Sayfa:Birdenbire sönen kandilin hikayesi.pdf/2

Vikikaynak, özgür kütüphane
Bu sayfa doğrulanmış

Sayı: 1
Sayfa: 13
ATSIZ MECMUA

kaç ayak merdiveni çıkarak paslı, çivili, büyük kapıya geldim. Senelerdenberi insan eli dokunmamış zannedilen çürü­meye yüz tutmuş tahtalara yaslandım.Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara ve küçük bulut kümelerine — birer yılan dili gibi — kıvırarak uzat­tığı son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim. ⁠⁠⁠
  Etrafımda hiç bir hareket yoktu. Kertenkeleler bile yosunlu taşların üzerinde akşamın alaca karanlığına bakarak yavaş­ça ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese benziyen bazı çıtırdılar vakıt vakıt duyulmakta idi.
  Gittikçe koyulaşan sükûnetin içinde derin bir kuyuya muntazam fasılalarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işit­tim. Evvelâ istikametini tayin edemediğim bu gürültünün biraz sonra evin içinden geldiğini anladım.. Sesi, aynı muntazam fasılalarla mütemadiyen yaklaşmakta idi. Nihayet büsbütün vuzuh kesbederek taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlara inkılâp ettiler ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular.
  Doğrulmuş, korku, merak, hayretten ibaret bir halina haliede kas katı kesilmiş­tim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat —ufak bir gıcırtı bile yapmadığı halde— kapının yavaşça açıldığı ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalıyarak dağıldı­ğını hissettim.
  Şiddetle döndüm... Ve o zaman akşa­mın sür’atle artan karanlığı arasında bu taş kulenin esrarlı sakiniyle karşılaştım; bu, büyük bir baştan, — kadit halinde bir vücudun üstüne konulmuş — büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehen­nem nebatının elyafına benziyen kıp kı­zıl saç ve sakallarının arasında, beyaz fa­kat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu. Ve bunların hepsini çü­rümüş bir meyvenin donuk rengi bir toz tabakası halinde örtmekte idi.
  Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapak­lar arasında, bir gıranit yosununa benzi­yen soluk yeşil gözleri vardı... Derin ve karanlık çukurların nihayetinde birer mah­zen kapağını hatırlatan bu gözler, hiç ama hiç birşey ifade etmiyorlardı...
  Sırtında siyah, resmî ve harap olmuş bir elbise ve ayağında eskimiş rugan po­tinler vardı. İnsan onu bir cenaze dönü­şünden sonra hiç soyunmıyarak senelerce ayni halde kalmış zannedebilirdi. Ve şim­di kuru vücuduna bol gelen bu siyah es­vaplar ona bir korkuluk mahiyeti veri­yorlardı.
  Elini bana doğru uzattı. — Ah... Bu, dünyada gördüğüm şeylerin belki en korkuncudur —. Bu da aynı kırmızı çilli, çü­rük beyaz deri ile kaplı idi; ve bir insanınkinden ziyade, ince bir eldiven geçiril­miş bir iskeletin eline benziyordu. O ka­dar zayıf; o kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek farkedilmiyen siyah bir ceketin kolundan fırladığı için üzerime muallakta imiş gibi geliyordu.
  Omuzuma bir gece kuşu gibi kondu­ğu zaman haşiyyetle bağırdım ve silkin­dim:
  “Ah, ne istiyorsunuz?..
  Fakat bu el, bu kadit el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı. Ve o sü­kûnetle eğildi, göğsünden değil yalnız ağ­zının içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:
  “Siz birdenbire sönen kandilin hikâ­yesini biliyor musunuz?..
  “Hayır, dedim, oh... Hayır!
  “Öyle ise geliniz!.
  Mukavemet etmek mümkün değildi. Parmaklarını omuzuma batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...
  Ayaklarımızın altından kayan bir ze­mini geçerek minarelerin esrarlı merdi­venlerini andıran dar ve taş merdivene tırmanmağa başladık; korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde halinde his­setmemiştim...
  Karanlık, bir gece kuşu kanadı gibi yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işliyen bir karanlık vardı; etrafımızdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvala­rın gürültüsü adımlarımızın boğuk sesi-