Sayfa:Birdenbire sönen kandilin hikayesi.pdf/4

Vikikaynak, özgür kütüphane
Bu sayfa doğrulanmış

Sayı:1
Sayfa: 15
ATSIZ MECMUA

Eğil de bak... Bu dişler yok mu... Bu mun­tazam dişler... Oraların arasından şimdi bizim konuştuğumuz şeylere hiç benzemiyen ne tatlı sözler çıkardı bilsen.. Düşü­nüyor musun ki bakmaktan ikrah ettiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi? Tah­min edebilir misin ki buğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı?.
  Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, sana lâf söyliyen ağzım nasıl benimse o da öyle benimdi, fakat biliyor musun kol­larımın arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu. Onunla aramızda hiç bir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz için bir sebep bile lâzım değil. Ve bu iskelet bize o kadar yakındır ki ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.
  Şimdi sedası pirinç havan gibi ötüyordu. Sanki bu adamın boğazında bir perde vardı ve bazen içinden şiddetle gelen sedalar bunu kaldırarak kulaklarını çınlatıyor, sonra şiddet azalınca perde tekrar düşerek sesler bir duvar arkasın­dan söyleniyormuş gibi kısılıyordu.
  Verecek cevap bulamamaktan doğan bir ürkeklikle sordum:
  "Sizi bu kadar sarsan fakat hakikata yaklaştıran bu ölümün sebebi ne idi.» dedim. Nesi vardı?
  “Hiç, diye cevap verdi, hiç bir şeyi yoktu, senin kadar hayata merbut, bu taş bina kadar sağlam, —eliyle camekân kub­beyi işaret etti — ve şu yıldızlar kadar nurlu ve zarifti. Saadeti eramızda bir alev gibi hissediyor, bu alevden ısınıyor ve aydınlanıyorduk»... Fakat...,,
  Ses yine — uzaktan geliyormuş gibi — yavaşlayıverdi.
  "Fakat biliyor musun o kuvveti ki, hiç bir şeyi eksik olmıyan yağ kandillerinin alevlerini çekip alarak onları birdenbire karartır?.,,
  Ne demek istediğini anlamıyarak yü­züne baktım.
  "Gel.» dedi, seninle birdenbire sönen kandilin hikâyesini okuyalım. O zaman bu kadını hangi ölümün götürdüğünü anlıyacaksın!»...
  Orta yerdeki masaya doğru yürüye­rek orada, kandilin önünde açık duran siyah kadife kaplı ince kitabı aldı:
  "Bunu, dedi, yanımızdaki kadının yüzlerce sene evvelki ecdadından biri yazmış.
  Geniş bir kanapeyi masanın kenarına sürükledi, üzerine yan yana oturduk. Ve ben kurumuş yapraklar üzerindeki sarı ve kalın sahifelerde eski fakat keskin bir el yazısını, gözlerimi ara sıra uzaktaki iske­lete çevirerek ve yanımda — başına akse­den kırmızı ışıkla akşamı seyreden bir isfenks gibi sakit duran — adama bakarak merak ve sonra hayretle okudum:
  "Yüzlerce eser yazdım. Her eserime kalbimin veya dimağımın bir parçasını koyuyordum.» Ve bunlar hakikata çok yakın şeylerdi.» Fakat hiç bir yazımda bizzat hakikatin bulunmadığını biliyordum. Her güzel yazan gibi idim: Konuştuğum şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lüfların değiştirilmiş şekilleriydi..
  Halbuki ben, kulaklara aşina olma­dıkları şeyleri söylemek, göz hudutlarının maverasına geçmek istiyordum.. Ve bunun için çenemi kollarım vasıtasıyla dizlerime vasleder, gözümü yere veya ufka çevire­rek gördüklerimin daha arkasındaki şey­leri de bilmek isterdim..
  Fakat toprağın müstehzi bir sükûtu, ufkun lâkayt bir firarı vardı..
  Bana: "Senin gözlerin, diyorlardı, açık bıraktığımız şeyleri görmek için bile çok küçük ve zayıftırlar, sakladığı­mız hakikatları nasıl bir cesaretle anla­mak istiyorsun?.
  Fakat ben arıyor, mütemadiyen arıyordum... Yine bir gün odamda, masamın başında çenemi defterlerime dayamıştım, beyaz kâğıtların üzerine yayılan sakalla­rımın kıvırcıklarına bakıyordum, istiyor­dum ki bu beyaz tellerin her biri ince bir kalem olup bu sahifeleri bugün bilmedi­-