Kemal Kılıçdaroğlu'nun 28 Ocak 2020 tarihli CHP grup toplantısında yaptığı konuşma

Vikikaynak, özgür kütüphane

Efendim hepiniz hoş geldiniz şeref verdiniz. Bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer yurttaşlarıma gönül dolusu sevgilerimizi saygılarımızı ve muhabbetlerimizi gönderiyoruz. Zor şartlardan geçiyoruz, ama hiç kimse umutsuzluğa kapılmasın. Türkiye büyük ülkedir, Türkiye güzel ülkedir, bu ülkede güzel insanlar yaşıyor ve hep beraber bütün sorunları büyük bir kararlılıkla aşacağız, bundan bütün vatandaşlarımın emin olmasını isterim.

Zaman zaman söylerim, sevinçli günlerimiz var, üzüntülü günlerimiz var. Tasada ve kıvançta, yani sevinçte ve üzüntüde beraber olmak gibi bu milletin bir hasleti var. Eğer bir yerde bir olay olursa, üzücü bir olay olursa, örneğin deprem olursa; kimliği, inancı, siyasi görüşü ne olursa olsun bütün insanlarımız orada açılan yaraları kapatmaya gidiyorlar. Bu bağlamda Elazığ ve Malatya’da yaşanan deprem faciasında hayatlarını kaybeden bütün vatandaşlarıma Allah’tan rahmet diliyorum, ailelerine başsağlığı diliyorum, milletimizin başı sağ olsun diyorum. Yaralılar da inşallah kısa süre içinde sağlıklarına kavuşur, evlerine dönerler.

41 vatandaşımız hayatını kaybetti, 45 vatandaşımız enkazdan sağ çıkarıldı, 1607 vatandaşımız da hastanelere kaldırıldı. Dolayısıyla bütün arzumuz bu tür felaketler olduğunda can kaybının olabildiğince olmaması… Hiç olmaması en büyük temennimiz, ama olabildiğince olmamasıdır.

Tabii bu arada şunu da ifade etmek isterim. Cumhuriyet Halk Partili belediyeler de deprem bölgesine büyük katkılarda bulundular. Adana, Ankara, Antalya, Aydın, Hatay, İstanbul, İzmir, Mersin, Muğla, Tekirdağ belediyelerimiz bölgeye hem insani yardım, hem diğer yardımları büyük ölçüde taşıdılar. Ben bu vesileyle sadece büyükşehir belediye başkanlarımızı değil, bütün belediye başkanlarımızı kutluyorum. Bir sorun var, sorun yaşanıyor, soruna olabildiğince katkı vermeye çalıştılar. İtfaiye araçları gönderdiler, araba kurtarma ekipleri gönderdiler, hizmet araçları gönderdiler, ambulanslar gönderdiler, kurtarma ekipleri gönderdiler, battaniyeden elektrikli sobaya, kuru gıdadan sıcak yemeğe kadar, çadır kurarak sıcak yemeğe kadar hemen hemen bütün ihtiyaçları karşılayabilecek katkıları esirgemediler. Bu vesileyle ben gerçekten de belediye başkanlarıma yürekten teşekkür ederim.

Değerli arkadaşlarım, her yılbaşı yeni bir yılı kutlamak üzere güne başlıyoruz. Yılbaşında olabildiğince insanlar aileler bir araya geliyorlar, gençler meydanlara çıkıyorlar yeni yılı kutlamak istiyorlar. Ocak ayının bu bağlamda sadece bizim ülkemizde değil, dünyada da önemli bir ay olduğunu biliyoruz. Yeni bir başlangıç diye insanlık ayın birinden itibaren yeni bir başlangıca huzur içinde adım atmak istiyor. Ama Ocak ayının bizim tarihimizde acı günleri var. Onat Kutlar bir Ocak ayında öldürüldü, Yasemin Cebenoyan bir Ocak ayında öldürüldü, Metin Göktepe bir Ocak ayında öldürüldü, Hrant Dink bir Ocak ayında öldürüldü, Uğur Mumcu bir Ocak ayında öldürüldü, Muammer Aksoy bir Ocak ayında öldürüldü ve Gaffar Okan bir Ocak ayında öldürüldü.

Kimisi bilimsel eserleriyle, kimisi gazetedeki yazılarıyla, kimisi konuşmalarıyla, kimisi sanatıyla, kimisi birikimiyle toplumda önder kişilerdi, toplumu aydınlatan kişilerdi. Ellerinde birer meşaleyle toplumun önderi konumundaydı bu insanlar. Fakat terör bu insanları aramızdan ayırdı. Ayırdı, ama onların ilkelerini yaşatmak hepimizin boynunun borcudur. Aynı yola kararlılıkla ve azimle devam etmek hepimizin ortak görevidir. İsterlerse istedikleri kadar katliam yaparlar, ama biz yolumuzdan inandığımız yoldan, inandığımız ülküden asla dönmeyeceğiz; Türkiye’yi çağdaş uygarlığa ulaştırıncaya kadar.

Bugün önemli bir dava görüşülüyor, Osman Kavala’nın davası. Tam 819 gündür hücrede. Haksızlık yapıldığını herkes biliyor, vicdanı olan herkes Osman Kavala’ya haksızlık yapıldığını biliyor. En son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kadar da olmaz dedi, 10 Aralık’ta bir karar verdi, Osman Kavala’nın tahliye edilmesi gerekir dedi. 10 Aralık İnsan Hakları Günü. Duruşmaya çıktı, dört gün sonra tekrar içeri hapse gönderildi. Nedeni, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı tercüme edilip de hâkimin önüne gitmemiş. Yani hiç tercüme edilmese ömür boyu kalacak içeride. Böyle bir adalet olabilir mi? Dolayısıyla bugün görülen davada inşallah adalet tecelli eder ve Osman Kavala yuvasına kavuşmuş olur.

