Sayfa:Balıkesir Vaazı.pdf/3

Vikikaynak, özgür kütüphane
Bu sayfa istinsah edilmiş

"Haşa, Cenâb-ı Hakk'ın inayetinden, kereminden ancak dalâle düşenler ümidini kesebilir, ye'se düşebilir" buyurdular.

Erbâb-ı îmân için ye'se düşmek imkânı yoktur. Elhasıl nazar-ı İslâm'da Allah'tan ümidi kesmek haramdır. Haram da değil, küfürdür, şirktir. Ancak Mevlâ'nın merhametine bel bağlayarak emrettiği tarîki tutmamak tabii caiz olmaz. Allah'ın inayetini temenni için elbette o inayete velev cüz'î olsun istihkak lazım. Feyyâz'da buhl yoktur. Şu kadar var ki o feyze istidad şarttır.

Kitâbullah'da (Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehum subulenâ ve innallâhe le meal muhsinîn) buyuruluyor. Evet bu âyet-i kerîme sarâhaten gösteriyor ki Allah yolunda, hak yolunda mücahede edenler için tevfik, hidayet mev'ûddur, muhakkaktır. O halde daha ne istiyoruz? Ne için bu feyze, bu inayete kabiliyet gösterebilmek için çalışmıyoruz?

Bu dünyada hiçbir şeye güvenilmez. Ne servete, ne sıhhate, ne akla, ne ilme, ne ahlâka, elhasıl hiçbir şeye dayanılmaz. Bakarsınız: Milyonlarca servet mahvolur, en metin sıhhatler bir an içinde devrilir; en temiz huylar değişir, kirlenir. Hulâsa maddi, manevi, ruhani, cismani ne varsa hiçbiri için beka tasavvur edilemez. Kaviyyü'ş-şekîme hükumetler çöker. Dünyaya meydan okuyan saltanatlar bakarsınız yıkılır gider. Dünyaları huzurunda titreten kudretler bir varmış bir yokmuş sırasına girer. Güvenecek, dayanacak bir şey vardır ki o da ancak Allah'ın merhameti, Allah'ın inayetidir. Evâmir-i İlâhiyeye inkıyâd etmeli, nevâhiden sakınmalı. Cemaat-i İslâmiye el ele vermeli, çalışmalı. Evet vahdet lazımdır; Dünya için de, ahiret için de.

İslâm bundan bin üç yüz şu kadar sene evvel dünyanın en hücrâ bir köşesinde karanlıklar arasından bir kandil gibi parladı. Pek az zaman içinde o kandil büyüdü, bedir oldu. Daha büyüdü, güneş oldu. Nuru bütün kâinatı kapladı. Yirmi beş sene zarfında yirmi beş bin senelik bir teâlîye mazhar oldu bu mazhariyetin sırrı sahâbe-i kirâm rıdvânullâhi aleyhim ecmain hazerâtının el birliğiyle çalışmaları idi. İslâm'dan evvel aralarında senelerce, hatta asırlarca süren birçok kanlı muharebeleri intaç eden ne kadar kabile gürültüleri, aşiret kavgaları varsa hepsini unuttular.

Bilirsiniz ki ashâb-ı kirâm iki kısımdır: Ensar, Muhâcirîn. Bu isimler Cenâb-ı Hak tarafından kendilerine verilmiştir. "Ensar" esasen Medine'de bulunanlardır. "Muhâcirîn" evvelce Mekkeli olup da müşriklerin ezâ ve cefasından dolayı Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz'in arkasından Medine'ye hicret edenlerdir. Bu Ensar'ın Muhâcirlere karşı yaptıkları fedakârlıkların tarih-i âlemde hiçbir misli görülmemiştir. Ensar-ı kirâm (Evs) ile (Hazrec) kabilesine mensubdur. Bu iki kabile esasen amca çocuklarıdır. Lakin mürûr-i zaman ile Evsîlik Hazrecîlik meselesi bu iki kabileyi birbirine düşmüş yaptı. Değil akvâm-ı ibtidâiye, en terakki etmiş milletlerde bile, asabiyet gürültüleri en müthiş muhâsemâta sebebiyet verir. İşte bunların beynlerindeki muharebe yüz seneden fazla devam etti. Hatta hicretten bir sene evvel de aynı harb tazelenmişti. Bunlar şeref-i İslâm ile müşerref olunca İslâm onları barıştırdı. Kardeş oldular. Peygamber aleyhisselâma zahir oldular. İslâm'ı neşir için fedâ-yı can etmeye başladılar.

Sahâbe-i kiram efendilerimizin giydikleri libaslar neresinden eskirdi, bilir misiniz? Omuzlarından. Çünkü daima cemaatle kıldıkları namazda saflar adeta sabun kalıpları gibi idi. O ayrı ayrı vücutlar yekpare bir duvar kesilirdi. Aralarından su sızmaz, hava geçmezdi. Görüyorsunuz ya, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz'in safları düzeltmeye atıf buyurdukları ehemmiyet neden dolayı imiş. Hep cemaat-i Müslimin arasındaki vahdeti temin.

Fakat Müslümanların bu hali o zaman Medine'de bulunan Yahudilerin hiç hoşuna gitmiyordu. Hatta günün birinde şöyle bir vaka oldu: İhtiyar Yahudi'nin biri baktı ki Ensar-ı kirâmdan birkaç genç bir arada oturmuşlar, tasavvur edilemeyecek bir samimiyetle konuşuyorlar, musahabe ediyorlar. Herif bunu görünce İslâm'ın âtîsinden kendi hesabına ürktü. İçi gıcıklandı.

– Ne olacak bu? Dedi; iş biraz daha böyle giderse bize ekmek kalmayacak...

Bunun üzerine bir delikanlı Yahudi buldu.

– Git, şunlara Evs ile Hazrec arasındaki vukuatı hatırlat, geç.

Dedi. O da gitti. Her iki tarafa ait şairlerin vaktiyle olup biten maceraları musavver olmak üzere söylemiş oldukları şiirleri okudu. Bunun üzerine gençlik saikasıyla her iki tarafın kabadayılık damarları galeyana geldi. Her biri kendi kabilesinin kahramanlığını sayıp dökmeye başladı. İş alevlendi. Hatta biri:

– İsterseniz o geçmiş vakaları tazeleyebiliriz.

Sözünü ortaya attı. Bunun üzerine ötekileri:

– Hay hay! Sizden ne korkumuz var?

Dediler. Hepsi ayaklandılar. Silahlarını alıp Medine haricindeki taşlık bir vadiye çıktılar. Muharebe başlamak üzere iken vakadan haberdar olan Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz hemen oraya koştular. Hazret-i Peygamber'i görünce her iki taraf durdu. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz yüksekçe bir yere çıkarak: