Aşk-ı Memnu/Bölüm 1
Maun sandalla müsademeyi andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmıştılar ki, bugün Kalender'den[1] dönerken gene onun âdeta çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş göründüler. Beyaz sandalın şık, zarif süvarilerinde küçük bir telâş eseri, bir ufak haşyet sayhası bile uyandıramayarak geçen maun sandala - her iki tarafı görebilmek üzere biraz yan oturan - Peyker başını bile çevirmedi, arkasını sahile vererek Anadolu kıyısına dumanlarını serpen bir vapura dalmış gözleriyle Bihter'in beyaz örtüsünün içinde vakar ve endişe dolu çehresi tamamiyle kayıtsız kaldı; yalnız, valideleri, sarıya boyanmış saçlarının altında gözlerinin mânasına derin bir mübhemlik veren geniş bir sürme çemberiyle çevrilmiş gözlerini çevirdi, ucunda gizli teşekkür mânası titreyen bir serzeniş bakışıyla maun sandala büsbütün yabancı kalmadı.
Aralarında mesafe biraz uzanır uzanmaz, bu üç kadının kayıtsız vakarına birden halel geldi, en evvel valide - kırk beş senenin henüz izalesine muvaffak olmadığı bir şebâb vehmiyle mesirelerde etrafa dağılan tebessümleri kendi lehine isnat etmek itiyadını takip ederek - dedi ki :
- Bu Adnan Bey de!... Artık âdet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalender'de yoktu, değil mi Bihter?...
Validesinin şikâyet şekli altında gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklayamayan sözlerini Bihter cevapsız bıraktı. Peyker validesine doğrudan doğruya cevap vermeyerek:
- Bugün çocukları da yanında değil... dedi, ne güzel çocuklar, değil mi anne? Hele oğlan! Yumuk yumuk gözleriyle bir bakışı var ki...
Bihter, eğilmeyerek, dudaklarının ucuyla sordu :
- Validelerini tanır mıydınız, anne? Kız annesine çekmiş olmalı...
Firdevs Hanım Bihter'in sualini anlamamışçasına donuk gözlerle bir saniye baktı, sonra başını çevirerek artık gözden kaybolan sandalı araştırdı; tekrar Bihter'e bakarak ve bu defa kendi zihninde cereyan eden efkâr silsilesini takip ederek :
- Ne tuhaf bir bakışı var! dedi. Israr eden bir bakış! Ne zaman gözlerim tesadüf etse...
Firdevs Hanım ikmal etmeden evvel biraz tevakkuf etti. Galiba «bana» diyecekti, fakat kızlarına karşı bu kadarcık bir lisan ihtiyatına tamamıyla sönmesi kabil olamayan bir annelik vakarı lüzum gördü, ve : «Buraya bakarken görüyorum...» dedi.
Validelerinin bu küçük lisan ihtiyatı ikisinin de dikkat nazarından kaçamadı. Peyker'le Bihter manalıca bakışarak gülümsediler, hattâ Peyker bu gülümsemenin ifadesini açıklamaktan çekinmeyerek:
- Evet, gözlerini Bihter'den ayırmıyor, dedi.
Bu cümlenin tesirini görmek için validelerine baktılar, o, cevap vermemek için uzaklara baktı.
Firdevs Hanım Melih Bey takımının hususî şöhretinden en ziyade hissesi olan bir çehredir ki, işte otuz senedenberi - on beş yaşından kırk beş yaşına kadar - bütün mesirelerin en mâruf hayat temasilinden biridir. İstanbul'un seyranları takviminden ismi silinemeyen, hattâ silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı saçlarıyla, taravetinin izmihâlini örtmek için düzgünlere sıvadığı simasıyla kendisini o kadar aldatmış, henüz tazeliği vehminin içine öyle bir fikir delâletiyle nefsini tevdi etmiş idi ki, Peyker'le Bihter'in yaşlarını - birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini - unutarak onları bütün bu tebessümlerden, bu takiblerden hisse alamayacak kadar çocuk zannederdi.
Bu, iki kızla valide arasında ebedî bir cenk ve istihza zemini idi ki, tamamen vuzuh ve serahat kesb edememekle beraber hemen her gün tekerrür eder; Peyker'in manalı bir kelimesi, Bihter'in insafsız bir tebessümü güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin harap ve fersude kırk beş senesine çarpardı.
O, böyle hâin bir kelime, merhametsiz bir tebessüm, kulaklarına müthiş bir istihza ıslığı ile kırk beş yaşını bağırırken dudaklarında acı bir irtisam ile dalgın dalgın Peyker'le Bihter'e bakar, sonra ufak bir titreyişle gözlerini bu hakikatten ayırarak tekrar şebap vehminin, iğfal hazzına avdet ederdi.
Şimdi, dört aydan beri müzic bir fikir beynini tırmalıyordu. Peyker biraz sonra onu büyük valide edecekti. Buna vukuf hâsıl ettikten sonra büyük validelik bir kâbus ağırlığıyla onu bunaltmağa başladı. Kendi kendisine güya bu fikri silkip atmak istiyerek: «Mümkün değil!» derdi.
Büyük valide!...
Melih Bey takımının içinde kadınlar hattâ zor valide olurken büyük valide olmak onun için bir zül, bir ayıp hükmünde idi. Şimdiden buna bir çâre düşünüyor, saçlarının beyazlarıyla çehresinin harabisine bir tamir tedbiri bulduktan sonra büyük valideliğe de bir şey icad etmek istiyordu, öyle bir şey ki ona şebap vehminin mestliğinde gizlenebilmek için imkân bıraksın: Çocuk annesine abla, ona da anne, diyecekti.
Melih Bey takımının içinde böyle garip bir istisna teşkil etmek zilletini tali onun için mi alıkoymuş idi? Bu vak'a hayatını telvis edecek bir leke kadar onu korkutuyor ve artık Peyker'e onu büyük valide edecek olan bu mahlûka, açıkça husumet ediyordu.
Peyker'in son cümlesinden sonra sandalda hep sükût ettiler. Adnan Bey artık unutulmuş göründü.