Değerli arkadaşlarım, devletle siyasi partiler arasındaki ilişkiden söz etmek isterim. Devlet süreklidir ve bakidir. Hepimiz bir devlette yaşıyoruz, devletimizin bayrağı var, vatanımızın sınırları var ve bizim tasada ve kıvançta beraber olmamızı sağlayan adaleti öngören bir anayasa var, bütün devletlerde olduğu gibi bizde de bir anayasa var. Anayasa devletin omurgasını belirliyor. Yasama organını, yürütme organını, yargı organını belirliyor, bunların görevlerini ve görev tanımlarını yapıyor. Dolayısıyla devlet bakidir ve süreklidir, ama devleti yönetmek üzere siyasi partilere halk yetki verir ve gelir iktidar olurlar. Bu, 1921’den beri egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, 21’deki ifadesiyle hâkimiyet bilâ kaydu şart milletindir ilkesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla kayıtsız şartsız egemenlik milletinse, padişahın değil milletinse, sultanın değil milletinse, o zaman demokrasiyi güçlendirmek ve bu bağlamda devleti topluma hizmet eder hale getirmek gerekiyor. Devlet bir baskı aracı değil, devlet topluma hizmet etmelidir.

Bizim ülkemizin güzel insanları var, gerçekten de güzel insanları var. Bizim ülkemiz dünya coğrafyasında en güzel yerde. Denizlerimiz var, hatta sadece bize özgü denizimiz var Marmara Denizi gibi. Karadeniz, Akdeniz, bütün bunlara baktığımız zaman dünya coğrafyasının güzel bir yerinde ve güzel insanlarımız var. Az önce Malatya ve Elazığ’da yaşanan deprem dolayısıyla farklı kimliklerden farklı görüşlerden farklı siyasi yapılardan pek çok insan, sivil toplumdan tasada ve kıvançta birlikte olmanın örneklerini verdiler, beraber bu güzel ülkede yaşamak istiyoruz.

Peki, talebimiz ne? Talebimiz, birlikte yaşamak istiyoruz, hiçbir ayrım yapmadan birlikte yaşamak istiyoruz. Peki, birlikte yaşamak yetiyor mu? Hayır, huzur içinde yaşamak istiyoruz, barış içinde yaşamak istiyoruz, huzurlu bir Türkiye istiyoruz. Başka... Gelecek kaygısı olmayan, güven içinde yaşayan bir toplum olmak istiyoruz. Gelecek kaygılarımızı aşmalıyız, gelecekte kaygılar değil ideallerimiz olmalı; Türkiye’yi nasıl büyütürüz, nasıl görkemli bir ülke haline getiririz, nasıl dünyada söz sahibi yaparız güzel ülkemizi? Bir gelecek umudu olmalı, bunun için çalışmalıyız ve bunun için biz demokrasiyi inşa etmeliyiz. Başka... Adaletli bir devlet istiyoruz, adalet olsun istiyoruz. Devletin dini adalettir, devletin dini adaletse adaleti sağlamak bütün siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin ortak görüşü olmak zorundadır, ortak uygulaması olmak zorundadır, ortak amacı olmak zorundadır. Adaletsiz bir toplum kendi içinde barışı sağlayamaz, barışık bir toplum olamaz. O nedenle adaleti sağlamak zorundayız. Hakkı hukuku ve adaleti kendi coğrafyamıza, kendi evimize, kendi mahallemize, kendi kentimize, hayatın her alanına taşımak zorundayız ve tabii herkesin işi, herkesin aşı olsun istiyoruz. Adalet olacaksa herkesin işi olacak, herkesin aşı olacak. El aleme muhtaç olan bir insan olmasın istiyoruz.

Başka... Anneler çocuklarını güven içinde okula göndersinler, huzur içinde okula göndersinler. Oğlum kızım okuyacak büyüyecek, bu ülkeye katkı verecek ve bu ülkede yaşayacak. Bir gelecek kaygısı olmadan güven içinde çocuğunu okula gönderebilmeli ve çalışan herkes alın terinin karşılığını almalı, bunu istiyoruz. Ben çalışıyorsam alın terinin karşılığını almalıyım. Bir başkası tarlada çalışıyorsa, fabrikada çalışıyorsa, sanatçıysa, hayatın her alanında alın teri döküyorsa, döktüğü alın terinin karşılığını almalı. Dolayısıyla bu da bizim taleplerimizden birisidir. Bu bağlamda baktığınızda bugünlerde soğan üreticileri çok dertli; ektik diyor, soğanı da aldık diyor, geçen yıl yurtdışından getirmiştik şimdi tarlada çürümeye terk edildi. Alın terinin karşılığını alamıyor soğan üreticisi, buna da bir parantez açarak dikkat çekmek istiyorum değerli arkadaşlar.

Ve yine ne istiyoruz? Mutfaklarda yangın olmasın, mutfaklarda bereket olsun; huzurlu bir toplumun mutfağında bereket olur, huzurlu bir toplumun mutfağında anne güzel yemekleri yapar çocukları için eşi için veya karı koca beraber yaparlar güzel yemekleri, huzur içinde ailede huzuru sağlamış olurlar. Ve biz ne istiyoruz? Üniversitelerimiz bilgi üretsin istiyoruz, katma değeri ürün üretmeliyiz biz. Üniversiteler bilgi üretecekler, bilgi üretecekler ki sanayici o bilgiyi elle tutulan metaya dönüştürebilsin ve biz dünyada söz sahibi olmalıyız, üretimimizle söz sahibi olmalıyız, bilgimizle birikimimizle söz sahibi olmalıyız, biz bunu istiyoruz.

Başka... Kimse inancından, kimliğinden, yaşam tarzından ötürü ötekileştirilmesin istiyoruz, herkes huzur içinde yaşasın; herkesin kimliği başımın üstüne, herkesin inancı başımın üstüne, herkesin yaşam tarzı başımın üstüne. Siyasetin konusu nedir? Onun kimliğiyle, onun yaşam tarzıyla uğraşmak değildir, onun inancıyla uğraşmak değildir. Siyasetin konusu, onun karnı aç mıdır tok mudur, çocukları iyi okula gidiyor mu, Türkiye’nin geleceği konusunda bir endişesi var mı, mahallede yaşadığı bir sorun var mı? Siyasetin konusu budur. Dolayısıyla bizim siyaset anlayışımız, insanın mutluluğu üzerine inşa edilen bir siyaset anlayışıdır.

