Sayfa:The Transcultural Critic Sabahattin Ali and Beyond.pdf/122

Vikikaynak, özgür kütüphane
Bu sayfa istinsah edilmiş
116
Sabahattin Ali
 

la’l misâl lebleri, bu leyl-i pür-nûrun envârından daha ışıldak gözleriyle etrâfa hande-nisâr olan bir hûrî olduğunu gördüm. Ol benim bu dikkatli nazarım altında tekrar tebessüm eyleyüp sene-i cedîdemi bir dahi tebrik ile dest-i nâzikini uzattı. Yanında bir refika-i melîhası dahi var idi. Onunla da bir musâfaha-i biraderâneden sonra birlikte yürümeğe devâm eyledik. Ben esnâ-yı râhda Allâhü te’âlânın irşâd içün bana böyle bir hüsn-i bî-bahâ göndermesinde hamd eyliyor, elbette kalbi dahi çehresi gibidir, diyordum. Çehresi ise âcizin Der-i sa’adette mevcud olan yâr-ı cefâkârına, ma’şuka-i nâ-âşıkasına hayli müşâbih olup bu hâl dahi derûnumu bir tuhaf eyler idi.

Sükûtun münâsib olmayacağını teyakkun ile kelâma mübâşeret eyledim. Lâkin mükâlememiz istimâ’a şâyân olup ben ezberlediğim bir kaç cümleden mâ’adâ bilmezdim, ol dahi Almancadan gayrı lisâna âşinâ bulunmazdı, bu lisânı dahi sâ’ika-i mestî ile bir hoş telâffuz eylerdi… Biz gayrı, lisân-ı hâl, kelimât-ı Franseviyye ve sâire ile idare eyledik. Âciz, laf olsun deyü, ilk def’a Frenkçesi “was ist das?” olan: “Bu nedir?” cümlesini savurduğumda “Bu yeni sene değil mi ya?..” deyü güldüler… Ol esnâda, kendisinin kesret-i küûlden sallandığını görüp, hemen kolunu alup kendime ittikâ ettirdim, tâ ki Küffâra dîğer-endîşî-i Türkîyi ayân kılam. Ol dahi, arkadaşı ile yürümeğe başlayup, hem yürür, hem konuşurduk. O bir çok mutavvel lâflar etti ise de ben anlamayup şöyle dedim: “Anlamıyorum ki bunları!” Cevâb etti: “Siz ecnebî misiniz?” “Evet, ecnebîyim.” “İtalyan mısınız?” “Hayır, Türküm.” Bunu yanımızdan geçerken duyan bir zâbit hemân boynuma sarıldı. Beni bırakmayup “Biz beraber harb eyledik” me’âlinde olan şu cümle-i Frengiyi vird eylerdi: “Wir kriegen zusammen!” (Zâbitin söylediği bu fiilin mâzîsi idi. Ammâ ben Almancayı daha o kadar derin öğrenemedim. Böyle kayd ediyorum. Orhan Ağabey yanlış demesin.) Ve dahi yanaklarımı bûs ederdi. Bu bir şey değildi, ve lâkin, sırf irşâd ve ikâz içün yanımda gezdirdiğim iki duhter-i pâki de der-âgûş ile birer bûse-i pür-velvele aldığında gayr-ı ihtiyârî kelime-i şahâdet getirdim. Bir mıkdâr daha yürüdükte artık zamân-ı irşâdın geldiğini anlayup evvelâ küûlun mazarratından bahs eylemeğe niyyet edüp dedim:

“Siz çok alkol nûş etmişsiz.” (Çünkü alkolden gayrı müskirâtın Frenkçe isimlerini bilmezdim. Her şeyden evvel öğrenmek icâb eylerdi, ammâ vakıt müsâ’id olmadı.) Ol cevâb edüp:

“Yok! Bir az almışız,” dedi.

“Fakat alkol içmek eyü değildir.”

İkisi birden bir hande edüp koluma daha yaslandılar. Nihayet, sarı saçlı olan ve benimle evvelâ görüşen âfet-i devrân etti:

“Biz sallanmazız, bî-hûş değiliz… İçtiğimize kandan hükm eylersin?”

Dedim: “Aman letâfetlüm! Fem-i lâtifinizden çıkan râyihadan bildim.”

“Sahih değildir,” dediğinde, isbât-ı müdde’a içün:

“Hoh der misiniz?” dedim. Ol bana dönüp “Hoh!” dedi. Lâkin şiddet-i burûdetten şâmmem dumûra uğradığından: “Az takarrüb eyleyesiz,” dedim. Ol yaklaşup, aramızda dört parmak mesâfe kaldığında bir dahi “Hoh!” dedi ise de ben yine hisseylemeyüp az daha sokulmasını rica ettim. Lâkin fâcire-i mel’ûne bunu sû’-