Melih Bey takımı!... Bu takımın İstanbul hayatında mertebesinin tâyini metin bir kaideye müstenid olamaz. Tamamiyle kibar âlemine mensubiyet iddia edecek kadar sağlam bir asalet sahibi olmayan bu ailenin yarım asır evveline kadar mevcudiyeti meşkûk ve mübhemdir, aile efradı içinde kibar hayat sicilinde tanınmış isimler bırakanlara uzaktan yakından - biraz karışık olmakla beraber - tesadüf etmek nesiller şecereleri müteveggilerine belki mümkün olur. Asıl takımın hususî hayat tarihi işte bu aileye namını terk eden Melih Beyden ibtida eder. «Melih Bey takımı» unvanı ailenin bütün ruhî tarihini rumuz ve şümuluyla telhis ve icmal eder bir ifade vüsatine maliktir.
Melih Bey kimdir?
Bu suale sarih bir cevap vermek külfetine lüzum görülmemiştir. Melih Bey vefatından sonra devam edebilecek hiç bir hâtıra bırakmamıştır: Yalnız Anadolu kıyısında bir yalı ile bu yalıdan İstanbulun hemen her tarafına yayılarak bugün «Melih Bey takımı» ünvanıyla bir temayüz noktasında birleşen kadınlar...
Melih beyin yalısı yarım asrın inkılâp silsilesinden geçmiştir. Bugün kimbilir kimindir? Fakat ne zaman önünden geçilse Boğaziçinin hususî hayatına vâkıf olanların kalblerinde gizli bir parmak uzanarak orasını gösterir ve mübhem fakat zengin mânalar vererek:
- Melih Bey'in yalısı, der...
Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan tarab ahengi hâlâ rıhtımın taşlarını yalayan suların zemzemelerinde muhtefi, geceleri Boğazın suları bir zamanlar buradan topladıkları neşve şaşaasının hâlâ iltima-ı bakiyesiyle furuzan zan olunur, onun için yalının o hayat devresini bilmeyenler bile yalnız onun mânasını his ederek buradan geçerken bir âlemin meçhul bir sergüzeştine ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine:
- Evet, Melih Bey'in yalısı, derler.
Bu yalı şehrin tarihinde mümtaz bir nevi çiçek yetiştiren bir camekân hükmüne hizmet etmiş ve İstanbul'un kibar hayatına bu mümtaz mahsulden numuneler serpmiştir. Bunlar yarım asırdan beri bu küçük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır; fakat onları dağılmakla beraber birbirinden ayırmayan, bütün muhtelif çiçekleri bir rabıta ile toplu bir demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki, ailenin unvanıdır. Bu, aileyi cereyanının dalgaları içinde sürükleyip götüren inkılâp nehrinin üstünde, batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte devam etmiştir.
Melih Bey takımında garip bir isticnas hassası vardır: hangi aile ile nisbet peyda eylerse o aile için Melih Bey takımından olmak muhakkaktır. Melih Bey takımından bir kız - galiba bu ailenin temayüz eshabının vikayesi, kadınlara müvekkel olduğundan kaderin hususî bir müsaadesiyle takımdan hemen bütün kız evlâd çıkmıştır. - bir diğer aileye intisap etmekle manevî hüviyetinin bu yeni ailenin hamiresinde mas olmamasını o isticnas hassası emniyet altına alır. Hattâ bu camekânın en -güzide çiçeklerini Firdevs Hanım - aile tarihi içinde bir hârika nev'inden - henüz on sekiz yaşında iken Rumeli sahilinin mini mini zarif bir yalısına - bugün Kalender seyranından sonra beyaz sandalın rıhtımına yanaşmak üzere olduğu açık sarı boyalı yalıya - gelin gider gitmez izdivaç hediyesi olarak oraya derhal aile unvanını götürmüş oldu; o günden başlayarak kocasının ismi silindi ve yerine:
- Firdevs Hanım'ın beyi, denildi.
Firdevs Hanım bir çok akraba kızları gibi kocasız kalmamak lüzumunu düşünmekte acele etmiş idi. Bütün mizacının hoppalığıyla ve dünyada güzel giyinmekten ve mümkün olduğu kadar eğlenmekten başka bir şeye ehemmiyet vermeyen dimağının muhakemesiyle her ne olursa olsun bir koca - elbiseleriyle akrabalarının masarifini temin edecek bir kese - bulmağa karar vermiş idi. Ailenin etrafında yavaş yavaş kuvvet kesbeden bir uzak kalma hissi evlenecek kızları için yalnız bir izdivaç zemini bırakmış idi: Mesireler... Bir gün Göksu'da - nasıl oldu bilinemez - Firdevs Hanım'ın izdivacından bahs olundu. Bu rivayet derenin sevda taşıyan sularının üstünden hafif bir hande ile uçdu; güzergâhında hayretler uyanıyordu, bütün Göksu güya bu rivayete karşı mebhüt ve mütehayyir, bir taaccüp nidasıyla titredi:
- Bu kadar erken!...
Henüz on sekiz yaşında, henüz bu çiçekten Göksu kendisine bir tesliyet yadigârı bırakacak bir koku almağa vakit bulmadan... Fakat ertesi hafta - iki hafta arasında bir izdivacın mühim inkılâbı vuku bulmamışçasına - Firdevs Hanım yine Göksu'da yine bir hafta evvel etraftan selâm toplayan gözleriyle görünüverince bütün dere bir inşirah nefesiyle şişti ve bu defa artık etrafında dolaşmakta izdivaç ihtimallerinin girdabları açılan on sekiz yaşında şiir ve şebap dolu bir tehlike değil, izdivacının vukuu akabînde seyran hayatına sadakat isbatı için Göksu'yu selâmlamağa gelen Firdevs Hanım'ın sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir teslimiyet ile takıldı, sürüklendi gitti.
Göksu'da bundan evvel Firdevs Hanım'ın izdivacı rivayeti - ucunda ağır bir kurşun parçası sallanan olta iğnesi gibi - düştüğü noktanın etrafında gittikçe genişleye genişleye açılan dâireler tersim etmiş idi; herkes bu dâirelerin haricinde kalmak, yalnız ufak mühteriz bir temasla iğnenin ucundan biraz yem koparmış olduktan sonra kaçmak isterdi, bir safderunun avlanmasını bekleyerek yalnız temaşa halinde kalmak tercih olunurdu.
Safderunun kim olduğu taayyün ettikten sonra merak zail olmuş, hattâ bu biçare kurbanın mevcudiyeti bile unutulmuş idi; artık ortada iğnesinin ucu kırılmış bir sayyad, avlamaktan ziyade avlanmağa müntazır ve müheyya bir Firdevs Hanım kalmış idi.
