muş, gözleri onun gözlerine ilişmiş, sarayına girerken başmabeyincisine:
“Bu adamın bir derdi var, sorun bakalım nedir!” demiş.
Başmabeyinci hemen dervişin yanma sokulmuş, o memlekette insanları bir sözle bile incitmeye izin olmadığı için, tatlı bir sesle:
“Derviş, duruşun, bakışın gamlı; içinde sakladığın bir kederin mi var?” diye sormuş.
Derviş gözlerini yere çevirmiş:
“Hayır!” diye mırıldanmış.
“Peki, öyleyse neden yüzün gülmüyor, neden burada bütün gün durup bekliyorsun? Bilirsin ki, melikemiz yurdunda dertli insan bulundukça, kendi de dertlenir, içi rahat etmez. İstediğin neyse söyle, çaresini ararız!”
“Hiçbir derdim, hiçbir isteğim yoktur. Melikemiz üzülmesin!” demiş.
Başmabeyinci saraya dönüp bunları hanımına anlatmış, sonra:
“Bilmem ama efendimiz” demiş, “sesi hafif ve gamlı, gülümsemesi acıydı.”
Melike:
“Olmaz” demiş, “onun bir derdi olduğu her halinden belli. Ne kadar acı güldüğünü ben sarayımın pencerelerinden gördüm. Belki derdinin büyüklüğü onun nutkunu tutuyor. Ama ben hiçbir vatandaşımın rahatsız edildiğini istemem, bırakın durduğu yerde dursun. Yalnız bu akşam arkasından gidin bakın, onulmaz illetlere tutulmuş bir hastası mı var, para yetiştiremediği bir sevgilisi mi?”
Derviş o akşam da önüne bir yığın halinde biriken altınları toplayıp, alacakaranlığa gömülen sokaklara dalmış, yürümüş, yürümüş, şehrin kenar semtlerine gelince, altınları avuç avuç torbasından çıkararak, buralarda oturan ve halleri vakitleri başka hemşerilerinden biraz daha düşük olan kimselere dağıtmış, sonra şehrin kenarındaki küçük, taş bir kulübeye girerek çorbasını pişirmiş, sırtını duvara verip kalmış. Kulübenin penceresinde gün ağarıncaya kadar onu gözetleyen başmabeyinci, uyuyor mu, yoksa uyumayıp düşünüyor mu, anlayamamış.