlerden sonra demin söylediği tehditlerin gelmeye başladığını, Tarık’ın korkunç derecede zeki ve cesur olduğunu, kendine güveninin fazla olduğunu bu yüzden arkadaşları ikaz ettiğinde “kimse bana bir şey yapamaz” dediğini, Tarık’ın kaçırılışından bir hafta evvel Korkut Eken’in özel timden birkaç polis memuruna Tarık’ın kaldığı evin tespit edilmesini söylediği Tarık’ın bu tehlikeleri sezince evine uğramadığı, Tarık’ı evinde kıstıramayınca baştan anlattığı şekilde pastaneden alındığınıbelirtmiştir.(Ek:216)

44- ORAL ÇELİK 29.01.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1959 Malatya Hekimhan doğumlu olduğunu, Eğitim enstitüsünü bitirdiğini, 1980 öncesinde Türkiyedeki sağ-sol olaylarına katıldığını, sağda Milliyetçi kanatta yer aldığını, katılmadığı olaylarda kendisine isnat edilen suçlar olduğundan 12 eylül 1980’den sonra yurtdışına çıktığını, yurtdışına çıkarken aynı görüşü paylayan insanların yardımını gördüğünü, Harun Çelik adına düzenlenmiş bir sahte pasaportla ve yalnız olarak Türkiyeden ayrıldığını, giderken Tren yolculuğu yaptığını, Bulgaristan, Yugoslavya, İtalya, İsviçre yoluyla Avusturyaya direk olarak vardığını, orada Abdullah Çatlı ile buluştuğunu, Çatlı’nın kendisinden 2-3 gün önce uçakla İngiltereye gittiğini, İngiltereye alınmadığı için oradan Avusturyaya geldiğini, Çatlının Hasan Kurdoğlu adına düzenlenmiş sahte pasaportla Türkiyeden ayrıldığını, Avusturyada oturma izni alabilmek için Üniversitenin dil kursuna kayıt olduklarını, yurtdışındaki akraba ve tanıdıkların yardımıyla geçindiklerini, Papa olayı olduğu zaman Avusturyadan Fransaya geçtiklerini, Papa işinde bir rolü olmadığını, ancak basında isminin rolü varmış gibi geçtiğini, Fransaya geçtikleri tarihin 1982’nin son ayları olduğunu, Fransada Poitiers şehrinde ki Üniversiteye Çatlı ve Eşi ile birlikte kayıt yaptırdıklarını, Çatlı’nın eşinin uçakla Avusturya’ya oradan da İsviçreye ve Fransaya geldiğini, oraya varınca her şeyin Türk Milleti ve Devletinin aleyhinde olduğunu gördüklerini, kendilerinin orada Türkiye’nin turizm büyükelçisi gibi olduklarını, o sırada kendilerine “Türk Devletinin Milletinin aleyhinde çalışan mesela Asala gibi örgütlerle mücadele edermisiniz, nasıl ve ne taktiklerle mücadele edersiniz?" şeklinde teklifler geldiğini, bu teklifin devletimizin üst düzeydeki yetkililerinden geldiğini, ancak onların ismini söyleyemeyeceğini, bu teklifi alınca kendilerinin de, oralardaki devlet temsilcilerinin, diplomatların değil Türklükle, insanlıkla bağdaşmayacak şeyler yaptıklarını söyleyerek değiştirilmesini istediklerini, kendilerine teklif getiren kişilerin "biz bunları değiştiremeyiz; bunlar bizim ülkemize mal olmuş kişiler; fakat, bizim devletimiz ve milletimiz sözkonusu, ortada olan bu" dediklerini, o zaman da kendilerinin Milliyetçi ve Vatanseverler olarak bu teklifi gönüllü olarak kabul ettiklerini, bu arada suçsuz olarak cezaevinde yatan arkadaşları ve bazı tanınmış politikacıların serbest bırakılmasını istediklerini ve olumlu cevap aldıklarını, bunun üzerine (12) kişilik bir liste verdiklerini, bu isimlerden birisinin Mehmet IRMAK olduğunu, Ancak bu 12 kişinin hiç birisinin bu işlerden yararlanmadığını, bu teklifin kendilerine 1981 yılında kendilerinin Fransada oldukları zaman yapıldığını, aslında bu tekliflerin o zaman Avrupadaki Türk federasyonundan tutun da herkese kadar yapıldığını, en sonunda kendilerine Çatlı ile birlikte teklif geldiğini, teklifi kabul ettikten sonra Fransada (18), Hollanda da (2), Kanadada, Amerikada, Yugoslavya da Beyrutta, Yunanistanda, akla gelen pekçok eylem yaptıklarını, bu eylemleri Oral çelik, Abdullah Çatlı ve diğer iki kişiden oluşan (4) kişilik grubun yaptığı ya da yaptırdığını, bu arkadaşlarından birisinin mahkemeye geçtiğini, gizli celse olduğunu, yaptıklarını orada anlatarak kendilerine, önceden söz verildiği gibi ceza indirimi uygulanmasını, yada kanuni takibattan muaf tutulmalarını istediğini, ancak taleplerinin kabul olmadığını, 10-12 sene mahkumiyet verildiğini duyduğunu, 4 arkadaşının da Türkiye'ye döndüğünü, onun cezasının zaman aşımına uğradığını, kendisine de yurt dışında yaptığı hizmetlerden dolayı kolaylık gösterilmediğini, yurda döner dönmez cezaevine konduğunu ve boş yere (4) ay hapis yattığını, yurt dışında olduğu yıllarda bir kere 1983 yılında yurda giriş-çıkış yaptığını, onun da istihbaratın kontrolü altında gerçekleştiğini, yurtdışında oldukları sırada istedikleri pasaportu, istedikleri yerden alabildiklerini, Türkiye konsolosunun da kendilerine pasaport verdiğini; çünkü, Türk Basını ve Türkiyedeki güya aydınların kendilerini ihbar etmeye başladıklarını, İsviçrede yakalanan bir adamın kendilerinin eylemleri ile ilgili bilgiler verdiğini, bu adamın Nevzat Bilican olduğunu, bu kişinin bir gün İsviçre Polisine giderek yalan yere ben Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener ile eroin işi yaptım dediğini, daha bir kaç isim daha söylediğini, kendilerinin Ermenileri öldürdüğünü söylediğini, İsviçrenin durumu Türkiye'ye bildirmesi üzerine Türkiye'den ilgili kimselerin kendilerine-ki o zaman Fransada Çatlı ile bir evde oturduklarını bildirdiğini, kendilerinin de oradan kaçtıklarını, bunun üzerine Türkiye-İsviçre arasında problem çıktığını, bu olayın 1984 yılında cereyan ettiğini. Bunun üzerine Türkiyeden bir Devlet Bakanının İsviçreye gelerek ortamı yatıştırdığını, Mesut Yılmaz'ın da o sırada bakan olduğunu, daha sonraları da İsviçrenin kendilerine (Oral Çelik, Çatlı ve arkadaşları) ambargo koyduğunu, Mesut Yılmaz'ın da Dışişleri Bakanı olarak kendileri için İsviçre nezdinde teşebbüsleri olduğunu, duyumlarına göre Mesut Yılmaz'ın Çatlı ile temasa geçerek bir kulübe olan kumar borcunu sildirdiğini, Çatlı'nın 1991 yılında İsviçreden hapisten kaçınca Türkiyeye döndüğünü, Çatlının bu mahkumiyetinin Nevzat Bilican iftirası ile olduğunu, aynı davada kendisi ve Mehmet Şener'in de yargılandığını ve beraat ettiklerini, çünkü Nevzat Bilican'ın daha sonra İsviçre Makamlarına giderek "ben yalan söyledim, ben PKK'yım, bunlar Milliyetçi bana öyle ifade vermem söylendi bende öyle söylemiştim. Ben Oral Çelik ve Çatlı'yı tanımıyorum bile" dediğini. Fransadaki mahkumiyetlerinin de aynı şekilde Fransız İstihbaratının yaptıkları faaliyetleri anlaması üzerine hazırladığı düzmece bir senaryo ile olduğunu, kendilerinin katiyen eroin ile uğraşmadığını, eğer uğraşsalardı 100 gr değil 10 ton eroin yükleyip satardık. Çatlı'nın İsviçrede ceza evinden kaçmasının da çok normal bir şey olduğunu, çünkü orada hüküm verildikten sonra mahkumların başka bir şehir ve cezaevine nakledildiğini ve orada Türkiyedeki yarı açık cezaevi şartlarının olduğunu, yani kolayca kaçılabildiğini, İsviçre cezaevlerindeki yabancıların % 75'inin kaçtığını, buna İsviçrenin belkide bilerek göz yumduğunu, böylece yabancılardan kurtulduğunu, kendileriyle ilgilenenlerden birisinin METE kod isimli üst düzey MİT yetkilisi olduğunu ancak ismini vermeyeceğini, M.Ali Ağca ile fazla bir ilgisi olmadığını, Ağca'ya Türkiyede hapisten kaçınca yardım ettiğini, Avrupaya yeni geldiği zamanda biraz yardım ettiğini, onun dışında irtibatı olmadığını, son zamanlarda Çatlı ile ilgili basında yer alan iddiaları Çatlı ile bağdaştıramadığını, Çatlı'nın iyi, temiz, saf, politikadan anlamayan, sözünü söyleyen birisi olduğunu, böyle tiplerin de pek sevilmediğini, Çatlı'dan duyduğuna göre Mesut Yılmaz'ın kumar borcunu sildirme işi için Çatlı ile Yılmaz Belçika'da yüzyüze görüşmüşler. Aynı yıl Çatlı'nın, 85 yılına 2,5 ay kala yani 1984'ün 9. ayında Fransa hapise girdiğini, kendisinin de Fransada 86'nın 11. ayından 93'ün 11. ayına kadar hapis yattığını ayrıca (30) ayda Fransada görülmemiş sürgün cezası verildiğini, o sırada Çatlı'nın da İsviçre cezaevinde olduğunu, Meral Çatlı'nın kendisini cezaevinde ziyaret ettiğini, 1986 yılında Fransa Belçika sınırında Fransız polisinin düzmece iddiaları ile tutuklandığında Bedri Ateş kimliğini kullandığını, çünkü; eğer kendi ismini verseydi yaptıkları eylemlerinin ortaya çıkacağını, belkide Türkiye'ye zararı olabileceğini, o yüzden başka bir isim kullandığını, kendisini savunan avukatlarının MHP'li olmasının normal olduğunu, çünkü 80 öncesinden tanıdığı arkadaşları olduğunu, Özer Çiller ve Mehmet Ağar ile hiç bir yerde ve hiçbir şekilde görüşmediğini, yurtdışında bulundukları sırada liderin Çatlı olduğunu, şimdi Çatlı öldüğü için kendisinin lider sayılabileceğini, çünkü yurtdışında Çatlı ile aynı evi paylaşıp, aynı bardaktan su içtiğini, yurtdışında eylemler yaparken devletten sadece 10 bin dolar para aldıklarını, Çatlı yurda döndükten sonraki zamanlarda kendisinin Fransa, İtalya ve İçviçrede aynı suçtan cezaevinde olduğunu, Çatlı ile mektuplaştıklarını, kendisi yurda dönünce Çatlı'nın kendisini ziyaret etmediğini, haber gönderdiğini, Bedri Ateş kimliği ile yakalandığında PKK'lıyım, PKK'ya hizmet ediyorum dediğini, çünkü kart alabilmek için ne yaparsan yap Türkiye aleyhine bir şey yapmak gerektiğini, Çatlı'nın 1991 yılındaki ANAP kongresinde önce Yıldırım Akbulut'u sonra Mesut Yılmaz'ı desteklediğini, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay'ın Çatlı'yı iyi tanıdıklarını, seçim zamanı biz kahramanız, ASALA'yı yok ettik, yok bilmem Fransızları şöyle yaptık dediklerini, şimdi ise Çatlı'yı kötülediklerini, kendilerinin mücadele ettikleri ASALA'nın belki 500 militanının olduğunu, fakat bütün ülkelerin istihbarat birimlerinin bunlara yardımcı olduğunu, ASALA kendi içinde anlaşmazlığa düştüğü için dağıldı diyenlerin yalan söylediğini, eğer böyle şeyler kendiliğinden oluyorsa bu memlekete zararlı olan örgütlerin olduğunu ve onların niye kendi kendine dağılmadığının sorulması gerektiğini, yurtdışında hizmet yürütürken kendilerine MİT'in üst düzeyde yetkililerinin yardım ettiğini ve yönlendirdiğini, Çatlı'nın Muhsin Yazıcıoğlu ile telefon görüşmeleri yaptığını, Türkeş'le Çatlı'nın arasının hoş olmadığını, çünkü Çatlı’nın Türkeş hakkında MİT'e bir rapor yazdığını ve Türkeş'in bundan haberi olduğunu, Çatlı'nın Türkiyedeki ticari faaliyetlerinden haberdar olmadığını, Mehmet Özbay ismini kullandığını bilmediğini, Hüseyin Kocadağı tanımadığını, Haluk Kırcı'yı çok önceden tanıdığını, son yıllarda görmediğini belirtmiştir.(Ek:217)

47-MEHMET SENA SÖYLEMEZ 2 Mart 1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