Daha doğrusu bu izdivaçda Firdevs Hanım aldanmış idi: izdivaç ona beklediği şeylerden hiç birini getirmiyordu, yahud hunlardan o kadar az bir hisse getiriyordu ki birden kendisini hülyalarında aldatmış olan bu adama husumet etti. Bu izdivaç ona saf bir genç kız emelini tatmin etmiş olmak tesliyetini bile vermiyordu. O izdivacında şebabının hiç bir sevda temayülüne tebaiyet etmemiş idi, bütün aşk ve garam emellerini feda ettikten sonra bu fedakârlığa mukabil elinde hemen bir hiç görünce acı bir nedamet duydu, kendi kendisine: «O halde, mademki böyle olacaktı, niçin...» der, bu sualin arasında hep kendisine zengin bir izdivaç yaptıramayacaklarından dolayı ihmal edilen çehreleri görür, ve «evet, o halde ne için onlardan biri olmadı?» sualiyle cümlesini ikmal ederdi.
Firdevs Hanım tamamiyle serbest idi, hattâ denebilirdi ki bu kadın izdivaç münasebetlerinde vazifeleri değiştirmiş, kocalık sıfatını kendisine alıkoymuş idi. Bir hafta içinde zevcini Melih Bey takımından yapmış idi.
Bir gün kocasının gözleri önünde Göksu'da Firdevs Hanım'ın sandalına - içinde bir penbe zarfın yazısı saklanmış - bir demet atıldı. O akşam birinci defa olarak bir kıskançlık kavgasına girişmek kasdiyle kocası demeti, mektubu sordu, Firdevs Hanım her türlü kavga mukaddemelerini birden kesen bir nazarla doğruldu:
- Evet, dedi... Bir demet, içinde de bir mektup! İstersen okuyabilirsin. Daha yırtmadım. Fakat sonra? Ne olacak sanki? Halkı çiçek atmaktan, mektup yazmaktan men edecek ben değilim. Bence yapılacak bir şey varsa cevap vermemektir.
Sonra kocasına eğilmiş ve parmağını sallayarak işaret etmiş idi:
- Hem baksanız a, size tavsiye ederim bana kıskançlık meseleleri icat etmeyiniz, belki beni cevap yazmağa mecbur edersiniz...
İki sene sonra Peyker, üç sene fasıla ile Bihter doğuyordu. Firdevs Hanım için bu iki vaka iki mühim musibet darbesi hükmünde idi. Kendisini böyle biri biri üstüne valide eden bu adamla artık her gün cenkleşiyor; ona, çocuklarına, kendisini gençliğinden ayırmak isteyen bu şeylere her şeyi cidal vesilesi ittihaz eder bir düşman kesiliyordu.
«Ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?» cümlesi en beklenmeyen zamanlarda kocasının yüzüne vurulacak bir kamçı idi. O, bu kamçı darbelerine yüzünü uzatır, gülerek bu müthiş kavgaların neticesini beklerdi. Karşısında bu erkeği o kadar zelil, o kadar miskin görmekten husumetine bir de teneffür rengi karışırdı. Bu, ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu...
Bir gün Firdevs Hanım İstanbul'dan eve avdet ederek odasına çıkınca birden garip bir manzara karşısında dondu: Çekmesinin gözleri kırılarak açılmış, öteye beriye çamaşırları, kordelaları, mendilleri dağıtılarak atılmış idi. Birden bunların arasında buruşturulmuş, yırtılmış, etrafa serpilmiş kâğıt parçaları gördü ve hepsini anladı.
Nihayet, kocası, senelerden sonra damarlarında birdenbire bir kocalık kıvılcımının tutuştuğunu hissederek gelmiş, bu kadının hususî hayatına aid sırlar mahfazasını parçalamış idi.
Mütehevvir bir isyan ile bir dakika beklemeyerek, odasından fırladı önüne Peyker - o zaman ancak sekiz yaşında olan büyük kızı - geçti:
- Anne!... dedi, bey babam bayıldı, hasta yatıyor...
Çocuğu kollarından tutarak fırlattı, kocasının odasına koştu; bütün hayatının saklanmış kinlerini bu adamın başına çarparak artık her şeyi kırmak, rabıtaları parçalamak istiyordu; lâkin odaya girince, sedire yığılmış yatan bu yıldırımla vurulmuş vücudun karşısında dondu. O, gözlerini çevirerek karısına baktı, bütün telvis olunan hayatının serzenişleriyle memlû bir nazar... Birinci defa olarak kocasına cevap vermedi; mebhut, dudakları titriyerek, gözlerini ayıramayarak, durdu; kocasının gözlerinden iki sakit yaşın yuvarlandığını gördü.
Bir hafta sonra dul kalıyordu. Dul kaldıktan sonra birden kocası hakkında bir merhamet, hattâ bir muhabbet duydu, onun ölümüne bir parça da kendisini müsebbip addediyordu. Fakat bu, bir ay sonra mesirelerde tekrar görünmeden onu menedemedi. Bu defa onun hülyasında on sene evvelki emel gayesi tekrar can bularak parlamağa başlamış idi: Bir kese bulmak, fakat öyle bir kese ki içinden avuç avuç, saymaksızın, alabilmek mümkün olsun.
İşte seneler insafdan mahrum bir seri cereyan ile hep geçiyor ve Firdevs Hanım'ın hülya dolu gözlerine karşı altın iltima ile parlayan o kesenin şaşaası hep taliin kıskanç elinde sönüyordu.
Peyker Adnan Bey için: «Evet gözlerini Bihter'den ayırmıyor » cümlesiyle onun kalbini burmuş idi. Demek bunu da elinden Bihter alacaktı? Peyker'den sonra Bihter?... Bu iki kız onun nazarında bi-| rer rakibe, onu böyle elinden ümidlerini ala ala öldürecek birer düşman idi.
Peyker'in izdivacı onun için müthiş bir darbe olmuş idi. Mesele çıkar çıkmaz kızının izdivaç fikrine karşı isyan etti, husususyla Peyker'in yapmak istediği gibi bir aşk izdivacı affolunmaz bir kabahat nazarıyla bakıyordu. Muvafakat etmemek için bir müddet uğraştı, sonra Peyker'in firar etmek tehdidine mukabil bütün kuvvetleri düşerek mağlûp bir teslimiyetle rıza gösterdi. İlk önce evde kendisine resmiyet dâiresinde bir eda ile «Valide Hanım efendi» diyen bir damat görünce birinci defa olarak ihtiyarlamış olmak acısını duymuş idi, sonra yavaş yavaş zaman bu acının üzerine ince bir kül tabakası çekmiş idi; fakat şimdi büyük valide olmak tehlikesi o külleri savuruyordu.