Ve yine ne istiyoruz? Farklı düşündü diye hiç kimse cezalandırılmasın. Farklı düşünmek insanlığın gelişmesine kapı aralamak demektir. Çok sık verdiğim bir örnek var, Ortaçağ’a kadar bütün insanlık dünyanın düz olduğuna inanırdı. Bir kişi çıkıyor, aykırı bir kişi çıkıyor, bir bilge çıkıyor diyor ki dünya düz değil arkadaşlar dünya yuvarlaktır. Hemen yakalıyorlar, doğru engizisyon mahkemesine, dünya düz sen nasıl yuvarlak dersin. Vallahi ne yaparsanız yapın, dünya yuvarlıktır, bir de kendi etrafında dönüyor. Kim haklı çıktı? Bir kişinin gözlemi, bir kişinin düşüncesi, bir kişinin bilgisi bugün dünyada tartışılmaz hale geldi. Dolayısıyla her düşünceye, farklı düşünceye saygı göstermek insanlığın önünü açar. Kişileri düşündüklerinden dolayısıyla suçlamak değil, düşündükleri dolayısıyla ödüllendirmek gerekiyor. Düşünce şiddete başvurmadığı sürece, herkese saygı duymak gerekiyor.

Ve hepimiz temiz bir çevrede yaşamak isteriz, güzel bir çevrede yaşamak isteriz. Çocuklarımızı parka götürmek isteriz, çocuklarımız kentteki hayvanlarla tanışsın isteriz, kuşları görsün isteriz, hayatı bilsin isteriz, güzel çevrede yaşasın isteriz ve bu sadece bizim talebimiz değil, herkes güzel bir çevrede yaşamak ister. Ve yine depreme dayanıklı güvenceli evlerde kentlerde yaşamak isteriz. En büyük arzularımızdan birisi de budur.

Bunlar gerçekleşsin diye ne yapıyoruz değerli arkadaşlar? Güzel bir toplum, kendi içinde barışık bir toplum, üreten bir toplum, bilime değer veren bir toplum, farklı düşünen insanları suçlamayan, farklı düşünen insanları anlayışla karşılayan bir toplum düşünün. Ufku açık, geleceği açık bir toplum düşünün. Kimseyi suçlamayan, farklı düşündü diye kimseyi suçlamayan bir toplum düşünün. Böyle bir toplumu inşa etmek istiyoruz.

Ve dolayısıyla bunlar gerçekleşsin diye ne yapıyoruz? Askere gidiyoruz, kendi ülkemizin geleceği için askere gidiyoruz. Üç önemli unsuru yerine getiriyoruz. Askerlik bugünü ve yarını güvence altına almak demektir. Ülkemizin bugününü ve yarınını güvence altına almak demektir. Savaşmak için değil bakın, Bakanlığın adı Milli Savunma Bakanlığı, milli savaş bakanlığı değil Milli Savunma Bakanlığı; saldırılmadıkça, kendi ülkemizin çıkarlarıyla oynanmadıkça kendi ülkemizin güvenliğini sağlamak zorundayız. O nedenle askere gidiyoruz.

Başka... Devlet adaletle yönetilsin istiyoruz. Bunu kim yapar? Siyasetçiler yapar. Siyasetçi halkın oylarıyla geliyor ve devleti adaletle yönetmek zorundadır. Devlet adaletle yönetildiği zaman zaten sorunların büyük bir kısmını aşmış oluyor.