Aslen Muş’lu, Kürt kökenli, 1961 doğumlu, doktor, genel cerrah oluduğunu, Eşinin Muş Eski Milletvekili Mehmet Emin SEVER’in yeğeni ve doktor olduğu, 1995 yılına kadar Ankara Numune hastanesinde çalıştığını, 6 kardeş olduklarını, kardeşlerinden birinin başkomiser, birinin astsubay, birinin emekli polis, birinin de emekli işçi olduğu,

1994 yılında bir araba parkı meselesi yüzünden Bucak ailesinden Sedat BUCAK’ın yeğeni uyuşturucu, alkol bağımlısı Sultan Memduh BUCAK tarafından vurulduğunu, (kardeşinin de O’nu öldürdüğünü), bu tarihe kadar Bucak ailesini hiç tanımadığını, bundan sonra aralarında kan davası başladığını, vurulan insan olmasına rağmen Ankara’da gözaltına alındığını ve sorgulandığını, bu sorgulamada Ankara Asayiş Müdür Yard. Ali İhsan SARIKAVAK’ın kendisine “Biz Bucakların dostuyuz. Seni ve ailenden herkesi öldüreceğiz” dediğini, (Bu kişinin daha sonra abisi ve yeğenini öldürenlerle birlikte oturup kalktığını,)

Sedat BUCAK’ın Mehmet AĞAR ile ortaklığı, karanlık işlere eraber girip çıkmaları yüzünden kendisine bağlı polisleri kendi üzerlerine saldırttığını, kendilerine saldıranların daima polisler olduğunu,

Bir oaydan dolayı Bilkent Üniversitesinde okuyan yeğeninin tutuklandığını, işkence gördüğünü ve o zaman Adalet Bakanı olan Mehmet AĞAR’ın emri ile özellikle Eskişehir Hapishanesine gönderildiğini, yeğeni yem olarak kullanılarak O’na elbise, çamaşır, para vs. götüren ağabeyi ve diğer yeğeninin orada Savcıdan izin alma bahanesi ile bekletildiğini, bu sırada ziyaret günü olmamasına rağmen oraya gelen Ülkücü Mafyasından bazı kimselerin güya ziyaret amacı ile oraya gelerek ağabeyi ve yeğenini teşhis ederek dönüş yolunda pusu kurduklarını ve (13 Mart 1996 günü) ağabeyi ve yeğenini öldürdüklerini, onlara ateş edenlerin polisler olduğunu, bu olayın maddi delillerinin araştırılmadığını, örneğin Orada bulunan Mercedesin içinde vurulan insanların saç kılları, parmak izleri, tükürük ve kanlarının olduğunu, yıllar geçse de DNA testi ile bunların kime ait olduğunun tesbitinin mümkün olduğunu, ayrıca Fatih BUCAK adına kayıtlı bir cep telefonu bulunduğunu, bu telefondan kimlerle görüşüldüğünün tesbit edilebildiğini, Daha sonra bu öldürme olayının çiğ köfte partisi ile kutlandığını, bu partiye; Mehmet AĞAR’ın, Yalım EREZ’in, Sedat BUCAK’ın ve Necmeddin Dedenin katıldığını, ancak bu davanın kapatıldığını,

Sedat DEMİR ve Deniz GÖKÇETİN’in kendi taraftarları olmadığını, bu kişilerin yine Mehmet AĞAR’ın adamları olduğunu, ağabeyini pusuya düşürtüp öldürmek için bu insanların kullanıldığını, bu müdürlerle beraber olan Başkomiser Halim APAYDIN’ın ağabeyine arabasının vererek Eskişehir’e gönderdiğini, ancak ne zaman gideceğini (katillere) haber vererek karşılığında çek aldığını, eylemin sonucunda ağabeyinin öldüğünü,

Kendisinin 11 Haziran 199’da Adana’da bulunan ağabeyini ziyaretten dönerken Pozantı’da vurulduğunu, kendisini vuran insanların İstanbul Polisi olduğunu, güya operasyon yaptıklarını, bundan Adana polisinin haberi olmadığını, bu kişilerin İstanbul dışında operasyon yapmak için görev belgelerinin olmadığını, oraya gelmek için bir gerekçelerinin de olmadığını, kendisi orada ölseydi olayın faili mechul olacağını, trafik polislerinin, kamyoncuların, vatandaşların gelerek kendisini kurtardığını, bunun üzerine işi resmileştirdiklerini, kendisini vurmalarına bir bahane bulmak için kendisini ÇETE olmarak suçladıklarını, kendi arabasında silah olduğunu iddia ettiklerini, bunun kesinlikle yalan olduğunu, Orada ( POZANTI’da) yakalandıkları , Adana’da hastanede yaralı iken Adana Terörle Mücadele ekipleri tarafından ifadesi alındığı halde İstanbul’da yakalanmış gibi tutanak tutulduğunu, Pozantı’da hiçbir işlem yapılmadığını, olayın Pozantı Savcısından gizlendiğini, daha sonra İstanbul’a götürüldüğünü, burada hiçbir ifade vermediğini, hiçbir şeye de imza atmadığını, ancak kendi ifadesi olarak sahte bir ifadenin düzenlendiğini, mahkemeye aleyhine delil olarak sunulan tek şeyin bu ifade olduğunu, kendisinin bir şey itiraf edecekse bunu Adana’da itiraf edeceğini, oysa Adana’da verdiği ifadede “Hiç bir şey yapmadım” dediğini, o ifadenin kesinlikle kendi ifade olmadığını,

Ayrıca kardeşlerine de çeşitli uydurma şeyler imzalatıldığını, kardeşinin tutuklama kararı olduğu halde, kardeşinin savcının, hakimin karşısına çıkarılmadığını, 4 yıl gezdirildiğini, işkenceden geçirildiğini, bunun arkasında da Mehmet AĞAR’ın olduğunu,

Kendisi tutuklandığı zaman, memur olduğu için memur koğuşuna konulması gerekirken, Adalet Bakanı Mehmet AĞAR’ın imzasıyla Kütahya Cezaevine gönderildiğini, çünkü burada abisini öldürmekten zanlı insanların bulunduğunu, 50 kadar Urfa’lı bulunduğunu, Sedat BUCAK’la yakın ilişkisi olan Müslüm BAKAN adında birinin kardeşinin olduğunu, bu cezaevine konulursa kendisinin muhakkak öldürüleceğini, bunu da M.AĞAR’ın kendisini öldürsünler diye Adalet Bakanı olarak yetkisini kullanarak bilerek yaptığını, orada vicdan sahibi bir savcının durumu farkederek kendisini koymadığını, buradan sevkinin itirafçıların bulunduğu Kırklareli cezaevine çıktığını,

Eminönü Belediye Başkanı Ahmet ÇETİNSAYA’nın yeğeninin öldürülmesi olayı ile hiç bir ilgisinin olmadığını, orada beraber yargılandıkları insanların sonradan kendilerine polis tarafından aldatıldıklarını söylediklerini belirtmiştir.(Ek:220)

48- ABDÜLGANİ KIZILKAYA 28.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1966 Urfa-Siverek doğumlu, ilkokul mezunu, Aşiret içinde resmi korucu, Sedat BUCAK’ın da yakın akrabası ve özel koruması olduğunu, 4 yıldır beraber olduklarını,

Susurluk kazası olduğunda Sedat BUCAK’ı arkadan takip ettiklerini, kazadan 4-5 dakika sonra olay mahalline vardıklarında, arabanın kamyonun altında olduğunu, halatla vatandaşın yardımı ile 15 dakikalık bir uğraştan sonra arabayı kamyonun altından çıkardıklarını, Sedat Beyi ve cesetleri de ancak ondan sonra çıkarabildiklerini, hatta Sedat Beyin öldüğünü sandığını, asfaltın üzerine uzattığını, Sedat Beyin burada konuşmasına imkân olmadığını, “Silahımı verin, tabancamı verin” sözünü hastanede söylediğini,

ARENA’da yayınlanan resimde ise arabanın kamyonun altında olduğunu, demekki birilerinin kendilerinden önce olay yerine vararak resimleri çektiklerini, silahları da arabanın arka koltuğuna onların koymuş olabileceğini, (bunlar üzerindeki parmak izlerinin rahatlıkla kontrol edilebileceğini ve kime ait olduğunun anlaşılabileceğini) çünkü arabayı kendisinin hazırladığını, arka koltukta silah görmediğini, yalnız arabanın arkasından milletvekillerine verilen Sedat BUCAK’a ait çantanın düştüğünü, bu çantayı aldığını, Balıkesire giderken ve İstanbul’da havaalanında da bu çantanın elinde olduğunu, bunun resimlerde de göründüğünü, bu çantada Sedat Beyin kimliği ile 230 milyon liranın bulunduğunu, zaten bu parayı çantaya beyaz bir poşet içinde kendisinin koyduğunu, çantadan başka bir şey almadığını,

Sedat BUCAK’ın M-16 ve MP-5 marka ve başka hertürlü silahının olduğunu, bunların devletin verdiğini, arabada bu silahların mermilerinin de olduğunun söylendiğini, peki mermileri varsa, susturucu varsa da silahların nerede olduğunu, Eğer Sedat BUCAK’a ait silah olduğunu bilseydi rahatlıkla kendisine ait olduğunu söyliyeceğini, 4 yıl yatıp çıkacağını, ancak kesinlikle böyle bir şey olmadığını, kendisinin silah, susturucu falan görmediğini,

Mehmet ÖZBAY’ı 1,5 yıldır Sedat BUCAK’ın yanına gelip gittiği için tanıdığını, ancak Abdullah ÇATLI olarak bilmediğini, esasen Abdullah ÇATLI’nın kim olduğunu da bilmediğini, bu kişinin Siverek’e, Ankara’ya Sedat Beyin yanına geldiğini, İstanbul’da da görüştüklerini, kendisinin bol içki kullandığını, ancak kokain falan kullanmadığını, daha doğrusu bilmediğini,

Hüseyin KOCADAĞ’ın cebinden okunmuş toprak çıktığını, bunun toz esrar olarak kamuoyuna sunulduğunu,

Sami HOŞTAN’ı tanıdığını, Kazadan önce İstanbul’da görüştüklerini ve yurt dışına Galatasaray’ın maçına gittiğini, kendilerini takip etmesinin mümkün olmadığını, ancak telefonla görüştüklerini ,

Kendilerini kimsenin takip ettiklerinden şüphelenmediklerini, ancak İzmirde Otelde kendisine “Gani Dikkatli olun” dediğini, oradan Kuşadasına geçtiklerini, genelde yolda her arabadan şüphelendiklerini,

Ali ÇÖRÜ’yü de tanıdığını, maça gelirken görüştüklerini, ancak Ankara’ya Sedat Beyin yanına gelmediğini,

Gonca US’u Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü,

Ahmet BAYDAR’ı tanımadığını,

Sedat BUCAK’ın Susurluk Kazasında beraber olduğu kişilerle daha önce hep birlikte beraber olduklarını görmediğini belirtmiştir.(Ek:221)

49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1960 Yozgat doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’te Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında Şanlıurfa’ya gittiğini, 1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını,

Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu,

Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, arkadaşlarının da hissetmediklerini,

Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın yanında Enver’in kaldığını,

Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, yolda gördüğünü,

Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü,

Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu,

Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna inanmadığını,

Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü,

Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili mechul olaylarda ölenlerin bu operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini,

İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini,

1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha sonra İnsan Hakları Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. (Ek:222)

49- MUSTAFA ALTINOK 28. 02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1960 Yozgat doğumlu, Sorgun Lisesi mezunu, 1985’te Sorgun Lisesi mezunu, evli, 3 çocuklu olduğunu, okuldan mezun olduktan sonra 1985 sonundan itibaren Başbakanlık’da koruma memuru olarak göreve başladığını, 1987 yılında Gölbaşına Özel Harekat kursuna gittiğini, kurstan sonra 1987 onuncu ayında Şanlıurfa’ya gittiğini, 1990’a kadar burada kaldığını, şark dönüşü İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğünde göreve başladığını, 6 ay öncesine kadar burada görev yaptığını, 28 Ağustos 1996’Da Sedat BUCAK’ın koruma görevine atandığını,

Susurluk Kazası öncesi Ankara’dan İstanbul’a gittiklerini, kendisinin 15 gün evinde kaldığını, buradan Yalova’ya geçtiklerini, maç seyrettiklerini, sonra Burhaniye’ye gittiklerini, bir arsaya baktıklarını, oradan İzmir’e gittiklerini, İzmir’de 2 gün, Kuşadasında 2 gün kaldıklarını, dönüşte malum kazanın olduğunu,

Gidiş ve dönüşte kendilerini takip eden kimseyi görmediğini, hissetmediğini, arkadaşlarının da hissetmediklerini,

Kazadan 5 dakika sonra olay yerine geldiklerini, yaralı ve ölüleri çıkarmaya çıkarmaya çalıştıklarını, bu sırada arabadan Sedat BUCAK’ın, Mehmet ÖZBAY’ın ve Hüseyin KOCADAĞ’ın zati silahları dışında bir silah çıkmadığını, başka hiç bir silah ve mermi görmediğini, arabadan hiçbir şey almadığını, para çantasını Gani’nin almış olabileceğini, kaza yerine vardıklarında arka bagajın açık olduğunu, ama silah falan görmediğini, yaralıları kurtardıktan sonra arabanın yanında Enver’in kaldığını,