Çevik bir hareketle Bihter rıhtıma atladıktan sonra elini Peyker'e uzattı. Gebeliğinden beri kendisinin böyle küçük dikkatlere mazhar edilmesinden Peyker haz alıyor ve henüz hamli mahsûs bir yük olacak derecede ilerilememiş olmakla beraber yürüyüşünde, gezinişinde yardıma muhtaç görünen bir mecalden mahrum vaz'ı süs ittihaz ediniyordu, iki kız kardeş rıhtımda annelerine intizar ederek durdular. O, bilâkis kimsenin muavenetine ihtiyaç göstermek istemezdi. Kendisinden beklenemeyecek bir hiffetle sandalda ayağa kalktı, rıhtıma atladı.
O zaman bu üç kadın giyiniş tarzlarının nadir zarafetiyle meydana çıktılar.
Giyinmek... Eğlenmekten sonra Melih Bey takımının başlıca hassası giyinmekte bütün zevk erbabına her vakit mukalled olan fakat hiç bir zaman tamamiyle taklidine - anlaşılamaz bir sebeble muvaffakiyet hasıl olamayan zarafetleriydi.
Eğlenmekte bu aile efradının, hele bugün en ziyade tanılan Firdevs Hanım'la kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tâyin edemezdi. Onları İstanbul'un zevk hayatında tefavvuk mertebesine çıkaran hususî bir şöhret vardı ki sebebleri pek araştırılmaksızın herkesçe kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kâğıthane, Kalender, Bendler müdavimleri onları tanırlar; Boğaziçi'nin mehtap âlemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde tevakkuf olunarak pencerelerin saklı şeyler ifşa etmesine intizar edilir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler, nerede görülse onlar hemen farkedilir. «Melih Bey takımı» fısıltısı mesirenin havasında uçar, herkesde bir tecessüs hareketi uyanır, ve güya bu fısıltının ihtizazlarından bir sırlarla dolu mâna serpilir. Bu nedir? Hiç kimse sarih tafsilât ile bunu tâyin edebilecek emarelere malik değildir. Bir takım rivayetler vardır ki başkalarının aleyhine hizmet edecek şeylere halkın kolaylıkla itimadı neticesiyle tedkik olunmak zahmeti Jhtiyar edilmeksizin revaç bulur, hattâ ihtimal tedkik olunursa hakikati sabit olamayacağı ve o halde bunlara inanmak lezzetinden mahrum kalmak icap edeceği için bu rivayetlerin neşr edildikleri suretle kabul olunması mukarrerdir.
Onlar bu rivayetlere ne kadar ehemmiyet vermezlerse rivayetler o kadar kuvvet almış bulunurdu. Bütün gezişleri, bakışları birer mânaya mahmul olurdu; fakat onlarda bu rivayetlerden pek de memnun olmuyor değil gibiydiler, hattâ Pirdevs Hanım'ın bir omuz silkintisile: «Oh! Halka bakarsanız hiç bir şey yapmamak lâzım gelir; bence insan halk için değil, nefsi için yaşamalıdır!...» deyişi vardı ki bütün ailenin felsefesini icmal ederdi.
Fakat, ne denilirse denilsin, işte onlar yarım asırdan beri bütün mesirelerin zarafet ruhu idiler. Bu, aile efradına miras olarak intikal etmiş bir hassa idi ki onları daima İstanbul'un en iyi giyinen kadınları mertebesinde tutmuş idi. Hayatları tarzının tabiî icablarıyla yavaş yavaş bütün aile efradında tevessü ve teessüs eden bir zarafet ihtiyacıyla giyinmek sanatının ruhundaki sırları keşf etmişler, o bir hussuî kaideye itba olunamayarak yalnız zevkin müşkülpesent miyarıyla tevzin olunabilen giyinmek sanatında bir icad hârikası bulmuşlardı. En harim giyecek şeylerden yüzlerinin peçesine, eldivenlerinin rengine, mendillerinin işlemesine varıncaya kadar öyle bir nefis ve müstesna zevk hükm ederdi ki sadelikleriyle beraber en özenilmiş, en ihtimam görmüş ziynetleri bayağılığa indirirdi. Onlar görülünce bu igtizellik fark edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin husul esbabı dikkatten kaçardı. İşte Pygmalyon'dan alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi eldivenler, işte Au Lion D'or'dan çıkma keçi derisinden potinler, işte siyah saten de Lyon'dan herkesinkine benzer çarşaflar... Fakat herkesinkine benzeyen bu ufak tefek şeylerde zarafetlerinin ruhundan tayaran eden bir nefaset havası bu mânâsız şeyleri öyle mümtaziyet aguşu içinde sarardı ki bunları adilikten çıkarır ve başka bir dünyanın müstesna metaı hükmüne getirirdi. Onlarda taklid edilemeyen şey giydikleri değil giyinişleriydi, peçelerini bir ilişdirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı. Meselâ onlardan biri bir gün eldivenlerinden birini iliklemeği unutmuş olurdu: Eldivenin tersine devrilen kapağının arasından türlü türlü ince gümüş tellerle, yahut altın zincirler arasında sıra ile inci ve minimini yakut parçaları sıralanmış zarif bileziklerle dolu beyaz bir bilek öyle lâtif bir ihmal ile açık kalırdı ki bir saniye görülebilen bu bilek artık unutulamazdı. Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi.
Gördüklerinden fikirler çkarırlar; ötede beride tesadüf olunmuş numuneleri birbirine karıştırarak birinden alınmış bir şeyi diğerine ilâve ederek bir başka şey vücude getirirler, ve bu, başkali-ğile, hepsine tefevvuk ederdi. Onlar, iki kızla anne, saatlerce müzakereler, mücadeleler yaparlar, nihayet yeni bir âlet icad eden bir müşteri zaferiyle bu celselere yeni bir keşfin sevinçleriyle hitam verirlerdi.
