kaç ayak merdiveni çıkarak paslı, çivili, büyük kapıya geldim. Senelerdenberi insan eli dokunmamış zannedilen çürümeye yüz tutmuş tahtalara yaslandım.Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara ve küçük bulut kümelerine — birer yılan dili gibi — kıvırarak uzattığı son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim.
Etrafımda hiç bir hareket yoktu. Kertenkeleler bile yosunlu taşların üzerinde akşamın alaca karanlığına bakarak yavaşça ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese benziyen bazı çıtırdılar vakıt vakıt duyulmakta idi.
Gittikçe koyulaşan sükûnetin içinde derin bir kuyuya muntazam fasılalarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim. Evvelâ istikametini tayin edemediğim bu gürültünün biraz sonra evin içinden geldiğini anladım.. Sesi, aynı muntazam fasılalarla mütemadiyen yaklaşmakta idi. Nihayet büsbütün vuzuh kesbederek taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlara inkılâp ettiler ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular.
Doğrulmuş, korku, merak, hayretten ibaret bir halina haliede kas katı kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat —ufak bir gıcırtı bile yapmadığı halde— kapının yavaşça açıldığı ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalıyarak dağıldığını hissettim.
Şiddetle döndüm... Ve o zaman akşamın sür’atle artan karanlığı arasında bu taş kulenin esrarlı sakiniyle karşılaştım; bu, büyük bir baştan, — kadit halinde bir vücudun üstüne konulmuş — büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehennem nebatının elyafına benziyen kıp kızıl saç ve sakallarının arasında, beyaz fakat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu. Ve bunların hepsini çürümüş bir meyvenin donuk rengi bir toz tabakası halinde örtmekte idi.
Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapaklar arasında, bir gıranit yosununa benziyen soluk yeşil gözleri vardı... Derin ve karanlık çukurların nihayetinde birer mahzen kapağını hatırlatan bu gözler, hiç ama hiç birşey ifade etmiyorlardı...
Sırtında siyah, resmî ve harap olmuş bir elbise ve ayağında eskimiş rugan potinler vardı. İnsan onu bir cenaze dönüşünden sonra hiç soyunmıyarak senelerce ayni halde kalmış zannedebilirdi. Ve şimdi kuru vücuduna bol gelen bu siyah esvaplar ona bir korkuluk mahiyeti veriyorlardı.
Elini bana doğru uzattı. — Ah... Bu, dünyada gördüğüm şeylerin belki en korkuncudur —. Bu da aynı kırmızı çilli, çürük beyaz deri ile kaplı idi; ve bir insanınkinden ziyade, ince bir eldiven geçirilmiş bir iskeletin eline benziyordu. O kadar zayıf; o kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek farkedilmiyen siyah bir ceketin kolundan fırladığı için üzerime muallakta imiş gibi geliyordu.
Omuzuma bir gece kuşu gibi konduğu zaman haşiyyetle bağırdım ve silkindim:
“Ah, ne istiyorsunuz?..
Fakat bu el, bu kadit el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı. Ve o sükûnetle eğildi, göğsünden değil yalnız ağzının içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:
“Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini biliyor musunuz?..
“Hayır, dedim, oh... Hayır!
“Öyle ise geliniz!.
Mukavemet etmek mümkün değildi. Parmaklarını omuzuma batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...
Ayaklarımızın altından kayan bir zemini geçerek minarelerin esrarlı merdivenlerini andıran dar ve taş merdivene tırmanmağa başladık; korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde halinde hissetmemiştim...
Karanlık, bir gece kuşu kanadı gibi yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işliyen bir karanlık vardı; etrafımızdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvaların gürültüsü adımlarımızın boğuk sesi-
Sayfa:Birdenbire sönen kandilin hikayesi.pdf/2
Bu sayfa doğrulanmış
Sayı: 1
Sayfa: 13
ATSIZ MECMUA