şıyor, kuşlar uçuşuyor, taze dudaklar ağaç kütüklerinin siperinde, sonu gelmez buselerle öpüşüyor; diğer tarafta ise, yaşlı hastalar, yorgun iskeletlerinin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu yaratıkların sayısını yaşayanların yekûnundan durmadan çıkarmakta...
Ne yazık ki vücudun çökmesi zekânın olgunluk zamanına tesadüf eder. Mânâsız çocukluk, tatsız gençlik, olgunluk çağına hazırlanmaktan başka nedir? Zekâ — nar, ayva ve portakal gibi — geç renk ve koku kazanan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor. Dünyayı idare eden, ilim, fen, san’at ve edebiyat cereyanlarını idare eden, şakakları beyazlanmış kafalardır. Genç allâme ve genç dâhi bir mucizedir ki bazı yerlerde vücut buluyor.
Ne olacağı meçhul yeni doğmuşlara yer açmak için ölümün her sene, bilhassa baharda, kır saçlara attığı tırpan, kim bilir, tabiata karşı insan zaferini ne kadar geciktirmektedir!
Nereden geldiği ve nasıl başladığı meçhul bir kürk modası, İstanbul’un hemen bütün kadın tabakalarına yayıldı.
Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin bildiğimiz kürkünü çevirip sırta geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri cüsseli bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.