Abdullah ÇATLI’yı bir yıl kadar önce Ayhan ÇARKIN’ın yanında Mehmet ÖZBAY olarak tanıdığını, kendisinden hiç şüphelenmediğini, çünkü adamın taşıma ruhsatlı silahı olduğunu, uçaklara bindiğini, büyük adamlarla, mesela milletvekilleri ile görüştüğünü, kendisini Emniyet Müdürlüğünde, Müdür odasında, koridorda, bahçede, yolda gördüğünü,

Sami HOŞTAN’ı da Mehmet ÖZBAY’ın yanında gördüğünü,

Ali Fevzi BİR’in ismini bu olaylardan sonra duyduğunu,

Ömer Lütfi TOPAL’ı hiç tanımadığını, TOPAL cinayetinde sanık olmadığını, o gün nöbetçi ekiple görevde olduğunu, arkadaşlarına da çok güvendiğini, onlara kefil olduğunu, onların böyle bir cinayeti işleyceklerine ihtimal vermediğini, buna inanmadığını,

Mehmet ÖZBAY’ın kokain kullandığını sanmadığını, çok düzenli, kibar, efendi, iyi bir insan olduğunu, O’nun tetik çekecek bir insan olduğuna inanmadığını, duyunca çok şaşırdığını, iş sahibi olduğunu, iş yerine bir defa gittiğini, orada ortağı Ahmet BAYDAR’ı da gördüğünü,

Kendilerinin çete kurmakla suçlandığını, Sedat BUCAK’ın yanına gideli 3 ay olduğunu, 3 ayda çete kurulamıyacağını, Ayhan ÇARKIN’la beraber, ama ayrı ayrı timlerde çalıştıklarını, bazı nokta operasyonlarda müşterek görev yaptıklarını, bu operasyonlarda kesinlikle sivil kişilerin bulunmadığını, Güneydoğuda da Jandarma bölgesinde görev yaptıklarını, yüzlerini de kapatmadıklarını, faili mechul olaylarda ölenlerin bu operasyonlarda ölmediğini, bu operasyonlar yüzünden DEV-SOL tarafından evine gelindiğini, öldürülmek istendiğini,

İbrahim ŞAHİN’in Sami ile, yahut Ömer Lütfi TOPAL’la bir ilişkisinin olamıyacağını, İ.ŞAHİN ve Korkut EKEN’in Özel Harekat Kursunda hocaları olduğunu, onları çok iyi ve dürüst olarak bildiğini,

1991 yılında Hasan Paşa olayından dolayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılandıklarını, bu olayda içeridekilere teslim olun dediklerini, ancak “Biz faşistlere teslim olmayız” dediklerini, slogan attıklarını, silahlı çatışma olduğunu, bir arkadaşlarının yaralandığını, içerde beraat ettiklerini, daha sonra İnsan Hakları Mahkemesinde dava açıldığını ve devam ettiğini belirtmiştir. (Ek:222)

51- BURHANETTİN BİGALI 02.03. 1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1927 Bergama’nın Göçbeyli nahiyesinde doğduğunu, 13 yaşında Konya askeri Ortaokulu’na gittiğini, 1947’de Harbiye’yi, 1959’da Harp Akademisini bitirdiğini, 1972 yılında General olduğunu, İstanbul Garnizon Kurmay Başkanlığı, Harp Akademileri Kurmay Başkanlığı, Erzurum’da Tümen Komutanlığı, Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı, Genelkurmay Sıkıyönetim ve Koordinasyon Başkanlığı ve 6. Kolordu Komutanlığı görevlerinden sonra

1981 yılında MİT müsteşarı olduğunu 1986 yılı Ağustos ayına kadar 5 yıl bu görevde kaldığını,Orgenaral olarak 2. Ordu Komutanlığı ve arkasından da Jandarma Genel Komutanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 1990 yılında emekli olduğunu,

MİT Kanununa göre; “MİT’in görevinin, T.C.’nin ülkesiyle, milletiyle bütünlüğüne, varlığına, bağımsızlığına, güvenliğine, anayasal düzenine ve millî gücünü meydana getiren bütün unsurlara karşı, içten ve dıştan yöneltilen mevcut ve muhtemel faaliyetler hakkında millî güvenlik istihbaratınıdevlet çapında oluşturmak, bunları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Kurulu ile gerekli kuruluşlara bildirmek” olduğunu,

Çeşitli Kamu kurum ve kuruluşlarının yukarıdaki bağlamda elde ettikleri bilgileri MİT’e bildirmelerinin gerekli olduğunu, bu bilgilerin bir havuzda toplanmasının gerektiğini,

MİT Kanununa göre; “ MİT müşteşarının başkanlığında Bakanlıklar ve diğer kurum ve kuruluşlar arasında yukarıda belirtilen görev ve yükümlülüklerin yerine getirilmesiyle ilgili koordinasyon sağlanması ve istihbarat çalışmalarının yönetilmesinde temel görüşler oluşturmak üzere Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu’nun oluşturulduğunu, bu kurulun her üç ayda bir toplanması gerektiğini”,

Kendi döneminde Koordinasyon Kurulunu hep topladığını, Oysa bugün bunun sağlıklı şekilde yapılamadığını, kurumlar arasında, özellikle Emniyet, Jandarma ve MİT arasında kopukluk olduğunu, MİT’in gelen bilgileri değerlendirerek icra etmek üzere yine emniyete verdiğini,

MİT’in öcü olmadığını, millî bir kuruluşumuz olduğunu, Başbakanın, bakanların bu kuruluştan brifing alması gerektiğini, bu kurumu tanımaları ve yardımcı olmaları gerektiğini, MİT’in dışarıya gidecek büyükelçilere brifing verdiğini, onların teröre karşı, mesela Asala eylemlerine karşı nasıl hareket edeceklerini anlattığını, dış temsilciliklerimizin korunması için gerekli tedbirleri aldığını, ayrıca dış temsilciliklerimizin sık sık kontrol edildiğini, bir sürü dinleme cihazı vs. bulunduğunu, MİT’in ihtiyaç duyduğu elekronik, teknik cihazlarla donatılması gerektiğini, Avrupa’daki Türk varlığını, dış temsilciliklerimizi korumak için çevre kuşak ülkelere dikkat etmek, istihbaratı daima güncel tutmak gerektiğini,

30 Kasım 1983 tarihi itibariyle 195 Asala eylemi olduğunu, 56 kişinin hayatını kaybettiğini, bunlardan 39’unun Türk olduğunu,

Bu Asala eylemlerine karşı siyaseten dost ülkelerin istihbarat teşkilatları ile işbirliği yaptıklarını, ayrıca bu devletlere bir gün bu eylemlerin kendilerine zarar vereceğini anlattıklarını, nitekim ölen insanların 17’sinin çeşitli yabancı ülke vatandaşları olduğunu, bu ülkelerin zarar gördüğünü, ayrıca Türkiye ile ticari münasebeti olan ülkelerin bunları desteklememeleri için uyardıklarını, ayrıca Ermeniler içinde de bu eylemlerden rahatsız olan insanlar olduğunu, siyasî platformda da bunların haklılıklarını isbat edemediklerini, ve sonuçta Ermeni terörünün sona erdiğini, kısmen de bu işi PKK’nın sürdürdüğünü,

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin teröre terörle mukabele etmediğini, Abdullah ÇATLI ismini MİT müsteşarı olduğu dönemde hiç duymadığını, böyle bir kişinin MİT tarafından Asala’ya karşı kullanılmasının asla sözkonusu olmadığını, Müsteşarın bilgisi olmadan alt düzeyde birilerinin de böyle bir şey yapmalarının mümkün olmadığını, MİT’in kişilere pasaport verme görevi olmadığını, dolayısiyle bu kişilere pasaport falan vermediğini, kendilerinin Asala terörüne karşı dış temsilciliklerde sadece pasif koruma tedbirleri aldıklarını,

Kendi döneminde ne dışarıda, ne de içeride bir takım sağ ve sol militanların, Abdullah ÇATLI gibi, Oral ÇELİK gibi kimselerin tetikçi olarak kullanılmadığını, istihbarat haricinde herhangi bir operasyonda sivil kişilerin kullanılmadığını, bunun mümkün olmadığını, bu kişilerin kendileri tarafından korunmadığını,

MİT Müsteşarı iken MİT bünyesinde silah kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı gibi teröre destek veren işlerle ilgilenmek üzere Kaçakçılık Dairesinin kurulduğunu, bunun sebebinin 12 Eylül’de çok sayıda silah yakalandığını, yani terörü silah kaçakçılığının desteklediğini, O’nu da uyuşturucu kaçakçılığının desteklediğini belirlediklerini, bunun sonucunda 1984 yılında uyuşturucu kaçakçılığına bulaşan Mafya Babaları operasyonu yaptıklarını, Dündar KILIÇ, Behçet CANTÜRK gibi insanların sorgulandıklarını, haklarında fezleke düzenlendiğini ve adli makamlara sevkedildiğini, sonucunun ne olduğunu bilmediğini, Mehmet EYMÜR’ün bu Kaçakçılık Dairesinin başına getirildiğini, bu kişinin çok çalışkan birisi olduğunu, konusu ile ilgili sorgulamalara katıldığını,

Dündar KILIÇ ve benzeri babaların MİT içindeki, kamudaki insanlarla, (Örneğin iddia edildiği gibi, MİT İstanbul Bölge Eski Müdürü Nuri GÜNDEŞ ile yahut İstanbul Emniyet Eski Müdürü Şükrü BALCI ile ) ilişki içinde olduklarına dair bir bilgisi olmadığını, buna inanmanın da mümkün olmadığını,

Mehmet EYMÜR’ün 1987 yılında yayınladığı çeşitli devlet görevlileri hakkındaki Raporun kendisinden sonra olduğunu, sonucunda da MİT’ten ihraç edildiğini, sonradan nedenini bilmediği bir şekilde geri alındığını,

Korkut EKEN’in kendi zamanında MİT’te olmadığını, sonra yarbay olarak bir dönem Mehmet EYMÜR’le birlikte MİT’te çalıştığını, bu rapor dolayı sonra ikisinin birlikte uzaklaştırıldığını, halen Emniyet Genel Müdürlüğü danışmanı olarak çalıştığını duyduğunu,

Kendi MİT Müsteşarlığı döneminde Nuri GÜNDEŞ hakkında Dündar KILIÇ’la ilişkisi olduğuna dair bazı iddialar olduğunu, daha üst görevli kimselerden oluşan bir komisyonla hakkında tahkikat yaptırdığını, katiyen böyle bir şey olmadığına dair rapor verdiklerini, iddiaların tamamen yanlış olduğunu, Mehmet EYMÜR’ün Nuri GÜNDEŞ hakkındaki iddialarının birtakım şahsi husumetlerden kaynaklandığını, Nuri GÜNDEŞ’le ilgili olarak Dündar KILIÇ’ın verdiği bilgilerin ortadan kaldırıldığı iddialarının doğru olmadığını,

JİTEM diye bir kuruluşun kendi Jandarma Komutanlığı döneminde kurulmadığını, kendisinin 1990 yılında emekli olduğunu, bunun 1993 yılından sonra ortaya çıktığını, arkadaşlarına sorduğu zaman da böyle bir şeyin olmadığını ifade ettiklerini,

Mehmet Ali AĞCA’nın 1982 yılında askeri cezaevinden kaçırılması sırasında MİT’te görevli olduklarını, ancak o günlerde işlerinin çok yoğun olduğunu, bu nedenle Başbakanlıktan özel bir emir de verilmediği için bu konu ile ilgilenmediklerini, bu tip cezaevi firarlarının herzaman olduğunu, hapishanelerin iç ve dış güvenliklerinin ayrı ayrı Bakanlıklarda olmasının bunda rolü olduğunu,

PKK’nın Ankara’daki İstanbul’daki örgütlenmesine karşı istihbari çalışmaların ve diğer tedbirlerin iyi olduğu kanaatında olduğunu,

İstihbarat Teşkilatının kanuni prosedür içinde alelusul şunu bunu dinleme yetkisinin olmadığını, önemli bir hedefi,bir örgüt mensubunun ancak savcılığın müsaadesi alınarak dinlenebileceğini, ancak şimdi birçok kişinin elinde dinleme cihazının olabileceğini, buna karşı tedbir alınması gerektiğini, örneğin bu komisyonun dinlenmemesi için MİT’ten uzman çağrılarak kontrol yaptırılabileceğini, bir parti lideri dinlendiğini iddia ediyorsa, O’nun da çağırıp uzmanlara kontrol ettirebileceğini,

MİT’te görev yapan kişilerin siyasî görüşlerinin, ideolojilerinin görevlerini etkilememesi gerektiğini, bazı siyasî kişilerin MİT elemanlarını MİT Müsteşarının bilgisi dışında ayrı bir yapılanma içinde, mesela Asala’ya karşı kullanmalarının kendi döneminde olmadığını, siyasîlerden böyle bir direktif almadığını, şimdi de olmaması gerektiğini, varsa bilemiyeceğini,

MİT’in Tarık ÜMİT gibi yasadışı işlere bulaşmış, uyuşturucu kaçakçılarını istihbari amaçla kullanmasının, istihbarat alınması karşılığında onların yasadışı eylemlerine göz yumulmasının, hatta yardımcı olunmasının asla doğru olmadığını, bunun mümkün de olmadığını, kendi zamanında da sureti katiyede böyle bir şeyin olmadığını,

MİT’in sivilleşmesini, yani başına sivil bir insanın gelmsini doğru bulmadığını, çünkü yabancı birisinin teşkilatı tanıyıncaya kadar uzun zaman geçeceğini, oysa askeri birimlerde benzeri istihbari birimler olduğundan asker kişilerin konuya yabancı olmadığını, örneğin kendisinin Kara Kuvvetleri İstihbarat Başkanlığı yaptığını,

MİT’in bazı bilgileri bağlı olduğu siyasî kişilere vermediği iddiasına katılmadığını, Başbakanlar ne zaman isterlerse MİT’ten bilgi alabileceklerini, Milletvekillerinin de Başbakan’ın izniyle brifing alabileceğini, ABD’de CİA Başkanının hergün konutundan çıkarken Dışişleri Bakanının arabasına binerek işyerine varıncaya kadar son 24 saat içinde dünyada olan gelişmeleri bildirdiğini, bunun bizde de olabileceğini,

Çeşitli basın organlarında zaman zaman MİT kaynaklı olduğu iddia edilen rapor, etüd veya bilgi notlarının çoğu zaman gerçeği yansıtmadığını, ancak MİT’in kendini tanıtmak amacıyla kamuoyunu aydınlatmasını doğru bulduğunu, herkesin bu millî kuruluşumuzu tanıması gerektiğini,

PKK terörüne karşı askerin yetersiz olduğu iddiasıyla Özel Harekat Polisinin aşırı derecede güçlendirilmesine karşı olduğunu, bunun zaman içinde kontrolden çıkabileceğini, askerdeki disiplini bunlarda sağlamanın çok zor olduğunu, yalnızca askerin yaptığı çevirme harekatından sonra yakın operasyon için özel komando eğitimi almış sınırlı sayıda Özel Harekat Timinin bulundurulmasının yeterli olacağını belirtmiştir.(Ek:224)

52- HÜSEYİN OĞUZ 18.02.1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1959 Edirne İpsala doğumlu olduğunu, daha sonra nüfusunu İzmir Karaburun Merkez Mahallesine aldırdığını, Baba adı Mehmet, ana adı Havva olduğunu, halen Elazığ İl Jandarma Komutanlığı Merkez Bölüğü personel İşlem Astsubayı olarak çalıştığını,

1977 yılında Astsubay Okulunu bitirdiğini, 1977-1981 arasında Diyarbakırda görev yaptığını, önce 1977-1979 arasında Kulp’ta, 1979-1981 arasında Ergani’de çalıştığını,

1981 yılında Ergani Kesantaş Köyü matematik öğretmeni, Afyon Kırali Kasabası’ndan

babası Adalet Partisi İlçe Başkanı olan ve okulda kürtçe konuşulmasına, şarkı söylenmesine karşı olan Kadir ismindeki öğretmenin Ergani-Afyon yolunda otobüs içinde bıçaklanarak öldürüldüğünü, bunun Kesantaş Köyünden Şaban ismindeki failini kendisinin bulduğunu,

1981-1983 arasında Bursa’da 6 ay komando’da çalıştığını, 1982’de Sorgu’ya geçtiğini,

1983-1986 yıllarında Kars’ta çalıştığını, bu sırada 1984 yılında 3 ay 10 gün faili mechullerle ilgili sorgu kursuna katıldığını (Babası Faili Mechul gittiği için bu konuda hobisi olduğunu), burada herhangi bir terör ya da faili mechul olayı hatırlamadığını,

1986-1993 yıllarında Uşak İl Jandarma’da sorgu kısım amiri olarak çalıştığını, narkotik sorumluluğuna baktığını, burada Dev-Sol içindeki bir hesaplaşma dolayısıyla Ulubey İlçesinin Büyükkayalı köyüne atılan 1 ceset dışında önemli bir olay olmadığını,

1993-1996 yıllarında (1 Temmuz 1996 tarihine kadar) Malatya İl Jandarma’da sorgu görevinde çalıştığını,

Malatya’da görev yaparken 1996 yılında Elazığ-Malatya arasındaki Kömürhan Köprüsünün yakınında 20-25 yaşlarında genç bir erkekle genç bir bayan cesedinin bulunduğunu, her ikisinin de ellerinin arkadan bağlı olduğunu ve enselerinden vurulduğunu, olay yerinde 9 mm. Makina Kimya Mermileri olduğunu, erkeğin ayaklarının çıplak olduğunu, ayakkabılarının kendine ait olmadığını tesbit ettiklerini, her ikisinin de temiz giyimli, erkeğin ttraşlı olduğunu, bayanın da bakire kız olduğunu ve iç çamaşırlarının dahi çok temiz olduğunu, bunlardan hareketle bu olayın başkası tarafından değil, kesinlikle güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilmiş bir İNFAZ olduğu kanaatine vardıklarını, örgüt işi olsaydı, örgütün maktülün ayağına “Ajan veya provakatörün sonu budur” gibi bir bildiri bırakacağını,

Maktullerin kimliklerini tesbit etmek için olay yerinde çektiği resimleri basına verdiğini, kızın babasının resmi gazetede görerek kendilerini aradığını ve Malatya’ya geldiğini, cesedi morgta teşhis ettiğini, adamın Mersin Gülnar ilçesinde ayakkabı tamircisi ve fakir bir aile oluduğunu, kızın Dicle Üniversitesi Yabancı Diller bölümünde öğrenci olduğunu, herhangi bir olayla ilgisinin olmadığını,

Erkeğin ise; Diyarbakır Silvan nüfusuna kayıtlı olup Sivas’ta 2 yıllık yüksek okulu bitirdiğini, Diyarbakır’da iş ararken kızla tanıştıklarını, güvenlik güçlerince gözaltına alındığına dair bir kaydının olmadığını,

Diyarbakır’daki sistemi bildiğini, buna göre bir kişinin bu şekilde öldürülmesi için kürt kökenli olması ve PKK’ya MÜZAHİR olmasının (yani PKK’ya hafif bir sempatisinin olmasının) yeterli olduğunu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin “Falan PKK yanlısıdır” gibi bir ihbarı üzerine adamın özel harekatçı kıyafetiyle evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (Tetik Timi) tarafından infaz yapıldığını, buna İstihbarat biriminin karar verdiğini, ancak son zamanlarda infazların durduğunu,

Bu kişinin de bu sisteme göre tahminen müzahir olması nedeniyle yanındaki kızla beraber Diyarbakır ekiplerince gözaltına alındığını, onlar gözaltındayken başka bir infaz olayına tanık olduklarından bu tanıkları yok etmek için infaz edilmiş olabilirler diye değerlendirdiğini, çünkü o sırada 5 kişinin daha Diyarbakır’da atıldığını bildiğini, ayrıca bu kişileri polisin gözaltına aldığının da kesin olduğunu, kızın bir arkadaşının ailesine telefon ederek yurda gelmediğini bildirdiğini,

AyrıcaDiyarbakır’la cesetlerin bulunduğu yer arasında 11-12 tane kontrol noktasının bulunduğunu, güvenlik güçlerinden başka kimsenin bu noktaları yanındaki bu kişilerle veya cesetlerle geçmesinin mümkün olmadığını, ceset bırakılan yerin güvenlik amirinin de normalden bu işten haberdar olmasının gerektiğini, ancak Malatya’da fazla güvenlik görevlisi olmadığını da düşünerek cesetleri Malatya’ya, Jandarma bölgesine bıraktıklarını,

Olayı araştırmak üzere İl Merkez Bölük Komutanı Üsteğmen Abdullah KAYA ile Kriminalci Uzman Çavuş Ergun KAYAKAYA ve Ali Başçavuşun Diyarbakır’a gittiklerini, kendisinin gitmek istemediğini ve gitmediğini, bu ekibin polis ve jandarmaya uğradıklarını, adı geçen kişilerin (maktüllerin) poliste gözaltına alındıklarını öğrendiklerini, ancak burada kendilerine; “Sizin ne işinize geliyor, bunun sizinle alakası yok, çekin gidin görevinize” dendiğini, böylece hiç bir evrak almadan ,hiç bir işlem yapmadan geri geldiklerini, onlara “İyi ki sizi de infaz etmemişler” dediğini, olayın böylece kaldığını,

Yeşil ve Veli KÜÇÜK :

YEŞİL’in aslen Bingöl Solhan Asmakaya Köyü nüfusuna kayıtlı, 1953 doğumlu Salih oğlu Mahmut YILDIRIM olduğunu, Sakallı diye anılan işinin de aynı şahıs olduğunu, çocukluğunun Elazığ’da geçtiğini, 1982 yılında Ülkü Ocakları davasından Elazığ Polisince gözaltına alındığını, “Devletin manevi şahsiyetine hakaret ve Polis Memuruna hakaret”ten 2 fişi bulunduğunu, kendisini gördüğünü, uzun boylu, 1,85 boyunda, esmer bir şahıs olduğunu, çok zengin olduğunu,

Yeşil’in önce polisle birlikte çalıştığını, daha sonra Cem ERSEVER’le tanışarak JİTEM’de çalışmaya başladığını, O’nunla birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, Jandarma istihbarat birimlerinden herkesin yeşili tanıdığını, Yeşil’in Emniyet ve Jandarma teşkilatlarına rahat girip çıktığını, hatta bazan kapıda karşılandığını, Kürtçe bildiği için herkesle rahat dialog kurduğunu, Çatlı’dan da önemli ve üstte bir adam olduğunu, bilhassa Jandarma’da çok önemli olduğunu, Çatlı ile de ülkücülükten dolayı birbirlerini tanıdığını, ayrıca Jandarma’da da ülkücü olanların olduğunu, bunlar arasında da ilişki olduğunu, Yeşil’in Korkuut EKEN’i de Sedat BUCAK’ı da, hatta Mehmet AĞAR’ı da tanıdığını, hatta Mehmet AĞAR’ın “Bu adamı öldürün” diye emir de verdiğini,

Yeşil’le irtibatı olanların Ankara’da Cinnah Caddesinde Kumarhane veya Birahane gibi herkesin girip çıkmadığı bir yerde buluştuklarını,

Tuğgeneral Veli KÜÇÜK’ün de Yeşil’i çok iyi tanıdığını, beraber çalıştıklarını, Yeşil’in Veli KÜÇÜK’ün sözünden çıkmadığını, Veli KÜÇÜK bir zamanlar JİTEM’in en kıdemli, en sözü geçen kişisi olduğunu, bu kişiyi tutan kötü insanlar çoğunlukta oldukları için general olduğunu, Kocaeli Jandarma Komutanıyken birkaç soruşturma geçirdiğini, ancak bunların kapatıldığını, Veli KÜÇÜK’ün doğudan ayrıldıktan sonra da telefonla doğudaki bazı şeyleri yaptığını, Kocaeli Jandarma Komutanı olduktan sonra Yeşil’in de İstanbul tarafına kaydığını, bu tarafta da infazların başladığını, faili mechullerin arttığını,

1993 yılında Diyarbakır’da birtakım infazlar yapıldığı zaman Yeşil’in de orada olduğunu, tetikçi olarak görev yaptığını, Diyarbakırda Vedat AYDIN’ı Yeşil’in iki kişiyle Özel Harekatçı elbisesi giyerek evine gidip, “Polis” diyerek kaçırdığını, sonra da infaz ettiğini, yanındakilerden birinin Alaattin KANAT olabileceğini, bu kişinin de PKK itirafçısı ve tetikçi olduğunu, Ankara açık cezaevinden konuşmasın diye kaçırıldığını, belki de infaz edileceğini, Yeşil’in Malatya’ya da girmek istediğini, ancak o zamanki Jandarma Alay Komutanı Yaşar ERCAN’ın buna izin vermediğini, bir defa Malatya Alay Komutanlığına geldiğini, Alay Komutanını sorduğunu, ancak Yaşar Albay’ın kendisini kabul etmediğini, kendisinin de orada gördüğünü,

Yeşil’in Alaattin ÇAKICI’yı çok iyi tanıdığını, bir zamanlar İstanbul’da çıkan çek-senet mafyasında da olduğunu, çünkü Yeşil’in parasız iş yapmadığını, çok parası olduğunu, çok para harcadığını, bekar olduğunu, kadına düşkünlüğü bulunduğunu,

Yeşil’in uyuşturucu olayını en iyi yönlendiren kişi olduğunu, TORBACI tabir edilen taşıyıcı olduğunu, arabasıyla getirip götürdüğünü, Uyuşturucu’nun Yüksekova’da imal edildiğini, sevk yolunun VAN olduğunu ve oradan ayarlandığını, İstanbul’da da pazarlanıp satıldığını, Güvenlik güçlerinden zaafı olanların, menfaati olanların bu olaya yardımcı olduğunu, bütün bu irtibatları Yeşil’in sağladığını, nerede ne kadar güvenlik gücü olduğuna dair istihbaratı da Yeşil’in sağladığını, Yeşil’in bankaya yatırdığı 300 bin mark, 50 bin doları Urfa Suruç (veya Siverek) nüfusuna kayıtlı Ahmet DEMİR’in çektiğini,