Bazan, dururken, onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanihalarına sahralanan ilhamından taze bir şevk bekleyen bir ressam ihtiyarıyla Beyoğlu'na inerek yeni gelmiş kumaşları, Tünelden Taksim'e kadar giyilen yeni elbiseleri görmeğe çıkarlardı. O zaman alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek mağazalara girilir, saatlerle yığın yığın kumaşların karşısında müzakereler edilirdi. Beğenilmeyen kumaşları ellerinin tersiyle iterek yahut gözlerinin bir ucuyla red ederek, asla aldatmayan âni br zevk ile mahkûm ederler, sonra dikkat ve muayeneye lâyık olmak üzere ayrılan parçaları ellerinin bir iki. Üstad darbesiyle peykenin üstünde kabartırlar, bunların tesirini uzun uzun keşfe çalışırlardı. Onların itiraz kabul etmeyen bir isabetle kat'î hükümleri vardı ki, dükkânlarda her vakit bir şakirt hürmetle dinlenirdi. Bu ufak şeyleri telebbüs zevki için bir hüküm ehemmiyetiyle telâkki olunur ve ekseriyet üzere asıl dükkân sahibleri satmak hevesinden ziyade onların fikirlerini almak lezzeti için saatlerce üşenmeyerek önlerine kumaş yığarlardı. Onlar bir müşteri sıfatıyla değil alınacak şeyi binlerce şeylerin arasından seçip ayıran birer sanat üstadı ehemmiyetiyle telâkki olunur, aldıkları, beğendikleri şeylere hususî bir imtiyaz verilirdi. Müşterilere karşı «Bunu beğenmediniz mi? Geçen gün Melih Bey'inkiler bunu pek beğenmişlerdi!...» demek kumaşın kıymetini derhal tezyid edecek kavî bir tavsiye idi.
En ziyade sanatlarının sihri, bu zarafeti inanılmayacak bir ucuzlukla vücude getirmekte idi. "Zaten ailenin malî kudreti bunu tebdil edilemeyecek bir esas kaide hükmüne getirmiş idi. En ziyade tekellüfe, lüzum gördükleri, mesirelere mahsus kıyafetleriydi. Zarafet zevkinin bu basit ve dar zemini onlar için gayet geniş bir cevelân sahası olurdu. Hattâ bugün Kalender'de yeni bir kıyafetin resmi teşhiri icra olunmuş, birinci defa olarak ancak bir sandalda giyilebilecek bir şey icat edilmiş idi. Bu, omuzlarından düşerek dirseklerinden bir kaç parmak aşağısına kadar ancak inebilen beyazla eflâtun tülden karıştırılmış ve yine beyaz ve eflatun kurdelelerle yer yer tutturulmuş bir harmaniden ibaretti. Başlarında gayet dar fakat uzun ince bir Japon ipeğinden yapılmış, uçlarına eski işlemeleri takliden beyaz ipekten hafif bir su işlenmiş bir örtü vardı ki boyunlarından dolanarak uçlarının uzun beyaz ipekten püskülleri harmanilerin ifrata hamlolunabilecek tantanası muaheze nazırından gizlemek isteyerek kısmen saklıyordu. Daha sonra eflatun canfesten bir eteklik ki harmaninin mütemmim bir zeyli olmak üzere telakki edilebilirdi, fakat bu, evde giyilecek bir eteklikten başka bir şey değildi... Valide kızlarına benzemiyordu. O, bir müddetten beri kızlarının giyiniş tarzını beğenmeyerek onlardan ayrılmaya başlamıştı, aralarında elbiselerden görünen bir iftirak hasıl oluyordu. Sinlerin ihtilafından hâsıl olan bu iftiraka o, kızlarının zevkini ifrat ile itham ederek bir sebep göstermek isterdi; fakat gayet hafi ve samimi bir his onu haberdar etmiş idi ki hâlâ kızları gibi giyinmekte devam ederse gülünç olacaktır. Onun için bugün o da başka bir şey icat ederek harmanileri taklit edememenin intikamını almış idi. Beline kadar ince ince kıvrımlarla sıkı sıkıya inip belinden sonra bol dalgalarla aşağıya dökülen yensiz gayet açık kahve bir yeldirme yapmış ve bunu her yeldirmeden tefrik edecek bir icat eseri olarak arkasına ucu zarif bir ipek püskülle sallanan bir başlık koymuş idi.
Bu başlık Peyler'le Bihter için bir şaka silsilesi husule getirmiş idi. Anneleri kendileriyle bir örnek giyinirken inceden inceye bu bitmek tükenmek bilmeyen gençlikle eğlenirlerdi; anneleri giyinmekte onlardan ayrıldıktan sonra latifeler başka bir zemin üserine intikal etmiş oldu. Onda bu başlık fikri doğunca evvelâ ciddi sormuşlardı: «O ne için anne? Örtü almayacaksınız da başlık mı koyacaksınız?» O, fikrini müdafaa için cevap vermişti: «Hayır, yalnız arkada duracak, düşün Peyker!.. Gayet bol bir başlık, kenarları katlanarak gene o renkten dantelalarla örtülmüş... Haniya, çocuklara mahsus başlıklara benzer gürültülü kalabalık bir şey.» Onlar bu izah ile kanaat etmeyerek, ciddi başlıkları suallere doğrudan doğruya istihza karıştırarak devam etmişlerdi:
- Evet, fakat mademki giyilmeyecek, o halde bir yeldirmede bir başlığa ne lüzum var?
- Ne için lüzum olmasın? Gece havada rutubet olursa pekâlâ giyilebilir.
- O halde gece giyilebilecek bir başlığı gündüze mahsus bir yeldirmeye koymak ne için lazım gelsin! Gece zaten başlık görünmez ki...
Bu mübahese böyle uzanıp gitmiş, nihayet anneleriyle her bahsin neticesi gibi bunun neticesi de altı saat imtidat eden bir dargınlığa ve kadının ağlamasına sebep olmuştu. Yavaş yavaş süslenmek hakkının kendisinden firarını yine kendisine en ziyade dost olmaları lazım gelen kızlarından işiten bu anne böyle ara sıra tekerrür eden mücadelelerden aciz bir çocuk zaafıyla ağlayarak çıkardı. Bir vakitler onu en hırçın kadınlardan biri yapan sinirlerine şimdi bir yumuşaklık bir gevşeklik geliyor, onu en umulmaz vesilelerle ağlatıyordu. Yanı başında gittikçe gençleşen, güzelleşen bu kızlar onun için mücessem bir itiraz, müşahhas bir istihza hükmüne giriyor, zaten hiçbir zaman aralarında valideliği çocuklarına rapteden duygularla küşayiş bulamayan bu üç kadının münasebeti bir rekabet münasebetinden harice çıkmıyordu.
Bugün o artık taravetini kaybettikten sonra ağır bir semenle dolgunlaşmaya başlayan vücudunu yeni yeldirmesinin içinde genç tutmaya çalışarak önden ilerledikçe iki hemşire arkasından gözlerinin ucuyla başlığı göstererek gülümsüyorlardı. Peyker, kendisinin de ilave ettiği bir fazla mecalsizlikle sanki yükünü taşımaktan yorgun bir vaziyetle ince sarılmış düz beyaz şemsiyesine bir baston gibi dayanarak ilerlerken, Bihter, beli son derece sıkılmış, vücudu daradar sararak ta arkasında iki tarafa dalga vuran etekliğiyle, belinin inceliğine nispetle geniş duran omuzlarından biri ipek ihtizazı ile titreyerek akan harmanisi beline kadar büsbütün düşemeyerek beyaz pike gömleğini etekliğine rapteden siyah meşin kemerinden iki parmak yukarıda kalmış, sağ elinden çıkardığı eldiveniyle beraber kavranılarak tutulan şemsiyesiyle, alçak ökçeli sarı potinlerinin üstünde, yere basmıyormuşçasına bir sekişle, yürüyordu. Bu iki hemşire aynı süratle yürüdükleri halde birinin dinleniyor, diğerinin koşuyor denecek bir hali vardı.
Rıhtımın köşesini döndüler. Yukarıdan inen bir vapur düdüğünü çalarak ileride iskeleye yanaşıyor, uzaktan Paşabahçe'nin çıplak toprakları üstünde akşamın gölgeleri solgun bir çimenlik koyuluğuyla titriyor, önlerinde koy, şu son geçecek vapuru bekleyerek uyumaya hazırlanıyordu. Her vakit onlar sandaldan biraz beride inerek böyle eve girmeden evvel yürürlerdi.
Birden, Bihter, şemsiyesini ileriye, mini mini açık sarı boyalı yalıya uzatarak Peyker'e dedi ki:
- Baksanıza, enişte değil mi?
Peyker durarak baktı:
- Evet, bugün galiba çıkmamış olmalı. Uzaktan iki kadınla şehnişinde duran genç adam arasında bir tebessüm teati oldundu.
Onlar taarrüp ederken Nihat Bay, şehnişinin parmaklığına dayanmış, şimdi bütün çehresini kaplayan geniş bir tebessümle, onları bir an evvel eve çekiyor gibiydi. Bihter Peyker'e «Eniştemde bir şey var, bakınız nasıl gülüyor!..» diyordu.
Meraklarından, içeriye girmeden evvel şehnişinin altında durdular. Hep istifsar eden bir sükut ile ona bakıyorlardı, o bir kelime söylemek istemeyerek ve daima gülerek duruyordu. Peyker sabırsızlandı:
- A, sıkıldım, dedi; ne için öyle gülüyorsunuz sanki?... Ne var? Rica ederim...
O, vaziyetini tebdil etmeyerek omuzlarını silkiyordu: «Hiç!» dedi, sonra ilâve etti:
- İçeriye giriniz de anlatayım. Büyük bir haber.
O vakit iki hemşire içeri atıldılar. Firdevs Hanım biraz daha ağır davranarak girdi. Şimdi Nihat Bey başı açık, arkasında bol beyaz ketenden bir ceketle, ayaklarında altı yumuşak beyaz keten iskarpinlerle merdivenleri inerek onları istikbal ediyordu. Bihter örtüsünü attı, harmanisinin kopçasını çözmeye çalışıyordu. Peyker eldivenlerini çekiyordu, Firdevs Hanım'ın saklanmış bir «of!...» la bir sandalyeye oturdu ve Nihat Bey şehnişinde başlayan cümlesini tekrar ederek:
«Büyük haber!» dedi, sonra üç kadın bu büyük haberi istifsar eden gozleriyle yüzüne bakarken onu ortalarına, gökten düşmüş gibi, aldı:
- Bihter gelin oluyor!...
Hep hayretten dondular. En evvel Bihter ancak beş saniye süren bu hayret vakfesini bozarak ve harmanisinin kopçasını çözmekte devam ederek bir kahkaha içinde eniştesine:
- Alay ediyorsunuz! dedi.
Validesiyle Peyker havadisin bakiyesini bekliyorlardı. Nihat Bey vereceği haberin ehemmiyetinden, onların üzerinde hasıl olacak tesirinden emin olan bir natuk tavrıyla sözünün ciddiyetine evzaının şehadetini ilâve ederek elini uzattı:
- Şimdi, dedi; şimdi henüz on dakika evvel burada resmen Bihter'in dest-i izdivacı talep olundu. Ben de işte hepinize, hususuyla Bihter'e resmen tebliğ ediyorum.
Bu haber o kadar katiyet ve ciddiyetle veriliyordu ki, ötede Bihter bu musahabeye bigâne bir kayıtsızlıkla eldivenlerini, örtüsünü harmanisinin üstüne atarken Firdevs Hanım'la Peyker, ikisi birden, sordular:
- Kim?..
- Adnan Bey!
Bihter başını çevirdi, bu isim bir şimşek darbesiyle onu birden sarmış idi. Firdevs Hanım, ağzı yarı açık bir hayret heykeli şeklinde duruyor, bunun bir lâtife olup olmadığını anlamak istiyordu. Dudaklarına kadar bir sual geldi:
- Bihter'i mi istiyor? Emin misiniz? diyecekti, eğer Peyker'in gülümseyen bir nazarla yüzüne bakışı onu menetmeseydi.
Birden zihninde Adnan beyin aleyhine bağıran takım takım sualler ayaklandı: Utanmıyor mu? ellisini geçkin herif! Henüz bir çocukla izdivaca talip olsun? Hiç olmazsa yaşlarda mutedil bir nisbet gözetmek lâzım değil miydi?
Bütün bu sualleri icmal eedn bir istihfaf edasıyla Firdevs Hanım mevcut olanlardan hiç birinin yüzüne bakmağa cesaret etmeyerek:
- Adnan Bey, şu demin gördüğümüz! dedi.