Bir başka önemli nokta değerli arkadaşlar, hepimiz vergi veriyoruz. Devlet adaletle yönetilecek, fakire bir şeyler vermesi lazım, adaletle yönetilecek ulaşılmayan yerlere yol yapmış olacak, adaletle yönetilecek elektrik sorunumuzu çözecek, dolayısıyla kaynakları en verimli şekilde kullanacak. Adaletle yönetme kavramı sıradan bir kavram değildir, bir mahkeme kavramı değildir. Haksızlığa uğrayan herkesin her kişinin sorununa eğilmek demektir. Ulaşılamayan yere ulaşmak demektir. Dolayısıyla bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor ve bizim yapmamız gereken önemli bir şey daha, devleti yönetirken vatandaştan zor alıma dayalı vergi alıyoruz; verginin hakça kullanılması lazım, yerinde kullanılması lazım. Askerliği belli bir süre yapıyorsunuz, belli bir yaş ve belli bir süre. Siyasetçiye de oy kullanmaya giderken iktidarı seçerken de belli aralıklarla gidiyorsunuz, ama vergiyi doğduğunuz andan itibaren ödüyorsunuz. Çocuğun altına bez alınır vergi ödersiniz, emzik alırsınız vergi ödersiniz, hayatın her alanında vergi vardır. Kefen bezi alırsınız vergi verirsiniz, kahvede çay içersiniz vergi verirsiniz, dolmuşa binersiniz vergi verirsiniz, uçağa binersiniz vergi verirsiniz, tarlaya gübre atarsınız vergi verirsiniz, hayatın her alanında vergi vardır. Ve biz vergiyi niye ödüyoruz? Daha güzel bir Türkiye’yi inşa etmek için, fakirliği fukaralığı yok etmek için, dünyada söz sahibi olmak için, bilime önem vermek için, bilim insanlarının önünü açmak için, yolsuz bir yerimiz kalmasın, her köye insanın yaşadığı her yere okul götürelim yol götürelim, aydınlığı götürelim uygarlığı götürelim, bunun için vergi veriyoruz. Değerli arkadaşlarım, askere gidiyoruz vatani görevimizi yapıyoruz, oy kullanıyoruz demokrasi görevimizi yapıyoruz, vergi veriyoruz hem mali hem demokrasimiz hem Türkiye’miz güçlü olsun diye yapıyoruz. Değerli arkadaşlarım, buradan şuraya gelmek istiyorum. Bizim ödediğimiz vergiler, hayat boyu ödediğimiz vergiler, doğduğumuz andan ölünceye kadar. Öldükten sonra da vergi ödeniyor, eğer bir servet bırakıyorsanız, bir miras bırakıyorsanız sizin çocuklarınız bıraktığınız mirasın da vergisini ödüyorlar. Yani doğumdan ölüme diyorum, ölümden sonra miras bırakıyorsanız o da dahil olmak üzere vergi veriyoruz. Ne için vergi veriyoruz? Daha güzel bir Türkiye olsun diye vergi veriyoruz, daha iyi şartlarda yaşayalım diye vergi veriyoruz. İktidarda olan hiçbir siyasetçi kendi cebinden para harcamaz, bizim paramızı harcar. Biz onu iktidara getiririz, ona güveniriz, ona vergi veririz, deriz ki bu parayı bu ülkenin insanlarının çıkarları için harca ve o da bunu harcar. Dolayısıyla siyasi iktidar her kuruşun hesabını millete vermek zorundadır. Her kuruşun hesabını millete vermek zorundadır. Benim paramı harcıyorsa, sizin paranızı harcıyorsa, yeni doğan çocuğun ödediği verginin parasını harcıyorsa hesabını millete vermek zorundadır. Demokrasinin çıkış kaynağı da zaten budur değerli arkadaşlarım. Buna biz devlette şeffaflık diyoruz, yani saydamlık diyoruz, yani hesap veren iktidar diyoruz, yani insana saygı duyuyoruz, yani insanın ödediği vergilerin onun çıkarlarına nerelere harcandığını ona anlatalım diyoruz. Ve dolayısıyla demokrasinin de çıkış kaynağı zaten “ey iktidar benden vergi aldın, benden aldığın vergileri nerelere harcadın?” Bunun hesabını sormaktır, demokrasi budur değerli arkadaşlar. Bir parantez açayım, eğer bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslararası yolsuzluk endeksinde 13 basamak birden - bir değil, iki değil, yedi değil, dokuz değil, on değil, 13 basamak birden - geriye gidiyorsa, bizden toplanan vergilerin hesabının verilmediğini kabul etmemiz lazım. Bizden toplanan, fakir fukaradan toplanan, yeni doğan çocuktan toplanan, en yaşlımızdan toplanan verginin hesabı verilmiş değil. Bunun üzerinde hepimizin dikkatle durması lazım.

Aynı şekilde değerli arkadaşlar, her vatandaşın şu soruyu sorma hakkı vardır bütün demokrasilerde. Ben vergi veriyorum, paramı nereye harcadın? Bu zaten demokrasinin gereği; ben vergi veriyorsam, paranın nereye harcandığını sormak zorundayım. Eğer ben insansam, aklımı kullanacaksam, verdiğim verginin nerelere harcandığını benim öğrenmem lazım, benim bilmem lazım, aydınlanmam lazım. Çünkü benden sürekli vergi alıyorsun, vermesem de zorla alıyorsun, geciktirirsem hem vergi hem de faiz alıyorsun. O zaman nereye harcadın bu parayı? Ben bunu öğrenmek zorundayım.

Değerli arkadaşlarım, benim vergimi benim vatanım için kullanacaksın, benim insanım için kullanacaksın. İşin özü bu; benim vergimi, benim vatanım ve benim insanım için kullanacaksın. Bu sorunun sorulmadığı yerde, bu soruyu sorarsam başım tehlikeye girer denilen yerde hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur arkadaşlar. Bu tarihin bize yüklediği bir sorumluluktur, demokrasinin bizim için zorunlu kıldığı bir sorumluluktur. Vergi veriyorum, nereye harcadın ey siyasi iktidar? Bana bu soruyu soramazsın diyor. O zaman benden vergiyi niye alıyorsun? Bu sorunun cevabını bütün demokrasilerde siyasi iktidar sürekli verir ve vermek zorundadır. Biz de buna uymak zorundayız.

Değerli arkadaşlarım, 17 Ağustos 1999 büyük Marmara Depremini yaşadık. Rahmetli Ecevit, Ankara’dan İstanbul’a giderken İstanbul’a ulaşamadı, çünkü yollarda çökme vardı ve dolayısıyla yolda kaldı ve daha sonra ancak İstanbul’a gidebildi. O deprem faciasında 17 bin 480 vatandaşımız hayatını kaybetti, 23 bin 781 vatandaşımız yaralandı, 550 vatandaşımız da sakat kaldı. Rahmetli Ecevit, yaşanan bu büyük depremin yaralarını tamir etmek için Deprem Vergileri dediğimiz yasayı çıkardı. Parlamentoya getirdi, parlamentoda milletvekillerine aktardı, yaşanan büyük felaketi bütün Türkiye yaşıyordu, bütün dünya biliyordu, bütün dünya bize yardım için koşuyordu, ama biz kendi yaralarımızı kendi birikimlerimizle çözebiliriz, onarabiliriz, yapabiliriz dedi. Ve uzun adı şöyle; “Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla” diye başlıyor, Deprem Vergileri dediğimiz vergi kanununu çıkarıyor. Ek gelir vergisi alıyor vatandaştan, ek kurumlar vergisi alıyor, ek emlak vergisi alıyor, ek motorlu taşıtlar vergisi, özel iletişim vergisi ve özel işlem vergisi alındı. Büyük ölçüde yaralar sarıldı. Ve bu deprem vergilerinin nerelere, ne kadar harcandığı da Başbakanlık internet sitesine konuldu ve oralarda da belli aralıklarla vatandaşa bilgi veriliyordu, para topladık deprem vergisi için, nerelere harcandı diye bilgi veriliyordu.

Diğer vergiler, ek vergiler kalktı, 2004 yılında özel iletişim vergisi kalıcı hale getirildi. Yani AK Parti iktidarı dedi ki ben bunu kalıcı hale getireceğim. Niçin? Türkiye’de deprem riski var, dolayısıyla Türkiye’nin uzun vadede de depremle mücadele etmesi lazım ve bunun çözülmesi lazım. 2004-2019 arası vatandaştan toplanan deprem vergisi 65 milyar lira, eski parayla 65 katrilyon lira. Dolara vurursak 34 milyar dolar. 34 milyar dolar para deprem yaralarını sarmak, kentleri depreme dayanıklı hale getirmek için bizim ödediğimiz vergi, herkesin ödediği vergi. Sonra bu oranları da artırdılar, hiç itirazımız yok, deprem varsa kentleri depreme dayanıklı hale getireceksek, can kaybı olmasın istiyorsak, mal kaybı olmasın istiyorsak bu fedakârlığa bu millet katlandı. Tam Türk parasıyla 65 katrilyon lira, Amerikan dolarıyla 34 milyar dolar parayı götürdü dönemin hükümetlerine teslim etti. Yani AK Parti iktidarlarına teslim etti.

Malatya ve Elazığ’da bir olayla karşılaştık. Az önce konuşmamın başında da belirttim, çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetti. Gönül isterdi ki hiç kimse hayatını kaybetmesin. Ama yaşadıkları evler depreme dayanıklı değildi. Bereket versin sarsıntı çok kısa sürdü, daha büyük felaketlere yol açabilirdi.

Değerli arkadaşlarım, vatandaş haklı olarak şu soruyu soruyor. 17 yıldır iktidarsınız; 1 yıl değil, 5 yıl değil, 10 yıl değil, 15 yıl değil, 17 yıldır iktidarsınız ve deprem vergisi alıyorsunuz –az önce rakamları söyledim 34 milyar dolar- Elazığ’da Malatya’da ve bilinen tüm deprem bölgelerinde can kaybını ve tahribatı önlemek için neler yaptınız? Bir vatandaş bunu soruyor. Vay sen misin bunu soran, nasıl sorarsın. Niye sormasın? Vergiyi sen ödemiyorsun ki, o vatandaş ödüyor, o vatandaşın da bu soruyu sorma hakkı var. Elazığ’a ne yaptın kardeşim sen Malatya’ya ne yaptın kardeşim sen? Deprem için önlem aldın da birisi karşı mı çıktı? Çık de ki, biz Elazığ’da deprem bölgesi Elazığ, deprem bölgesinde depremin yaratabileceği tahribatı gidermek için şu şu şu yatırımları yaptık, şu önlemleri aldık. Ey sevgili vatandaşım hiç meraklanma, biz vatandaştan toplanan her kuruşun hesabını vermeyi namuslu bir görev kabul ediyoruz desene.

Bunu söylemiyorlar, neden soruyorsun bize? Şimdi bu soru sorulur mu? Ne zaman soracağız? Zaten yıllardır soruyorlar. Vatandaş ne yaptı? Vatandaş üzerine düşen görevi yaptı mı? Yaptı. Vergisini ödedi mi? Ödedi. Önlemi almak kime düşüyor? Siyasi iktidara. Yöneten o ülkeyi. O ülkeyi yönetiyorsa, ben parayı kime veriyorum? Ona veriyorum. Ne için veriyorum? Deprem için önlem al arkadaş, Türkiye deprem kuşağında önlem al diyoruz. Para alıyorsun; bir lira değil, beş lira değil, 34 milyar dolar para alıyorsun, 34 milyar dolar! 65 katrilyon Türk lirası alıyorsun! Nereye gitti bu para ve bu can kaybı neden? Vatandaş bunu soruyor. Vatandaş görevini yaptı, ama 17 yıldır iktidarda olanlar görevlerini yapmadılar. Bakınız, Ali Özcan geçen dönem bizim Elazığ milletvekilimizdi. Elazığ’ın bir deprem bölgesinde olduğunu deprem kuşağında olduğunu biliyordu. Bir araştırma önergesi verdi, çıktı kürsüye konuştu 2016 yılında. Şöyle diyor; “Elazığ ilimiz İstanbul’dan sonra deprem riski en büyük ikinci ilimiz. İnsanımızı deprem değil binalar öldürüyor. Elazığ fay hattı üzerinde yaşıyor, tedbirleri görüşelim.” Makul mü makul, doğru mu doğru, vatandaş vergi ödemiş mi ödemiş, deprem vergisi mi deprem vergisi, önlem alınması gerekiyor mu önlem alınması gerekiyor, Elazığ kritik bölge mi kritik bölge, burada depreme karşı önlem almak gerekiyor mu önlem almak gerekiyor. Peki, yasama organı ne diyor? Biz kanunu çıkardık, vatandaş vergiyi de veriyor, bakalım şu yürütme organı üstüne düşen görevi yaptı mı yapmadı mı, parayı yerinde harcadı mı harcamadı mı? Bir bunu araştıralım. Reddedildi. Milletvekilimiz yalvarıyor yakarıyor, yapmayın etmeyin, bakın yarın öbür gün deprem olur, insanlar hayatını kaybeder, önlem alalım. Reddediliyor değerli arkadaşlar. Bu nedir biliyor musunuz arkadaşlar? Kırılan fay hattı değil saray iktidarının ar damarıdır arkadaşlar.

Şimdi biz şunu sormayacak mıyız yani, bu paraları deprem vergilerini nereye harcadın? Vatandaş soruyor. Soranı linç ediyorlar, neden bu soruyu soruyorsun? Soruyu sorma hakkı benim, çünkü vergiyi veren benim kardeşim. Vergiyi veren benim, ben de soracağım. Sen benden bu parayı niye aldın? Depreme dayanıklı ev yapacağım dedin, deprem için kullanacağım dedin, nereye harcadın? Ben bunu bilmek zorundayım. Değerli arkadaşlarım, üç ay önce 2019 Ekim ayında da deprem dolayısıyla alınması gereken önlemlerle ilgili yine bir araştırma önergesi verildi üç ay önce. AK Parti ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi milletvekillerinin oylarıyla reddedildi. Depremde ölenlerin bütün günahı onların boynundadır, bütün günahı!

Öyle bir noktaya getirdiler ki toplumu, depremden önce tartışamazsın. Önlem alalım... Tartışmıyorlar, hayır tartışmayalım. Deprem sırasında... Olur mu kardeşim, insanlar bak yeni defnediliyor, sen kalkmışsın neden bahsediyorsun? Depremden sonra... Yok efendim, depremden sonra konuşulur mu? Bitti, defnettik her şey tamam, bir miktar da yiyecek içecek gönderiyoruz, efendim mercimeğiydi bulguruydu gönderiyoruz, arkasını sırtını sıvazlıyoruz, “Vatan, Millet, Sakarya” deyip vatandaşı gönderiyoruz. Bu mudur sosyal devlet arkadaşlar, bu mu dur sosyal devlet?

Depremi konuşmayacağız da neyi konuşacağız? Deprem sadece bugünün sorunu değil ki, bütün tarihsel süreç içinde en acı can kayıplarını deprem dolayısıyla vermişiz biz. Erzincan depreminden Marmara büyük depreme kadar, herkes biliyor bunu. Üniversite hocası biliyor, anlatıyorlar bize, akademik dünya biliyor, sivil toplum örgütleri biliyor, önlem alın diyorlar, nasıl önlem alınması gerektiği anlatılıyor, binaları dayanıklı hale getirin diyorlar.

Değerli arkadaşlarım, bütün bunların tamamı bir tarafa atıldı ve bu depremi hep beraber yaşadık ve can kayıpları oldu. Değerli arkadaşlarım, elbette ki bir sorun varsa soruna akılcı yaklaşmak gerekiyor. Bilim adamları görevini yaptı mı? Yaptı. Bilim adamları diyorlar ki buradan fay hattı geçiyor mu? Geçiyor. Söylüyorlar mı söylüyorlar. Peki, buradan fay hattı geçiyorsa, burada binalar yapılırken nasıl yapılması gerektiği konusunda belediye görevini yapıyor mu? Yapmıyor. Yok diyor bir şey olmaz diyor, ölürsen sen ölürsün diyor, bana bir şey olmaz diyor. Ölürsün, arkadan bir-iki güzel laf ederim, sonra her şey unutulur gider diyor.

Siyaseti kirlilikten arındırmamız lazım, siyaset vatandaşa hizmet aracıdır; nemalanma aracı değildir, köşeyi dönme aracı değildir. Şu soruyu hep beraber, vicdanı olan herkesin sorması lazım; bu milletten topladığın 34 milyar dolarlık deprem vergisini nereye harcadın arkadaş? Ben bilmek istiyorum. 34 milyar dolar, hepimiz verdik, yeni doğan çocuk da verdi, en yaşlımız da verdi, her partiden vatandaş verdi. Peki, nereye gitti bu para? Ben bunu sormak zorundayım, tüyü bitmemiz yetimin hakkını böyle koruyacağız. Nereye harcadınız bu parayı? Buna hepimizin bir şekliyle cevap bulması lazım. Değerli arkadaşlar, olay yaşanıyor Elazığ’da, Sayın Erdoğan’ın kurduğu şöyle bir cümle var. “Depremi durdurma şansımız var mı?” diyor. Depremi durdurma şansımız yok zaten, soru bu değil, soru şu: Kardeşim 34 milyar dolar para aldın, para topladın, bu vatandaşın evini depreme dayanıklı hale niye getirmedin? Soru bu! Depremi zaten durduramazsın. Japonya örneği var, bizden daha fazla deprem oluyor, daha şiddetli deprem oluyor, bir kişinin burnu bile kanamıyor. Bizde deprem oluyor bir sürü insan ölüyor. Bunlar bizim insanımız.

Değerli arkadaşlarım, İstanbul’da deprem oldu 5,8 şiddetinde deprem oldu. Malum ondan önce 99 depremi olmuştu, binlerce kişi hayatını kaybetmişti, Çevre ve Şehircilik Bakanının yaptığı şöyle bir açıklama var. “İstanbul’da 14 okulda eğitime ara verildiğine değinen kurum, 80 kamu binasının 53 okulun incelendiğini bildirdi.” 1999-2020... Bir daha söyleyeyim, 1999-2020. Daha beyefendiler 80 kamu binası ve 53 okulla ilgili çalışma yapıyorlar. Şu soruyu vicdanı olan herkesin kendisine sorması lazım, 82 milyondan toplanan 34 milyar dolar nereye harcandı? Bir daha söyleyeyim, bakın borcu katmıyorum, o borçlar ayrı, zaten borç batağındalar. Benim sorduğum soru şu: Bu ülkenin insanları, her görüşten insanı, her coğrafyada yaşayan insanı 34 milyar dolar depreme dayanıklı evler yapılsın diye para verdi, vergi verdi, bugün deprem oluyor ve insanlar ölüyorlar. Nereye gitti bu 34 milyar dolar? Herkesin sorması lazım, nereye gitti bunu sorması lazım.