Yeşil’in halen MİT’te çalıştığını sandığını, üç gün önce İstanbul’da MİT tarafından sorgulandığını, Sabancı Suikastının tetikçisi DHKP’li İsmail AKKOL’u Suriye’den Yeşil’in getirip MİT’e teslim ettiğini, Çünkü Yeşil’in Cem ERSEVER’le birlikte Suriye’ye gidip geldiğini, Suriye istihbaratı ile irtibatı olduğunu,

Bütün bu bilgileri Jandarma Genel Komutanlığında istihbaratçı olarak çalışan samimi arkadaşlarından şifahi olarak aldığını,

Doğan ERŞAHİN :

Malatya Pötürge Tosunlu Köyü’nden Doğan ERŞAHİN adında Mafyanın çok önemli bir adamı olduğunu, bu kişinin halen cezaevinde bulunan İsrailli MOSSAD ajanı Gülbahar ATEŞ’in kocası (ve Pötürgeli) olan Celal ATEŞ’in ve İzzet Avni ÖZTÜRK’ün de arkadaşı olduğunu, (Celal ATEŞ’in de Hollanda’da öldürüldüğünü)

Doğan ERŞAHİN’in Veli KÜÇÜK Kocaeli Jandarma Komutanı olduğu sırada Kocaeli Jandarmasının elinden firar ettiğini, Malatya nüfusuna kayıtlı olduğu için olayla ilgilendiğini, Kocaeli Jandarmasını telefonla arayarak Erdoğan EMELCE adında bir astsubayla görüştüğünü, O’na “Sizin pisliğinizi biz mi temizleyeceğiz, 800 milyon para almışsınız” dediğini, Doğan ERŞAHİN’in adamı Mehmet ATEŞ’in annesinden para alınıp sevk sırasında yemekte kaçtığının açık olduğunu, Veli KÜÇÜK’ün bu yüzden soruşturma geçirmiş olabileceğini,

Kocaeli Jandarma Komutanı Veli KÜÇÜK’ün kendilerine Doğan ERŞAHİN’in Malatya’ya geldiğini, Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu söylediğini ve bu kadının telefonunu verdiğini, kendisinin de Gülbahar ATEŞ’le konuştuğunu, kadının kendisine “Evladım Doğan ERŞAHİN’i Veli KÜÇÜK koruyor, nerede olduğunu onlar çok iyi biliyor, O Malatya’da değil, bana sorma” dediğini,

Doğan ERŞAHİN’in bir tetikçi olduğunu, ilk icraatının bir vatandaşın kafasını kesip kahvede masanın üzerine koymak olduğunu, Kocaelinden firar ettikten sonra da Yüzbaşı elbisesi ile Malatya’ya gelerek Battalgazi’de evi olan Tekin COŞKUN ile görüştüğünü, (Tekin’i polisin çok iyi tanıdığını, çek senet mafyası ile uğraştığını, Alaattin ÇAKICI’nın da arkadaşı olduğunu, kendisinin bu adamla tanıştığını, evine gittiğini) Battalgazi’de bir vatandaşı evinden çıkardığını ve bahçede öldürdüğünü, olayın polis bölgesinde olduğunu, (öldürülen adamın akrabası olan Aydın ÖZTÜRK adındaki vatandaşla kendisinin görüştüğünü, hala da görüştüğünü), daha sonra Doğan ERŞAHİN’in muhtar olan kardeşinin misilleme olarak öldürüldüğünü, bu dosyanın da adliyede faili mechul olarak kaldığını, kendilerinin failini bildiğini, polisten bazılarının da bildiğini, ancak kanıtlamak istemiyeceklerini, çünkü onların da zarar göreceğini, bu cinayetin bir uyuşturucu hesaplaşması nedeniyle işlendiğini, Doğan ERŞAHİN olayıyla 6 ay uğraştığını, daha sonra yakalandığını, ancak yine firar ettiğini, bu kişinin toplam üç defa firar ettiğini, bir sefer de İstanbul’dan firar ettiğini, bu Doğan ERŞAHİN’in zabıta ile genel birlikteliğinden ziyade ferdi bir menfaat paylaşımının sözkonusu olduğunu,

Doğan ERŞAHİN’in Yeşille birbirlerini tanımadıklarını,

Genellikle pişmanlık yasasından faydalananların tetikçi olarak kullanıldığını, neticede tetiği çekenlerin de infaz edildiğini, bu nedenle faili mechullerin yakalanamıyacağını,

HAKKÂRİ :

1 Temmuz 1996’da Hakkâri İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şube Subay Vekill1iğine atandığını, burada kendinden önce Binbaşı İbrahim İÇGÜDER’in görev yaptığını, çalışacağı odayı temizlerken çekmecede 2 adet tabanca bulduğunu, birinin 14’lü Saddam, diğeri daha önce hiç görmediği bir silah olduğunu, önce bir astsubayla kendisi bir tutanak tuttuğunu, sonra tabancaları Komutan Yardımcısı Mesut KURU’ya, sonra da Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA Albay’a götürdüğünü, ancak alay komutanın beklediği tepkiyi göstermeden Arif ÖZKAN Başçavuşa gödererek “Buluntu Silah” tutanağı tutturduğunu, kendi tutanağını saklıyarak daha sonra Diyarbakır DGM’ne verdiğini,

Alay Komutanından kendi kurs gördüğü alan olan SORGU’da çalışmak istediğini söylediğini ve bu konuda ısrar ettiğini, ancak Alay komutanının bunu kabul etmiyerek kendini Şemdinli’nin ORTAKLAR KARAKOLU’na sürdüğünü, bu karakolda 19Temmuz-16 Ağustos tarihleri arasında görev yaptığını,

Bu karakolun 1995 yılında baskına uğradığını ve 17 erin şehit olduğunu, bu konuda bir soruşturma yapılmadığını, ancak Bölük Komutanının bu olaydan kendini kurtarmak için (Arkadaşı Astsubay Ali ŞEN’in kardeşi olan) Urfa-Viranşehir’li Uzman Çavuş Haşim ŞEN’i sorguya çektiğini, O’na işkence yaptığını, hatta cop soktuğunu, bunun üzerine adı geçen astsubayın bütün özel eşyalarını da karakolda bırakarak firar edip İsviçreye gittiğini, orada MED-TV’ye beyanat verdiğini, bunun da ülkemiz aleyhine olduğnu,

Ortaklar Karakolundan Hakkâri İl Jandarma Harekat Asayiş Müdürü Yarbay Adnan KESKİN’le birlikte ayrılarak birlikte bir rapor yazdıklarını, yapılması lazım gelen şeyleri yazdıklarını,

Buradan Hakkâri-Van-Yüksekova arasındaki üçgende yer alan ve önemli bir kontrol noktası olan YENİKÖPRÜ Karakolu’na atandığını, Burada görev yaparken 06 plakalı kırmızı bir Opel aracın geçerken askerlerin aramak istediğini, içinde bulunan bir Başkomiserin aratmak istemediğini, kendisinin de onlarla münakaşa ettiğini, aracın gitmek istediği yönden vazgeçerek Hakkâri’ye geri döndüğünü, bunun üzerine kendisinin de 2 gün sonra İl Merkezine bağlı BAĞIŞLI Karakolu’na tayin edildiğini, Bağışlı’ya varınca Karakol Komutanının odasında 2 kilo esrar bulduğunu, burada 8 gün kaldığını, buradan Hakkâri’ye döndüğünü,

Hakkâri’de daha önce Uşak’ta birlikte çalıştığı için tanıdığı ve Tugay’da çalışan, dürüst bir insan olan Yarbay Hami ÇAKIR’a gizlice telefon ettiğini ve gördüğü yolsuzlukları anlatarak kendisini Yüksekova’ya aldırmasını istediğini, Onun da Paşa’ya söyliyerek 4-5 gün içinde 20 Ekim’de (gerçekte 20 Eylül) YÜKSEKOVA’ya tayinini çıkardığını,

Aynı gün Yüksekova’da göreve başlıyarak gözaltında bulunan 37 kişinin sorgusunu yaptığını, bunlardan kırsaldan gelen silahlı militan Ferhat DURNA’nın ifadesinin önemli olduğunu, Ertesi günü (21 Eylül) Anavatan İlçe Başkanı Tahir BASKIN’ın gelerek yeğeni Necip BASKIN’ın kaçırıldığını söylediğini, olayla hemen ilgilenip bunun fidye amaçlı olduğunu anladığında korucu ve itirafçılardan şüphelendiğini, bunlardan Kahraman BİLGİÇ’i çağırıp da kaçırılırken Necip BASKIN’ın yanında bulunan İlhami BASKIN’la yüzleştirilince renginin attığını, bunun üzerine Kahraman BİLGİÇ’i hemen sorguya çektiğini, hiç bir işkence yapmadan, çay, sigara ikram ederek adamın ifadesini aldığını,

Yüce KARADEMİR Olayı :

Önce üstünü başını boşalttığını, cüzdanından 1000 Irak Dinarının çıktığını, defterinde “15 Ağustos 1996 tarihinden itibaren beni ara- Yüce KARADEMİR” şeklinde bir not bulduğunu, Yüce KARADEMİR’in kim olduğunu sorduğunu, “Çukurca Komanda Taburunda İkmal Astsubayı olduğunu” öğrendiğini, bir itirafçının ikmal astsubayı ile ilişkisine anlam veremediği için Onunla ne ilişkisi olduğunu sorduğunu,

Kahraman BİLGİÇ’in “kendisinin bu astsubayda 7 adet Lav silahı, Uzi ve bir-kaç el bombasının olduğunu, kendisi ile Ankara’da banka soyacaklarını planladıklarını, Yüce Astsubayın her şeyi ayarladığını, silahları, elbiseleri Ankara’ya götürdüğünü, burada sözlüsünü ayarladığını, bir kaç gün sonra cep telefonundan kendisini arayacağını, isterse şimdi de arayabileceğini” anlattığını, önce bunlara inanamadığını, sonra bu ifadeleri tutanağa geçirerek ve mesaj halinde üst makamlara gönderdiklerini,

Daha sonra bu kişinin Ankara’da tutuklanarak Hakkâri’ye getirildiğini, bunu Van askeri savcılığına götürmek üzere kendisinin görevlendirildiğini, Yücel’i 07.10.1997 tarihinde alarak Van’a götürüp Askeri Savcılığa teslim ettiğini,

Yolda giderken 7 saat süre arabada kendisi ile konuştuğunu, “10.600 markı, 7 tane tapuyu nereden bulduğunu, bu silahların ne olduğunu sorduğunu”, O’nun da; “Çeto isimli bir kaçakçıdan bahsettiğini, Kıdemli Binbaşı Cengiz YILDIRIM’a (Halen Yarbay, Jan.Gn. Kom. Sınır Kaçakçılık Şb.Md.) 2 sıfır kaleş, bir M-16, 16’lı Baretta, 9 mm. verdiğini , bir kaleşi Bayram AKDOĞAN’a (Halen Albay, Niğde Alay Komutanı), M-16’yı Hamdi POYRAZ’a verdiğini, bunu Kahraman BİLGİÇ’in de doğruladığını, kendisi ikmal subayı olduğu için bunları verebildiğini, ayrıca Ramazan ismindeki bir astsubaya 75 milyon karşılığı silah sattığını” söylediğini, Ayrıca Yüce KARADEMİR’in özel eşyaları arasında 2 orijinal sıfır kaleş, 5 tabanca, bir tane ucuna susturucu takılabilen UZİ marka suikast silahı ve 2 çuval askeri malzemeyi ve 10.600 markı teslim aldığını ,

Necip BASKIN’ın Kaçırılması :