Sonra birden ayağa kalkarak bu lâtife o kadarcıkla terk olunacak bir şeymiş hükmünü veren kat'î bir sesle: - Ben de ciddî bir şey haber vereceksiniz zannediyordum, dedi; ve ilerleyerek artık basamakları gıcırdatmağa başlayan vücuduyla merdivenlerden çıkmağa başladı.
Peyker gülerek diyordu ki:
- Annemin hiç hoşuna gitmedi. Benden sonra Bihter! Yeni bir münazaa esası daha...
Bihter gülümsedi, yüzünde şimdi penbe bir tabaka dalgalanıyordu; nazarında bir istifsar tebessümüyle eniştesine baktı. Bu nazar: «Sahih! Verdiğiniz haber doğru mu? Eğer öyle ise anneme bakmayınız, bilirsiniz a, bu bana ait bir mesele...» demek istiyordu. Peyker kardeşlere mahsus anlaşma kolaylığüe bu nazarın mânasını tefsir ederek sarih bir sual irad etti:
- Doğru mu söylüyorsunuz, bey? Bakınız Bihter merakından çatlayacak. Siz anneme ne ehemmiyc veriyorsunuz?
Bihter atıldı:
- A, ne için merakımdan çatlayayım? Siz de tuhaf söylüyorsunuz!...
Nihat Bey vakayı iki hemşireye anlattı:
İki saat evvel, tam kendisi dışarıya çıkmak için giyinmeğe hazırlanırken Adnan beyin maun sandalı yalının önüne yanaşmış, «Sizi bugün gezmekten menedeceğim!» mukaddemesiyle Adnan Bey içeriye girerek işte şurada, küçük odada ufak bir mukaddemeden, biraz müteferrik bahislerden sonra «Size bugün belki garip görünecek bir mesele için müracaat ediyorum.» sözleriyle başlamış idi. Ondan sonra biricik müracaat yeri olarak kendisini bulabildiğinden, valide Hanım efendinin nezdinde tavassutunu rica ederek, Bihter Hanım efendinin desti izdivacı talep olunmuş idi.
Nihat Bey devam ederken Bihter'in tebessümüne bir endişe mânası ka'im oluyor ve Peyker kızarıyordu. Hikâye bitince Peyker birden itiraz etti:
- Lâkin çocuklar! Bihter bu yaşta üvey analık mı edecek?
Bihter bu tesahubun altında gizlenen haset hissini bekliyor, muşçasına gözlerini indirerek sükût etti.
Nihat Bey cevap verdi:
- Oh, çocuklar!...
Adnan Bey onların da lâkırdısını etti. Küçük, oğlan, bu seneden itibaren mektebte kalacak. Kız, şimdi on ikisini geçiyor, bir kaç sene sonra o da elbette evlenmiş olacak. O halde?...
Nihat Bey baldızının bütün ruhunu delerek orasını görmek için güya bir pencere açmak istiyen bir nazarla Bihter'e baktı ve ikmal etti:
- O halde o koca mutantan yalı yalnız Bihter'e kalacak.
Bihter'in yüzünde penbe tabaka daha ziyade kuvvet kesp etti. Peyker'in itiraz silâhı düşerek duruyordu. Onun da kalbinde şimdi ufak bir his, mahiyeti pek belli olmayarak bu izdivaç tasavvurunu soğuk bulduruyordu. Bihter' bir kelime söylemeyerek, eniştesinin son sözüne cevap vermemeği tercih ederek eldivenlerini, örtüsünü, harmanisini toplayarak çıktı.
Bir his ona derhal bahsin hemşiresinin yanında devam etmesinden çekinmek lüzumunu ihtar etmiş, bu meselede Peyker'in validesiyle birleşeceğini haber vermiş idi. Ta odasına, tam bir serbesti ile düşünebilmek, itirazlara hedef olmadan evvel ya galip ya mağlûp olmak için bir karar vermek azmiyle mini mini odasına çıktı; kapısını kapadıktan sonra elindekileri yatağın üstüne attı, pencereye koşarak elinin tersiyle pancuru itti, Yakup - uşakları - bahçeyi sulamıştı, son kovanın bakiyesini Bihter'in penceresine kadar tırmanan hanımelinin topraklarına boşaltıyordu. Henüz sulanmış bahçeden toprak kokusuyla karışık çiçek rayihaları odanın beyaz leylâk kokularıyla meşbu havasını serinlendirdi. Şimdi odaya bahçenin yeşil-, liklerine bürünerek koyulaşan esmer bir ziya girmiş, sanki buraya sönmeğe âmâde bir zaafla yanan yeşil bir fanusun renklerini serpmiş idi. Bihter penceresinin yanında, sedirin koluna oturarak, birden muhakemesinin önünde dikilen sualin hallini bu kelimenin âhenginden bekliyormuşçasına kendi kendisine:
- Adnan! Adnan bey!... dedi.
Bu haberin Bihter üzerinde sihirli bir tesiri olmuş idi. Eniştesinin son sözü hissiyatını uyuşturan bir zemzeme ile kulaklarında ihtizaz ediyordu. O büyük yalının yegâne hâkimesi olmak!...
Ümitlerini geçen bir hülya gibi onu düşünmekte çok ısrar ederse silineceğinden korkarak düşünmemek istiyordu, fakat odanın içinden ısıtan ve uyuşturan bir ses, bütün hülyalarının sesi, gizli bir terennümle gelip kulaklarına fısıldıyor ve hülyaların kâffesini birden ihya edecek bir kelime şeklinde ona:
- Adnan! Adnan Bey!... diyordu.
Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, bir çok ikbal ihtimallerine namzed, uzaktan kır mı, kumral mı fark olunamayan sakalları çenesinden hafif hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahbus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucuyla sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarıyla bakan, güzel, o kadar meharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir koca koyuyordu.
O yaş ile iki çocuğun mevcudiyeti bu isimle şu yirmi iki yaşında kızın tantana ve servet emelleri arasında bir fazla açıklık teşkil edecek derecede mesafe bırakmıyordu. Zaten Adnan Bey o adamlardan biri idi ki, onlar için yaş en âdi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar?... Bilâkis Bihter'in hoşuna gidiyordu. Hattâ şu dakikada düşünürken bir tuhaflık bile buldu: «Bana anne! diyecekler, öyle mi? Mini mini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak!... Şu halde onu on yaşında doğurmuş olacağım. Hele oğlan!... Oh! Sahih ablamın hakkı var; Yumuk yumuk gözleriyle bir bakıyor ki...»