Değerli arkadaşlarım, bakınız 2015... Ben genelde söyledim, ama Sakarya’dan da bir örnek verelim. Sakarya’da - bizim büyük Marmara depreminde en çok etkilenen illerden birisi de Sakarya’ydı - valilik 2015’te bir brifing raporu hazırlıyor. Okuyorum aynen: Depreme dayanıklı olmayan 60 okul binasından 21 binanın yıkılıp yeniden yapılması, 39’unun güçlendirilmesi gerekiyor. Bu okulların güvenli hale getirilmesi için Milli Eğitim Bakanlığından 135 milyon 889 bin lira ödenek tahsisi isteniyor. 99 depremi, 2015... Kaç okuldu? 60 okul binasından 21’inin yıkılması lazım. Sakarya, depremin merkezlerinden birisiydi. 99-2015... Ne yapıyorlar bunlar, devleti nasıl yönetiyorlar bunlar? Bizim çoluk çocuğumuzun, insanımızın hiç mi kıymeti yok, hiç mi değeri yok? Nereye harcadınız siz bu deprem vergilerini, nerede kullandınız siz bu deprem vergilerini? Aynı zamanda dünyanın borcunu aldınız, Türkiye Cumhuriyeti Devletini borç batağına sürüklediniz. Duyunu Umumiye gibi ayrı bir Borçlanma Genel Müdürlüğü kurdunuz. Nereye gitti bu paralar? Hem Elazığlılar, hem Malatyalılar, hem 81 ildeki bütün vatandaşların, aklı baliğ olan bütün vatandaşların bu soruyu sorması lazım, nereye gitti bu paralar? Değerli arkadaşlarım, deprem şu saatte şu gün geliyorum demez. Fay hattı kırılır ve siz karşılaşırsınız, saati de belli olmaz. Marmara depremini yaşadık, diğer depremleri yaşadık, Bingöl depremini, Erzincan depremini yaşadık. Bütün mesele nedir? Depreme karşı önlem almaktır. Dünya alıyor, Japonya bir deprem ülkesi aslında. Orada deprem olur, bizden çok daha şiddetli, kimsenin burnu kanamaz, bizde bir deprem olur yüzlerce insanımız hayatını kaybeder, onlarca insanımız hayatını kaybeder. Niçin? Suçu da Allah’a yükleriz. Yok öyle bir şey arkadaşlar, Allah bize akıl verdi, aklı kullanacağız. Ne diyor? Aklınızı kullanmıyor musunuz diyor yüce yaradan, aklınızı kullanmıyor musunuz? Tek beşer biziz aklını kullanan. Ben aklımı kullanmak zorundayım, depreme karşı önlem almak zorundayım. Japonya alıyor da biz niye almıyoruz? Orada daha şiddetli deprem olurken kimsenin burnu kanamıyor da, bizde hafif yer sarsıldığı zaman neden çoluk çocuğumuz bir sürü insan hayatını kaybediyor? Sorumlusu siyaset kurumudur arkadaşlar, kaynağı yerinde harcamamasıdır.

Önlemin nasıl alınacağı belli, Japonya nasıl yapıyorsa aynısını yap, depreme dayanıklı evler yap, konutlar yap, okullar yap, hastaneler yap. Hâlâ İstanbul’da 99’dan bu yana el atılmamış okullar var. Size az önce Sakarya örneğini verdim, Sakaryalılar çocuklarını bu okullara gönderiyorlar. Yazık günah değil mi?

Değerli arkadaşlarım, deprem oluyor, depremden sonra kriz yönetimi. Bakanlar toplanıyorlar hep beraber, krizi yönetecekler. Neyi yöneteceksin? Zaten adam yeraltında, zaten ölmüş, zaten insanlar koşuyor onları kurtarmaya. Sen daha önceden bir önlem aldın mı? Bu evler yıkılmasın diye önlem aldın mı? Hayır, onu almıyor! O suçu Allah’a yüklüyor, takdiri ilahi. Takdiri ilahi tabii, ama kardeşim önlem alacaksın, evi dayanıklı hale getireceksin. Allah sana aklı niye verdi? Japon’a veriyor da sana mı vermedi? Japon yapıyor da sen niye yapmıyorsun? Orada insan ölmüyor da burada niye insanlar ölüyor?

Değerli arkadaşlarım, bunun temel noktası, temel ölçüsü liyakattir. Devlet liyakatli kadrolarla yönetilirse her kuruşun hesabını millete verirse, millet bu paraların nerelere harcandığını öğrenirse, işte liyakat dediğimiz odur. Kul hakkı yememektir liyakat, devleti yönetenlerin kul hakkı yememesi demektir. Devlet lafla yönetilmez, devlet bilgiyle yönetilir, ahlakla yönetilir, erdemle yönetilir, devlet vatandaşa saygıyla yönetilir. Vatandaşın sorunlarını çözüyorsan devleti iyi yönetiyorsun demektir. Devleti yönetmek sadece bugünkü sorunlara kilitlenmek demek değildir. Devleti yönetenler, devletin 50 yıl sonra 100 yıl sonra nereye gideceğini de hesaplamak zorundadırlar. Dünya nereye gidiyor, biz nereye gidiyoruz? Deprem oluyor koşuyoruz hep beraber, kurtaralım. Binalar niye yıkılıyor arkadaşlar? O çürük binaları kim yaptı? O çürük binaların yapılmasına kim izin verdi? Bunu hiç sormuyoruz. Beyler iktidarda, bunu sormuyorlar.

Değerli arkadaşlarım, devlet yönetiminde liyakat aynı zamanda bir gelecek perspektifi belirlemektir, 50 yıl sonrayı 100 yıl sonrayı nasıl inşa edeceğiz, Türkiye nereye gidiyor dünya nereye gidiyor? Dünyadan koptuk mu, yoksa o yarışın içinde bizde mi varız? Liyakat budur aynı zamanda. Önemli kadrolar devlette görev yaparlar. Devlette liyakati de bitirdiler. Her şeye bir kişi karar veriyor. Bizim atalarımız boşuna mı demiş, “akıl akıldan üstündür” diye. Vazgeçtik ondan, bir akıl var her şeyin üstünde. Sus deyince herkes susacak, konuş deyince konuşacak. Kadınlar üç doğum yapacak, dört değil, beş yapacak, şu kadar etek boyu şu olacak, pantolonu bu olacak, elbisesi şöyle olacak. Kimsin sen, kimsin sen Allah aşkına! İnsanların inancıyla uğraşırsın, insanların kimliğiyle uğraşırsın, insanların yaşam tarzıyla uğraşırsın. O insanın karnı doyuyor mu doymuyor mu arkadaş, bir onu sorsana. O insanın evinde huzur var mı yok mu, Allah aşkına bir bunu sorsana. O insan çocuğunu okula gönderirken baba harçlık veriyor mu vermiyor mu bunu bir sorsana.