Daha sonra Necip BASKIN olayını net bir şekilde anlattığını, yüzleştermelerinin yapıldığını, buna göre; Komiser Fatih (Fatih ÖZKAN ismindeki polis memuru), Kahraman BİLGİÇ, Korucu Kadir (Abdülkerim ÖZCÜK) ve birkaç korucunun Korucubaşı Mehmet Emin ERGEN’in evinde toplandıklarını ve bir düzen kurduklarını, önce A Köyünde, B Köyünde koyunları kaçırıp Muş’ta satmayı ve parasını kırışmayı, bunun için “PKK Kaçırdı” diye propaganda etmeyi planladıklarını, MHP İlçe Başkanı Tahir’in de MENŞE’ ŞEHADETNAMESİNİ ayarlayacağını söylediğini, Aynı toplantıda BASKIN’lardan birini kaçırmayı, PKK tarafından kaçırılmış süsü verilerek alacakları fidyeyi paylaşmayı, sonra da teslim sırasında hem Necip BASKIN’ı hem de para getirenleri öldürmeyi, sonra da “PKK ile çatışmada öldürüldüler” demeyi planladıklarını, Komşu Köyden Korucubaşı M.Emin ERGEN’in istihbarat çalışması yaptığını, (20 Eylül gecesi) Kahraman BİLGİÇ’in PKK militanı kılığında olmak üzere, üç polis, üç korucu BASKIN’ların köyüne gittiklerini, Kahraman BİLGİÇ’in Necip BASKIN’ın evine girdiğini, yüzünün açık olduğunu, elinde de bir M-16 marka silah olduğunu (Örgüt mensuplarında genellikle kaleşnikof olduğunu), odada Üniversite öğrencisi Necip BASKIN’la İlhami BASKIN’ın ve bir yaşlı kadınla bir çocuğun yattığını, K.BİLGİÇ’in kendisini PKK örgüt üyesi olarak tanıttığını, önceden hazırlanmış mühürlü imzalı 200 bin marklık bağış makbuzunu İlhami BASKIN’a vererek Necip BASKIN’ı da yol gösterme bahanesi ile yanına alıp çıktığını, Necip BASKIN’ı Komiser Fatih’in Mazda marka arabasına bindirdiklerini, yolda gözlerini bağladıklarını, doğru Özel Harekat kapısından Emniyete götürdüklerini ve mescide kapattıklarını, bu arada da İl Emniyet Müdürü’ne telefon ederek “bir milis ele geçirdiklerini, muhtemelen PKK’nın buluşması olduğunu, akşam bir operasyon yapacaklarını”, bunun üzerine Emniyet Müdürünün yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu, Fatih’in de “buna gerek olmadığını, kuvvetlerinin yettiğini” söylediğini, böylece öldürme eylemine kılıf hazırladıklarını, sonra da Necip BASKIN’ın verdiği numaraya telefon ederek parayı istediklerini, telefona Tahir BASKIN’ın çıktığını, paranın çok olduğunu, biraz müsaade etmelerini istediğini, daha sonra da Jandarma Taburuna gidip Hami Yarbay’a durumu anlattığını, Korucu ve polislerden şüphelendiğini de söylediğini, bunun üzerine telefonun dinlemeye alındığını, buradan telefon edilen yerin tespit edildiğini, bu arada Kahraman BİLGİÇ’in tabura çağrıldığını, bunun üzerine K.BİLGİÇ’in Komiser FATİH’e telefonla bilgi verdiğini, bunun üzerine Fatih’in Necip BASKIN’ı ikindi vakti stadyum yakınına bıraktığını, K.BİLGİÇ’in tekrar sorguya çekildiğini, her şeyi anlattığını, sonra da Necip BASKIN ile yüzleştirildiğini ve Necip BİLGİÇ’in Kahraman’ı teşhis ettiğini, daha sonra olay yerinde YER GÖSTERİMİ yaptıklarını ve bunu kasete aldıklarını,

Bundan sonra Polislerin ifadeden vazgeçsin diye Tahir BASKIN’ın bir akrabasının evine 2 kilo esrar koydurduğunu, bunu koyan çocuğun da yakalandığını, ifadesini kendisinin aldığını, çocuğun “kendisinin polisler tarafından ölümle tehdit edildiğini” söylediğini,

Kurmay Albay Hamdi POYRAZ :

Kahraman BİLGİÇ’in bu sorgusunda, halen Genelkurmay’da İcra Tetkik Dairesi Başkanı olan, o zaman Tugay’da Kurmay Albay Hamdi POYRAZ’dan bahsettiğini, Hamdi POYRAZ’ın Kendisi (K.BİLGİÇ) ile Kemal ve İsmet ÖLMEZ ve sözde haber elemanı bir Kuzey Irak’yı Çukurca ÇIĞLI’ya gönderdiğini, yolda arandıkları zaman rahat geçmeleri için bir yazı verdiğini, Çığlı’da kendisinin askeriyede kaldığını, Kuzey Iraklı’nın Irak’a geçtiğini, sonra içi silah dolu ağır bir çuvalla geri geldiğini, bunu İsmet ÖLMEZ’le birlikte Tugay Karargahına Hamdi POYRAZ’ın odasına götürdüklerini,

Piyade Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL :

Kahraman BİLGİÇ talimatları Albay Hamdi POYRAZ’dan aldığını, Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL ile de görevlere gittiğini,

Özel Harekat Timi ile birlikte AŞAĞIKONAK köyünde operasyon yaparken kendisinin ( K.BİLGİÇ’in) kümesten 13 kilo eroin ile 4 adet silah çıkardığını, tabancaları Tabur Komutanı Binbaşı Mehmet Emin YURDAKUL’a verdiğini, Binbaşının da bu silahlardan birini Belediye Başkanı Ali İhsan ZEYDAN’a verdiğini, diğerlerini bilmediğini, Eroinin 8 kilosunun Mehmet Emin YURDAKUL’un taburundaki bir astsubaya verdiğini, Bu astsubayın İzmir’de yakalandığını, tifadesinde Binbaşının ismini vermediğini, çünkü bunun için Mehmet Emin YURDAKUL’un karısının adı geçen astsubayın karısına 480 veya 580 milyon lira gönderdiğini,

Mehmet Emin YURDAKUL’un kendisi (Kahraman BİLGİÇ) ile birlikte iki çobanla daha sonra tanıklık yapmasın diye namaz kılarken babalarını öldürdüklerini, ayrıca Esendere Yolu’nda iki gencin öldürülüp karlı bir zamanda atıldığını,

Abdullah CANAN ‘ın da Mehmet Emin YURDAKUL’un tabura aldırdığını, bir hafta taburda sorguladığını, sonra da kendisinin tabura getirdiği ve üsteğmen diye tanıttığı, ancak gerçekte üsteğmen olmayan iki tetikçiye öldürttüğünü, kendisine (K.BİLGİÇ’e) de kimseye söyleme dediğini,

(Kahraman BİLGİÇ’in) Bu olayla ilgili olarak Abdullah CANAN’ın akrabası olan Mehmet CANAN’la Yakup EDİŞ’in evinde (Abdullah CANAN’dan haber almak veya kurtarmak için) pazarlık yaptıklarını 24 bin marka anlaştıklarını, Mehmet CANAN’ın bunun 7 bin markını ev sahibi Yakup EDİŞ’e bıraktığını, bunu Kemal ve İsmet ÖLMEZ’in kardeşi Burhan ÖLMEZ’e verdiğini, çünkü onlarla beraber olduğunu, daha sonra bunlarla Otel Şenler’de görüştüğünü,

Bu Ölmezlerin ve Yakup EDİŞ’in 1984 yılında PKK’yı bölgeye sokan insanlar olduğunu, ancak sonradan bundan zarar gördükleri için devlet yanlısı olduklarını,

Kaçakçılık Olayları :

Kahraman BİLGİÇ, Hasan ÖZTUNÇ’un ZEYDAN’ın bir altı Korucubaşı olduğunu, devlet yanlısı geçindiğini, Çolak Hasan lakabını taşıdığını, korucuların maaşını bile vekaletle O’nun aldığını,

Bir de Kemal ÖLMEZ ve İsmet ÖLMEZ olduğunu, bu kişilerin daha önce fakir olduklarını, Hkkariye giden otobüslerde muavinlik yaptıklarını, şimdi ise altlarında birer CHAVROLET marka araba olduğunu, bunları Kurmay Albay Hamdi POYRAZ’ın kendisine (K.BİLGİÇ’e) tanıttığını, Kemal ÖLMEZ’in Vahyettin ASLAN’ın yazıhanesine gelerek tehdit ettiğini, ancak O’ndan para alamadıklarını,

Refah Partisi İlçe Başkanı Fakin MENGEÇ’in (askeriyeye malzeme veren bir esnafmış) de “tehdit edildiğini, şikayet dilekçesi verdiğini, ancak dilekçenin Emniyete gelip takıldığını, o zana işin içinde polisin de olduğunu anladığını, korkusundan takip edemediğini” kendisine (Hüseyin OĞUZ’a) anlattığını,

Hüseyin OĞUZ, Astsubay Aydın, Teğmen Yalçın KARAKURT ve Atilla Astsubayla birlikte bu işlerin üzerine korkusuzca gitmek için silah üzerine yemin ettiklerini, bundan sonra şikayeti olanların dilekçe vermeleri için Fakin MENGEÇ’e haber gönderdiğini,

Daha sonra taburda Hamdi ÇAKIR Yarbay ve Ersan ALKAN Albayla birlikte halka güven vermek, “olayların üzerine gidiyoruz” imajını vermek ve halkı devletin yanına çekmek için bir halk toplantısı yapmaya karar verdiklerini, aşiret ileri gelenlerini çağırdıklarını, hepsinin geldiğini, yalnızca Belediye Başkanının gelmediğini, kolonya, çikolota alarak vatandaşa ikram ettiklerini, orada bir vatandaşın “Abdullah CANAN olayı da çözülecek mi?” diye sorduğunu, Abdullah CANAN’ın oğlu Vahap CANAN’ın da Mehmet BALKIZ Yüzbaşıya gittiğini, yakasına yapıştığını, “Babamın katilleri sizsiniz” dediğini, bunun üzerine kendisini dövdüklerini, Çünkü babasını çağırtıp tabura gönderenin Mehmet BALKIZ Yüzbaşı olduğunu söylediğini, bunun üzerine bu çocuğu kenara çekip özel telefonunu verdiğini ve kendisini aramasını istediğini,

Kahraman BİLGİÇ’in ifadelerini mesaj halinde Alaya, Tugaya, Genel Komutanlığa çekildiğini, Alaydan Yalçın Teğmen’e telefon açılarak kendisi (Hüseyin OĞUZ) için “Ulan sen Silahlı Kuvvetlerini hedef aldın.”şeklinde tepki gösterdiklerini,

Bunun üzerine Albay Hasan, Yarbay Hami ÇAKIR, kendisi (H.OĞUZ), Aydın Başçavuş, Yalçın Teğmen’in toplandıklarını, Hami Yarbay’ın “Dürüstçe mücadele ediyoruz, yanlış birşey olmasın” dediğini, olaya siyaset karıştırılmaması gerektiğini konuştuklarını,

Yalçın Teğmen’in “Abi bunlar bizi infaz edecekler, bunları not üşeceğim, yazacağım, kasete alacağım” dediğini, kendisinin de “Ben sonuna kadar mücadele edeceğini, kendisini desteklemelerini “ istediğini, kendisinin de Atilla Astsubaya “yer gösterimi ve ifade sırasında alınan kasetleri çoğalt” dediğini, ifadeleri de 6 nüsha yazdığını, birini özel olarak saklaması için Atilla Astsubaya verdiğini, O’nun da özel valizine sakladığını, toplantıda 5 suret ifade yazdıklarını söylediğini, Ersan ALKAN Albayın “Bu ifade tutanaklarını yok edeceksiniz” dediğini, “Neden” diye sorması üzerine Albay’ın “Bu Tugay Komutanına, Genelkurmaya’a, bir yere sıçrıyor” dediğini,

Kahraman BİLGİÇ’in ifadesini kendisinin aldığını, ancak orada geçici görevli olduğu için imza atmadığını, bu tutanakların PBİK (Personel Bilgi İşlem) Kod numarası yazılarak imzalandığını, bu ifadelerdeki imzaların Teğmen Yalçın KARAKURT ile Astsubay Aydın’a ait olduğunu, Aydın’ın soyadını hatırlamadığını, bu sorgunun Atlla ATEŞ astsubay tarafından kamera ile çekilerek banta da alındığını,

Yüksekovaya gidişinin 8. günü görevinin bittiğini söylediklerini, İl Jandarma Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA’nın kendisini istediğini ve çok acele gelmesini istediğini, orada yol güvenliğinin olmadığını, yolda infazdan korktuğunu, tedbir alarak YENİKÖPRÜ’ye geldiğini, buradan tanıdığı Erdal Astsubay’ın kendisini BRT denilen araçla Hakkâri’ye ilettiğini, burada çok kötü karşılandığını, telefonla görüşmesi, çarşıya çıkmasının yasaklandığını, bunun üzerine 4 Kasım’da (4 Ekim olmalı) Atilla Astsubay adına misafirhaneye bağlattıkları özel telefondan eşini aradığını, olayları anlattığını,

7.10.1996 tarihinde de tututklanmış olan Yüce Astsubayı Van’a Askeri mahkemeye götürmek üzere görevlendirildiğini, Van’da Abdullah CANAN’ın akrabası olan Eski Hakkâri Milletvekili Esat CANAN’ın telefonunu bularak kendisi ile 2 saat konuştuğunu, bildiği her şeyi anlattığını, kendisini kurtarmasını istediğini, O’nun da bunu basına anlattığını,

10 Ekim’de Hakkâri’ye dönünce basına demeç vermişsin diye kendisini sorguya çektiklerini, kendisinin de halen Malatya’da görevli İsmail adındaki helikopter pilotu üsteğmenden kendisini kaçırmasını istediğini, ayın 16’sında Tugay’da buluşmak üzere anlaştıklarını,

Bu arada Mahmut IŞIK adındaki milletvekilini özel telefonla aradığını, olayları anlattığını, “Askerlik hayatı beni buradan çıkarmaz, infaz ederler. Kaset varsa konuşmayı al” dediğini, O’nun tavsiyesi üzerine ATV’den Suat isminde birinin kendisini aradığını, O’na da her şeyi anlattığını, eğer infaz ederlerse yayınlanmak üzere anlaştıklarını, medya’da resmim çıkarsa belki kurtulurum diye düşündüğünü,

Ayın 16’sında sivil bir taksi ile İsmail Üsteğmenle buluşmak üzere Tugaya gittiğini, ancak alaydan oraya gittiğini öğrendikleri için acele alaya çağırdıklarını “Jandarma Genel Komutanının kendisini istediğini” söylediklerini, Mahmut IŞIK’ın İçişleri ve Savunma Bakanını arayarak durumu anlattığını, bunun üzeri Genel Komutanlıktan çağrıldığını, ancak yine de infazdan şüphelendiği için Ali KARDEŞ ismindeki İzmir’li bir askere evnin telefonumu vererek, babasına açmasını ve kendi durumunu anlatmasını istediğini,

Ayın 17’sinde bir daha dönmemek niyetiyle valizini alarak Hakkâri’den ayrıldığını ve Ankara’ya geldiğini, Komutanlığa GİTMEDEN önce Mahmut IŞIK’ı bulduğunu ve konuştuğunu, ATV’den Suat’la Onun evinde buluşarak görüntü verdiğini, sonra Jandarma Genel Komutanlığına gittiğini, burada bir gün 12 sayfa ifade verdiğini, anlattıklarına inanmadıklarını, kaçırılan adamın PKK’lı olduğunu söylediklerini, kendisine 20 Ekim’de Komutan’la görüşeceğini söyledikleri halde 20 gün Ankara’da kaldığını, fakat Genel Komutanla görüşemediğini, ifadesinde askeri personeli ve Jandarmayı da yazdığı için görüşmek istememiş olabileceğini, sonra tayinini istediğini,

10 Kasım’da Elazığ’a tayininin çıktığını, mehil müddetini kullanarak Elazığ’a gittiğini, burada pek hoş karşılanmadığını, bir İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı’na Harekat subaylığı gibi bir göreve verdiklerini, orada bir ay kaldığını, telefon irtibatı falan olmayan bu yere kendisini susturmak için verdiklerin, bonra 30 Kasım’da Diyarbakır’a gidip Devlet Güvenlik Mahkemesin’de 9 saat 16 sayfa ifade verdiğini, çünkü adliyeye, hukuka güvendiğini,

Hakkâri’deki menfaat şebekesine karşı Vali’nin hiçbir etkinliğinin olmadığını, kendisinin de uluşamadığını, adli sistemin de orada birşey yapmasının mümkün olmadığını,

Otluca Köyü Olayı :

Yüksekova Tugayı’nın çevresinde tel örgü kıyısında koruma amaçlı pusu atıldığını, bu pusu timinin gece saat 24.20-24.30’da pusuya düşürülerek 2 astusbay, 4 erin şehit edildiğini, telsiz konuşmalarını dinlediğini, şehit olan astsubayların pusuya düşünce ısrarla yardım istediğini, ancak birlik yok bahanesiyle yardıma gidilmediğini, ancak 2 gün sonra bölgede operasyonlara başlandığını, Tugay’a 1–2 km. yakınında bulunan OTLUCA Köyünden başta muhtar olmak üzere 5 yaşında çocuk dahil birçok insanın tugaya götürüldüğünü, bunlardan 5 tanesinin eline illegal 5 kaleş verilerek mahkemeye verildiğini, bununla ilgili arama tutanağı tutması için Alay Komutanı Necati KILIÇKAYA, Yalçın YALINCAK astsubaya emir verdiğini, ancak bu astsubay kabul etmediği için başka bir üstçavuşa tutturduğunu, ancak savcılık bunlara inanmadığı için takipsizlik verdiğini,

Bu arada Otluca Köyünün tamamen boşaltıldığını, köyden 2-4 bin civarında koyunun tugaya getirilerek kesildiğini, bu olaydan sonra bu köyden 24 kişinin kırsala çıkarak örgüte katıldığını, bu hareketle örgütün gücüne güç katılmış olduğunu,

Yücel ZEYDAN ( PKK Yüksekova Dağlıca Tabur Komutanı - Rüstem Kod adlı)

Yücel ZEYDAN’ın Hakkâri Milletvekili Mustafa ZEYDAN’ın oğlu olduğunu, İran’da annesinin yanına sık sık gittiğini, (Mustafa ZEYDAN’ın bir karısının da İran’da olduğunu), telefonla babası ile de görüştüğünü, Mustafa ZEYDAN’ın bir oğlunun da Sağlık Bakanlığı’nda üst düzeyde görevli olduğunu,

Yücel ZEYDAN’ın amca çocuklarının da korucu olduğunu, Yücelle sık sık görüştüklerini, bu nedenle de Hakkâri Bölgesinde PKK’nın eylem yapmadığını,

Hakkâri’de bütün önemli ihaleleri Mustafa ZEYDAN’ın akrabalarının aldığını, sonunda PKK’ya da devlet parasının gittiğini, son olarak 100 milyonluk Yatılı Bölge Okulu ihalesini yine Mustafa ZEYDAN’ın yakın akrabalarının aldığını,

Mustafa ZEYDAN, istediği adamı korucu yaptırdığını, Vali’ye telefon ettiği zaman almamazlık yapamıyacağını,

Yüksekova’lı Mehmet oğlu Bayram AKSU adında bir vatandaşın bulunduğunu, bunun gönüllü istihbaratçılık yaptığını, halen Van’da olduğunu, bunun gerek Yeşille gerekse diğer faili meçhullerle ilgili her şeyi bildiğini,

Aşiret Yapısı :

Hakkâri’de irili ufaklı 23 aşiret bulunduğunu, Yüksekova’da da 3 büyük aşiret olduğunu, Bunların Piyaniş , Doski ve Jirki aşiretleri olduğunu, Bunlardan JİRKİ aşiretinin 200 elemanı ile çok ciddi ve samimi bir mücadele verdiğini,

PİYANİŞ Aşiretinin (Mustafa ZEYDAN’ın aşireti) 9 bin korucusu olduğunu, ancak bunların Yücel ZEYDAN nedeniyle PKK ile ciddi bir mücadelesinin olmadığını, Fakin MENGİÇ (RP ilçe başkanı) ‘nin yanında bir kuyumcu olduğunu, bu kuyumcudan altın alma olayı olduğunu, suçluların Piyaniş aşiretinden olduğunu, işin içinde bir de asteğmenin olduğunu, bu asteğmenin mağduru sanık olarak mahkemeye çıkardığını, sonra aşiretler arasında husumet olmaması için aşiret ileri gelenlerinin araya girerek barıştırdıklarını,

Korucu Sistemi :

Koruculuk Sisteminde korucubaşı, onun altında tim veya takım komutanı, onun altında da elemanlar olduğu, Her timin 20 kişiden oluştuğu, tim komutanının elemanların vekaletini, korucubaşının da tim komutanlarından özlük haklarına ilişkin vekalet aldığını, korucubaşının kendine bağlı olanların maaşlarını aldığını, asıl mücadeleyi yürütenlere bir çuval un, şeker, çay vs. verilerek işin götürüldüğünü, korucubaşıları ve tim komutanlarının göreve falan gitmediklerini, bunlar şehirde bazı hatırı sayılır kişilerin korunmasında görev almış göründüklerini, şehirde ikamet edip devletten maaş aldıklarını, altlarında yepyeni Toyoto arabalar olduğunu, kısaca iyi menfaat sağladıklarını,

Koruculuk Sisteminin doğuda Silahlı Kuvvetlerin ve Emniyet Teşkilatının bütün etkinliğini bitirdiğini, daha üstün silahlarının olduğunu, ayrıca alt yapısı halk olduğu için daha etkili olduğunu, garip vatandaşın hakkını aramasının mümkün olmadığını, ne Vali’ye ne komutana, ne de korucubaşına ulaşamadığını, adalet sisteminin de doğru çalışmadığını,

Güvenlik güçlerinden bir kısmının da oradaki menfaat işlerine bulaştığını, orada herkesin derdinin iyi model bir araba, bir ev, bir yazlık alıp dönmek olduğunu, dönerken de yanında illegal yollardan edinilmiş silahlar alıp götürdüklerini,

JİTEM ( Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele )

Bunun kanunen mevcut ve örgütlenme şeması içinde bir birim olmadığını, ancak Jandarma’da resmen İstihbarat birimlerinin bulunduğunu, ancak bu birimlerin terörle fiilen mücadele görevlerinin olmadığını, görevlerinin sadece istihbarat olduğunu,

JİTEM’in ise Cem ERSEVER tarafından fiilen kurulduğunu, Diyarbakır, Elazığı, Mardin, Hakkâri gibi bazı hassas illerde gayriresmi olarak örgütlendiğini, her ilde bulunmadığını, ama JİTEM elemanlarının Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığına bağlı olarak çalıştıklarını, genellikle kod adı kullandıkları, kendisinin Jitem elemanı olmadığını, sadece Jandarma İstihbarat şubelerinde sorgu amiri olarak görev yaptığını,

İstihbarat birimlerinin terörle mücadele yaparken menfaat mücadelesi yaptıklarını, mesela Cem ERSEVER’in yanında çalışan ismini hatırlamadığı bir astsubayın adli emanetteki 2-3 bin silahı alarak güneydoğuda koruculara sattığını, bu kişinin yakalandığını ve yargılandığını,

Cem ERSEVER’in asıl amacının menfaat temini olduğunu, JİTEM adının da birtakım kirli işlerde daha çok işe yaradığını, çünkü terörle mücadele görevi olunca gözaltı süresinin daha uzun olduğunu, sonradan JİTEM‘in lağvedildiğini, Cem ERSEVER’in de mecburen emekli olduğunu, kendisini Jandarmanın diğer elemanlarının temizlediği iddiasının yanlış olduğunu, kendisinin çok uyanık birisi olduğunu, kolay tuzağa düşmeyeceğini, ancak Mahkemeye gelirken alarak kaçırdıklarını, sorguladıklarını ve şırınga sorgusu sonucu öldürdüklerini, otopsi raporunu okuyan arkadaşlarından öğrendiğini, bu şırıga sorgusunu herkesin bilmediğini,

Cem ERSEVER’i Habur Gümrük Müdürünün Kemal ismindeki oğlunun (veya şoförünün ) öldürdüğünü, bunu içerde yapılan konuşmalardan bildiğini, şu anda bunu bilenler asker oldukları için konuşamak istemediklerini, ancak not tuttuklarını, ileride çıkıp konuşacaklarını,

Cem ERSEVER’in karısının suriyeli olduğunu, bu yolla Suriye istihbarat servisi ile irtibat kurduğunu, bu servise bilgi sızdırdığını, bu nedenle de Jandarma Genel Komutanlığı tarafından dışlandığını, bu nedenle de öldürüldüğünü, Yeşil’in de kendisi ile irtibatı dolayısiyle Suriye ile bağlantısı olduğunu,

Uyuşturucu Kaçakçılığı :

Uyuşturucu’da Van’ın bir merkez olduğunu, Van’dan her tarafa uyuşturucu sevkiyatının yapılabildiğini, Pazarlamasının da İstanbul’da yapıldığını, Van’da bir kadının uyuşturucu’nun THC (Tetro Hidro Karnobilen) yani kalite kontrolünü yaptığını,

Bir başka kanalın yani Suriye hattının Mardin-Habur Hattının olduğunu, buradaki sevkiyatının GKK (Geçici Köy Korucuları) vasıtasıyla, onların gümrüklerdeki akrabaları kanalıyla geçiş sağlandığını,

Daha sonra bu konuda zaafı olan, çok para kazanma hırsı olan güvenlik gücü mensuplarının devreye girdiğini, bunların bazan kendi arabaları ile uyuşturu naklini sağladıklarını, bunların arabalarının aranmadığını, özellikle PKK istihbaratı için Suriyeye gidip gelenlerin bu arada bu işi de ayarladıklarını, bir menfaat şebekesi oluşturduklarını,

Bu olayları bilen namuslu insanların az olduğunu, ancak atılma veya öldürülme korkusundan konuşamıyacaklarını,

Bu menfaat şebekesinin TBMM’ne kadar uzandığını, mesela Mustafa ZEYDAN’ın bu işin içinde olduğunu,

Sedat BUCAK’ın Urfa’da devletten daha güçlü olduğunu, uyuşturucu trafiğinden de menfaat aldığını,

Uğur Mumcu Cinayeti :

Uğur Mumcu’nun C-4 plastik patlayıcısı ile öldürüldüğünü, bunun iz bırakmadığını, Malatya’da Tekin COŞKUN denilen kişinin evinde C-4 bulundduğunu, bu kişinin poliste gözaltına alındığını, kendisini Uğur TONİK adında İstanbul’da oturan yaşlı bir adamın kurtardığını, bu adamla da Tekin COŞKUN’la birlikte Büyük Otel’de görüştüğünü, Tekin COŞKUN’un Uğur MUMCU’nun aleyhine konuştuğunu, O’nun öldürtmüş olabileceğini,

Tekin COŞKUN’un Alattin ÇAKICI’nın çok yakın arkadaşı olduğunu, çek-senet işiyle uğraştığını, bu nedenle başka şehirlerde de adamının olabileceğini, kendisinin evine giderek görüştüğünü, 361 30 45 çağrı ve 0542 231 02 90 numaralı cep telefonu bulunduğu, bu kişinin Abdullah ÇATLI’yı da tanıdığını,

Eşref BİTLİS Olayı :

Eşref BİTLİS’in kesinlikle suikaste kurban gittiğini, C-4 bombası ile öldürüldüğünü, C-4’ün uçağa pilot elbisesi içinde sokulduğunu, Bursa’lı nöbetçi bir askerin bunu gördüğünü, Jandarma içinde de Eşref Paşa’nın suikastle öldürüldüğüne kanatinde olan pek çok insan olduğunu, ancak ortaya çıkarılmasının istenmediğini,

Malatya’da Turan Abi gibi akrabalarının bulunduğunu, kendisinin onlarla da sürekli görüştüğünü,

Bahtiyar AYDIN Olayı :

Bahtiyar AYDIN’ı bir PKK itirafçisının öldürdüğünü, sebebinin de Silahlı Kuvvetlerde bir kesimin şiddettten yana olduğunu, bir kesimin de şiddete, öldürmeye karşı olan, halkı kazanalım dediğini, Bahtiyar AYDIN’ın terörle mücadelede şiddete karşı olan bir insan olduğunu, bu nedenle öldürüldüğünü,

Hulusi SAYIN - İsmail SELEN Cinayetleri :

Bunlardan birisinin sağcı, birisinin solcu olduğunu, bir zamanlar Jandarma’da SELENCİLER, SAYINCILAR olduğunu, ideolojik olarak ikiye bölündüğünü, birinin katilinin bir astsubay olduğunu, birisinin diğerine karşı misilleme olarak öldürüldüğünü, yani konunun tamamen ideolojik olduğunu, uyuşturucu falan olmadığını, bunlarda polisin herhangi bir katkısının olmadığını,

Hakkâri Emniyet Müdürü :

Şahsen tanımadığını, ancak Mahmut YAŞAR ve Cevat DEMİR adındaki uyuşturucu kaçakçılarının Polis tarafından istihbaratçı olarak kullanıldığını, bundan Emniyet Müdürünün mutlaka haberdar olduğunu, aranan bir şahsın güvenlik güçlerince kullanılmasının yasal olmadığını, bunu doğru bulmadığını,

Operasyon ve İnfaz Timleri :

Operasyon Timlerinin bir Yüzbaşının sorumluluğunda mutlaka rütbeli teğmen, üsteğmen, astsubay veya uzman çavuşlardan, yani gençlerden oluştuğunu, Yüzbaşıdan daha yüksek rütbede kimsenin operasyona katılmadığını, dikkat edilirse şehit olanların hep er, astsubay ve uzman çavuşlardan olduğunu, bunların vatansever, kahraman ve dürüst insanlar olduğunu, operasyon yapılacak yeryerin önceden planlanarak operasyon yapıldığını,

İnfaz timlerinin ise üç kişiden oluştuğunu, çoğunlukla silahsız, korumasız insanlara yönelik olduğunu, bu insanların evlerinden alınarak infaz edilip bir dereye atıldığını,

Öldürülen İtirafçılar :

Üzümlü Karakolu Baskınından sonra teslim olan biri Suriyeli, diğeri Mardin’li 2 kızın Tugaya getirildiğini, sonra kaybolduklarını, yani infaz edildiğini, halbuki Tugayın gözaltına alma yetkisinin olmadığını,

Bu itirafçıları kazanmak gerektiğini belirtmiştir. (Ek:225)

53- DİLEK ÖRNEK’ İN 02.031997 Tarihli İfadesinde;

[değiştir]

1974 yılında Hollanda’da doğduğunu, 22 yıldan beri ailesiyle birlikte Hollanda’da oturduğunu, Ortaokulu, yüksekokulu orada okuduğunu, ailesinin halen Hollanda’da oturduğunu, annesinin ev hanımı, babasının Lastik Fabrikasından emekli işçi olduğunu, her ikisinin de sağ olduğunu, bir ablasının iki küçük erkek kardeşinin olduğunu,

1995 yılına kadar 2 yıl Mc Donald’da çalıştığını, sonra ayrıldığını,

Daha önce Hollanda’da olan Teyzesinin 2 yıldan beri Ispanya’da oturduğunu, orada Teyzesinin kocası olan eniştesinin lokantacılık yaptığını, ayrıca ticaretle uğraştığını,

1,5 yıldan beri eniştesi Ercan DOĞAN’a kuryelik yaptığını, bu işe teyzesinin isteği üzerine başladığını, eniştesinin kendisine para vererek İstanbul’a gönderdiğini, ilk seferinde teyzesi ile birlikte İstanbul’a geldiğini, teyzesinin orada kendisini Mehmet ve Latif’le tanıştırdığını, daha sonra devamlı kendisinin yalnız geldiğini, kendisine teslim edilen PESETA (İspanyol parası ) cinsinden paketler halindeki parayı, Havaalanında kendisini karşılayan Mehmet ve Lütfi’ye arabalarının içinde teslim ettiğini, sonra Havaalanına yakın Çınar oteline gittiğini, hiç dışarı çıkmadan otelde bir gece kaldıktan sonra Swisair veya İberia uçaklarıyla Hollanda’ya döndüğünü, her türlü otel ve yolculuk masraflarını kendisine verilen paradan kendisinin karşıladığını,

Bu paranın ne parası olduğunu kesinlikle bilmediğini, sormadığını, saymadığını, yalnızca parayı verip kendi parasını (her seferinde 4-5 bin mark) aldığını, kendisine teslim edilirken de paranın sayılmadığını, belgesiz teslim edildiğini, Eniştesinin “İstanbul’a gidince seni karşılayacaklar, ayrıca havaalanında kolaylık gösterecekler” dediğini, herhangi bir sıkıntı ile karşılaşırsa “Mehmetlerin misafiriyim” demesini tenbih ettiğini, parayı normal bir valizde getirdiğini, valizi bagaja verdiğini, çıkarken aldığını, hiç arama yapılmadığını, bir defasında aramak istediklerini, ancak orada birisinin geldiğini, “Tamam bu geçebilir” dediğini, bu yardımın bir ayarlama sonucu bilerek yapılıp yapılmadığını bilmediğini,

Türkiyeye 10-15 defa bu şekilde para getirdiğini, bunun dışında da tatil için memleketi İskenderun’a gitmek üzere İstanbul’dan Adana’ya uçakla gittiğini, bu giriş çıkışları da sayarak 52 defa giriş çıkış yaptığını iddia ettiklerini, polisteki ifadesinde işkence ile tamamının para getirmek için olduğunu kabul etmek zorunda kaldığını, gerçekte bu iş için yalnızca 10-15 defa giriş yaptığını, kendisinin Hollanda vatandaşı olduğunu, Türkiyeye Hollanda Pasaportuyla giriş yaptığını, bazan da Türk Pasaportuyla giriş yaptığını, kendi adına tek pasaportu olduğunu,

Kendisinden başka Parsel ve Simon’un da kuryelik yaptığını, beraber gelip gitmediklerini, onların da parayı Mehmet ile Latif’e verdiklerini sandığını, parayı verdiği Mehmet (ALAKENT) ve Latif’in halen firarda olduklarını,

Anne ve babasının bu işi yaptığını bilmediğini, İspanya’ya giderken Teyzemlere gidiyorum diye gittiğini, masraflarını teyzelerinin karşıladığını söylediğini, kazandığı paraları ise harcadığını, anne ve babasının yakalanınca bu işi yaptığını öğrendiğini, ablasının ve kardeşlerinin kesinlikle bu işi yapmadıklarını,

Garo’yu Hollanda’dan tanıdığını, kendisinin Kuyumculuk yaptığını, sık sık da İspanya’da eniştesinin evinde karşılaştıklarını,

Lokman’ı şahsen tanımadığını, Teyzelerinden Azer Döviz’in sahibi olarak adını çok duyduğunu, Feramez’in, Yusuf’un Lokman’ın ortakları olduğunu eniştesinden duyduğunu, ( bu İranlı Yusuf’un halen tutuklu olduğunu), Musavvat diye birini tanımadığını,

Ayhan AKÇA’yı tanımadığını, ancak Narkotik’te kendisini gösterdiklerini, tanımadığını söylediğini, adını daha sonra mahkemede öğrendiğini, 34 B 2034 plakalı BMW arabayı da daha önce hiç görmediğini, yakalanınca narkotikte gördüğünü, Bundan 2,5 ay önce yakalandığını ve o tarihten beri Bayrampaşa cezaevinde olduğunu, kendisinden bir hafta sonra eniştesinin de Antalya’da tutuklanarak aynı cezaevine getirildiğini, cezaevindeki ihtiyaçlarının eniştesi tarafından karşılandığını, haftada bir dilekçe vererek eniştesi ile “eş görüşü” yaptıklarını, bu arada eniştesinin ihtiyacı olan parayı verdiğini,

Eniştesi Ercan DOĞAN’ın 43 yaşında olduğunu, Tüarkiye’de herhangi bir siyasi partiyle ve ülkü ocaklarıyla ilişkisinin olmadığını, bunu kesinlikle bildiğini,

Gardiyan Nebile ile Bayrampaşa cezaevinde tanıştığını, arkadaş olduklarını, çıkınca aramak için telefon numarasını aldığını, daha sonra kendilerinin Bakırköy Cezaevine nakledildiklerini ifade etmiştir.(Ek:226)

54- Hurşit HAN 02 Mart 1997 tarihli ifadesinde;

[değiştir]

1955 Hakkâri-Yüksekova doğumlu, tahsilsiz olduğu, 10 kardeş olduklarını, Yüksekova’da şirketi, İstanbul’da Kapalıçarşı’da döviz bürosu bulunduğu, ancak Balkan Döviz bürosunu sattığını, bir şirketi olduğunu, memlekette iken koyunculuk yaptıklarını, 2 köyleri bulunduğunu, kendilerinin besleyip sattıklarını, maddi durumlarının iyi olduğunu,

Körfez Krizi zamanında, Vali ve Kaymakam’ın Kuzey Irak’tan kaçanlar için para topladığını, kendisinin de Barzani’ye gönderilmek üzere adamları vasıtasıyla Belediye Başkanı’na 1 milyar lira verdirdiğini, bizzat Vali’ye veya Kaymakam’a vermediğini, Bunun Celal KORKMAZ tarafından yazılan Kurt Kapanı adlı kitapta yer aldığını, çünkü bu yazarın bu paranın verilişine şahit olduğunu,

14 Temmuz 1994 tarihinde güneydoğuda şehit olan asker ve polis eş ve çocukları için Ahmet YEŞİL ismindeki birinin telefonu üzerine Ahmet DEMİR adına 250 milyon lira yatırttığını, şahsen ne Yeşil’i, ne de Ahmet DEMİR’i tanımadığını, ancak Yeşil’in adını çok duyduğunu,

Kendisi hakkındaki iddianın 750 kilo esrarla ilgili olduğu, önce oğlunun tutuklandığı, 2 gün sonra da kendisinin evden alındığını, ancak bu miktar bir esrarı yakalatan adamın kendisinin evde oturup tutuklanmayı beklemiyeceğini, kaçması gerektiğini, bunun bir tezgah olduğunu, sebebinin de ; Yeşil’in telefon ederek kendisinden para istediğini, sonra da eve 2 adet mektup bırakıldığını, “Çocuklarını alırız” dendiğini, “Akibetin Savaş, Hacı, Mecit gibi olur” dendiğini, vermeyince 750 kilo esrarı üzerlerine attıklarını, kendisi yakalandıktan sonra da aynı şahıs, ihbar eden şahıs eve 2 mektup daha attığını, önce malın yakalandığını, sonra kendisinin alındığını, işin içinde polis olduğunu, yani mektubu atanın polisle beraber çalıştığını, asıl sebebin ; kendisinin doğulu, yani kürt oluşu olduğunu, 6 aydır tutuklu olduğunu, ağabeyinin de kendisi ile beraber yargılandığını,

Daha önce de akrabalarının, arkadaşlarının aynı nedenle öldürüldüğünü, Örnek olarak;

Altındağ Nüfus Müdürü olan Kayınbiraderi ve dayısının oğlu olan Mecit BASKIN’ın sırf kürt olduğu için 1994 yılında 3 kurşunla öldürüldüğünü, diğer kayınbiraderi Necip BASKIN’ın Yüksekova’da polis tarafından kaçırıldığını, öldürülmekten kılpayı kurtulduğunu,

Dayısı oğlu Savaş BULDAN’ın 1993 yılında evden polis tarafından alındığını, içinde tarife göre Korkut EKEN’in bulunduğu Mercedes 300 bir arabaya bindirilerek Çınar Oteline götürüldüğünü ve işkenceyle öldürüldüğünü, sonra da Bolu Yığılca’ya atıldığını, O’ndan para istemediklerini, o zaman para meselesinin olmadığını, para işinin 1995’de çıktığını,

Yine dayısı Hacı PARAY’ın da aynı şekilde öldürüldüğünü,

Sağlık Bakanlığı Müfettişi hemşehrisi Namık ERDOĞAN’ı da Ankara’da alınıp götürüldüğünü,

Aynı aşiretten Abdullah CANAN’ın da Mehmet Emin YURDAKUL adındaki subay tarafından alınarak öldürüldüğünü,

Ayrıca Arkadaşı ve akrabası olan İran’lı Lazım İSMAİL’i aldıkları zaman kardeşini bırakacağız diye diğer kardeşinden 300 bin mark, 60 bin dolar aldıklarını, 13 gün sonra da 2 kişinin cenazesini getirdiğini,

Yine arkadaşı Adnan YILDIRIM’ın aynen Savaş BULDAN gibi Korkut EKEN tarafından alındığını ve öldürüldüğünü,

Bu olayları birçok insanın bildiğini, ancak korkularından söyleyemediklerini, mesela; İstanbul’da ŞARKIT Otelinin sahibi Cumhur YARKIZ’ın çoğunu bildiğini, ‘ndan da para istendiğini, kendisinin bulunarak bilgisine başvurulması gerektiğini,

1994’de aynı şekilde şehit ailelerine diye Ahmet YILDIZ adına 250 milyon lira gönderen Ağa YILDIZ’ı tanımadı