ve samimi bir iştiyak devresinin sonuna, hasreti çekilen mahbup ve maşukun huzuruna varılmış gibi, ruhi ve pek tatlı bir sarsıntı geçiriyordum. Fakat çiftliğin önüne ulaştığım zaman Paşayı, yanındakilerle birlikte otomobillere binmeğe hazır bir vaziyette buldum. Halbuki geridekilere hazırlanmak, araba ve at bulup istikbale çıkmak fırsatı verebilmek için Paşanın —enaz bir saat çiftlikte kalması lâzımdı.
Bu sebeple hemen otomobilden indim, insan kılığına temessül etmiş dehadan başka bir şey olmayan Paşayı candan gelen sevgi ve saygile selâmladım:
- Hoş geldiniz ama, dedim, şehre gitmekte acele buyuruyorsunuz. ilk kahvemizi bufada içmek tenezzülünde bulunmaz mısınız?
İğrirarını hissettirmek isteyen deha, ne, de sert konuşurmuş?. Benim, en halis bir hürmetle arzettiğim bu niyaza, Mustafa Kemal Paşa, idraki şaşkınlatan sesle cevap verdi:
— Hayır, hayır. Kahveye lüzum yok. Hemen hareket edeceğiz.
Ve bana kendi otomobilini göstererek ilâve etti;
— Siz de yanıma buyrunuz.
Onunla yanyana bulunmaktan hem şeref alacaktım, hem —vaziyetimi tesbite yaraması mümkün— istifadeler elde edecektim. Lâkin, Amasyadanberi, Paşaya otomobilde refakat eden eski Bahriye Nazırı Rauf Beyin geride kalmasını nezakete uygun bulmayarak, itiraz etmek istedim:
— Rauf Beyefendiyi, dedim, zatıalinizden ayırmak istemem. Ben müsaadenizle, kendi otomobilime bineyim.
— Olmaz, yanıma geliniz. Sesi o kadar hakiki ki, ihtiyarsız boyun kırdım ve iradesiz izinde yürüyüp, otomobiline bindim. Bir neferle, bir Başkumandan vâziyetindeydik. Kendimle onun arasında o kadar büyük bir mesafe görüyordum. Tabii sürur ve gurur için-