Doğalgaza dünyanın zammını yaptınız. Borular Türkiye’den geçiyor, Rusya’dan gelen doğalgazın boruları Türkiye’den geçiyor, Avrupa’da çok ucuz, bizde çok pahalı. Zamanında atmışlar kazığı, vazgeçemiyorlar da şimdi. Kimin sırtından? Sarayda oturanların sırtından mı? Hayır, bu milletin, fakir fukaranın sırtından. Bunu dile getirince kızıyorlar. Vallahi de billahi de istediğiniz kadar kızın, ben bunları her ortamda her yerde dile getireceğim.

Liyakat aynı zamanda planlama demektir. Planlama nedir? Bir paranız var, bu parayı nereye harcayacaksınız? Şöyle diyeyim örnek vereyim. Benim 10 lira param var ve sabah kahvaltısı da yapmadım, saat oldu işte akşam saati, ben 10 lira parayla sinemaya mı giderim, yoksa yemek mi yerim? Tercih nedir, oturup yemek yemem lazım, birinci önceliğim o, karnımın doyması lazım. Benim karnım doymuyor çocuğum açsa, benim önceliğim çocuğumun karnı doysun ben aç kalmaya razıyım, çocuğumun karnı doysun. Ama değerli arkadaşlar, alınan para, toplanan paralar öncelikleri iyi belirlenmemişse çarçur edilir, israftır. İsraf bizde haramdır, ama israf ediyorlar. Kardeşim birinci önceliğin ne? Eğer deprem varsa, deprem kuşağındaysak, burada insanların deprem felaketi dolayısıyla hayatlarını kaybetmemeleri için gerekli önlemi alacaksın, yani sağlam kazığa bağlayacaksın, ondan sonra kader dersin. Her türlü önlemi alırsın, ne yapalım ben her türlü önlemi aldım dersin, aklımı kullandım dersin, her şeyi yaptım dersin, ama bu felaket geldi bunun çaresini bulamadık dersin.

Siz hiçbir şey yapmıyorsunuz. Kurtarma mükemmel, önlem alma sıfır. Herkes koşuyor, kurtaracağız… Sanki beyefendiler inecek aşağıda vatandaşı kurtaracak. Bir de şov yapılıyor. Bu da yanlıştır, bu da doğru değildir. Dolayısıyla ahlaklı davranmak lazım. Liyakat aynı zamanda ahlaklı davranmayı da içerir. Ahlak, liyakat, adalet aynı kökten geliyor bunlar, aynı kavramlar bunlar aslında. Devleti yöneten kişinin vatandaşına yanlış söylememesi lazım, vatandaşına yalan söylememesi lazım, devleti yöneten kişinin erdemli olması lazım, vatandaşa doğruları söylemesi lazım.

Örnek vereyim değerli arkadaşlar, 27 Eylül 2019’da malum 5,8 şiddetinde bir deprem oldu. Depremden sonra Erdoğan şu açıklamayı yaptı: “İstanbul’da AFAD’ın bırakın yüzlerce, binlerceyi, on binlerce şu anda ilan edilmiş toplanma alanları söz konusudur, vardır.” Yani İstanbul’da bırakın binlerceyi, on binlerce toplanma alanı vardır, bir deprem olması halinde on binlerce toplanma alanına İstanbullular gidecektir. Vallahi de billahi de, bakın yemin ediyorum, vallahi de billahi de bu toplanma alanlarının ne olduğunu bilmiyor. Devleti yönetiyor, ama toplanma alanı nedir bundan haberi yok.

Peki, devletin en tepesinde oturan kişi toplanma alanları on binlerce diyor, 20 bin mi 50 bin mi 100 bin mi bilmiyoruz. Peki, AFAD’a bakalım AFAD ne diyor? 2 bin 864 tane toplanma alanımız var diyor. Şimdi devleti yöneten bu kişi arkadaşlar, vatandaşın önüne çıkıp konuşan kişi bu kişi, dünyadan haberi yok, toplanma alanının ne olduğunu bilmiyor. Herhalde caddeleri, parkların hepsini toplanma alanı kabul etti. Yok öyle bir şey! toplanma alanı önce vatandaşın deprem sırasında en rahat şekilde ulaşabileceği alandır. Her tarafın yıkıldığı bir ortamda siz bir yere ulaşamıyorsanız, orası toplanma alanı değildir. Bundan bile haberi yok değerli arkadaşlar.

İşin özeti, birlikte çalışacağız. Bütün bunlar bizim moralimizi bozmasın. Biz güzel ülkemizi adaletle yöneteceğiz, huzur içinde yöneteceğiz, oy versin vermesin her vatandaşı kucaklayacağız, birlikte olacağız.

Ama bir şey daha var, değerli arkadaşlar biz Tank Paleti unutmadık. Şimdi deprem diye dokunmadım, Tank Paleti unutmadık daha. Tank Paleti, Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli fabrikasını yabancı bir orduya peşkeş çekene vatan haini deriz.

15 Temmuz şehitlerini unutmadık, gazileri unutmadık, onların hakkını hukukunu unutmadık, onları da sonuna kadar takip edeceğiz.

Beşiktaş’ta terör dolayısıyla hayatını kaybeden 39’u polis toplam 46 vatandaşımızı unutmadık, 52 milyon lira toplandı, ne oldu bu paralar? Bunu da soracağız.

Kaddafi’den 250 bin dolar para aldı Erdoğan, 250 bin dolar para aldı, medyanın önünde aldı, dedi ki, “250 bin doları insan hakları için çalışan derneklere bağışlayacağım.” Aylardır soruyorum, bir daha soruyorum, 250 bin doları hangi derneğe bağışladın, bana çık söyle.

Ve haftaya FETÖ’nün siyasi ayağı nedir onu anlatacağım size.