Onlara giydirilecek elbiseleri bile düşünüyordu, sonra acelesine kendisi de güldü.
Bu izdivaçta onu ne çocuklar, ne de Adnan Bey'in elli senesi korkutuyordu, bunlar öyle küçük şeyler kabilinden, idi ki asıl meselenin şaşkınlığı hemen örtülüveriyordu. Eğer Adnan Bey herkese benzer bir adam olsaydı, eğer çocuklar her vakit babalarının yanında görülen güzel g.'yinmiş o güzel bebekler olmasaydı, bu mesele çıkar çıkmaz omuzlarım silkecek, eniştesinin yüzüne bir kahkaha savurarak kaçacaktı. Lâkin Adnan Bey'le izdivaç demek Boğaziçi'nin en büyük yalılarından biri, o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lâmbaları, yaldızlı iskemleleriyle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter'in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dahtelâlar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor, bütün o çılgıncasına sevilip de almamayarak mütehassir kalınmış şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.
Bihter pek iyi biliyordu ki validesinin unutulmayacak derecede süren eğlence hayatı kendisine parlak, ve asıl kibar hayatını açacak bir izdivacı men eden kavi bir sebep idi. Firdevs Hanım'ın kızlarına, Melih Bey takımının artık sönmeğe yaklaşmış hâtıra şaşaasının bu son çiçeklerine nihayet eniştesine, şu Nihat Bey'e benzer bir talip çıkabilirdi.
Eniştesine fikrini irca ederken dudaklarında bir istihfaf handesi teressüm ediyordu. Kendi kendine: «Ahmak! diyordu; Selanik rıhtımının birahanelerinde öğrenilmiş Fransızcasıyla kendisine, meslek yapmak için İstanbul'a gelip de...» Bihter eniştesinin Peyker'e, sade geçici bir meftuniyetin hükmüne tebaiyet ederek değil, biraz da belki asıl ailenin münasebetlerinden istifade etmek, İstanbul'un kibar hayatına karışmak hevesiyle koca olduğunu bilirdi.
Kelimenin olanca kuvvetini veren bir telâffuzla ve bu defa açık sesle «Ahmak!» diyordu.
Evet, nihayet işte böyle bir koca!... Bir kaç yüz kuruş maaş, hısımından, akrabasından, bilinemez nereden ufak tefek yardımlar, daha sonra bir çocuk, daha sonra?... Bihter ellerini biribirine sürterek: «Daha sonra hiç!...» diyordu.
Birden aklına bir şey geldi, Peyker'in muhalefetine rağmen eniştesinin bu izdivaca taraftar olacağına hüküm verdi. Bu izdivaç ona müfid olabilir. Adnan beyin nüfuzundan, haysiyetinden bir fayl da bekleyebilirdi. Eniştesinin her türlü hissiyatı iskât edecek derecede menfaat gözettiğine kanaati vardı.
Onun bu meselede kendisine bir müttefik olabileceğine karar verdikten sonra kardeşini düşündü. «Zavallı Peyker! Adnan Bey ismini işittikten sonra ne tuhaf oldu. İşte bu işe mani olmak isteyeceklerden biri daha... Bu defa anneme âlâ bir muavin var, fakat...»
Cümlesinin aşağısını Bihter zihninde ikmale lüzum görmedi, ayağa kalkarak tekrar pencereden mini mini bahçeye baktı. Şimdi böyle yukarıdan şu özenilerek muntazam tutulmağa çalışılan bahçeciğe bakarken gözlerinde hülyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen bir istihkar nazarı vardı.
Bu köşecikte, şu fakir evceğizde, her zaman bir gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükleyerek geçen günleri, yirmi iki senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hattâ o zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik hayatının en güzel hâtıraları bile birden nazarında âdi ve hakir hiçler derecesine indi.
Sonra kendisini düşündü. Gözlerinin önünde kendi çehresini, kendi endamını, saçlarını, yolda geçerken görenlerin nazarlarından sevgiler, ihtiramlar toplayan o zarif, güzide heyeti gördü; bu hayale gözlerini süzerek gülümsedi. Bu güzelliğe refakat eden ufak tefekleri birer birer kendi kendisine saydı.
Firdevs Hanım'ın, hiç bir zaman bir valide tekayyüdlerini his etmeyen bu kadının ihmallerine, tesamühlerine rağmen - bu aileye mahsus fıtrî bir bilgiçlikle - Bihter de, hemen her şeyden bir parça bilirdi: Mecmuaları karıştırarak, hikâyeler okuyacak derecede Türkçe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar Fransızca, hattâ her vakit Tarabya'dan tedarik olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş Rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icab ederse gayet vakar ile, his ile okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş uduyla pek güzel refakat ederdi.
Bunlar öyle bir meziyet yekûnu teşkil ediyordu ki onun emellerini her halde bir Nihat Bey derecesinin fevkine kadar sevk etmek için kâfiydi; fakat annesinin hayat tarzı, bütün ailenin şöhreti o emelleri kapayan birer sed şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini emellerinin husulü imkânını ümid edebilmekten menettikleri için ailesine kalbinde derin bir husumet vardı! Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir intikam alma vesilesi bulmuş olacaktı!...
Artık tamamiyla karar vermiş idi. Bu kararından döndürebilecek hiç bir kuvvete mağlûp olmayacaktı.
Odasında gezindi, geçerken aynada kendisine tebessüm etti, orada artık kocasız kalmak tehlikesine mâruz biçare Bihter'i değil, Adnan beyin zevcesini güya selâmlamış, tebrik etmiş idi. Tekrar penceresine geldi, bir sarmaşık pancurun arasından girerek ona gülüyor gibiydi, bundan inoe bir filiz kopardı, düşüncelerinin humması arasında inci gibi küçük ve beyaz dişlerine götürdü; onu ısırarak, artık odaya çöken karanlığın içinde, dalgın dalgın, gözleri süzüldü; bahçenin çiçeklerine, çimenlerine baktı, bahçe şimdi değişmiş, hülyalarının türlü renklerle bir meşheri olmuş idi.
Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış kumaşları, bunların üzerine dökülen mücevherleri görüyordu. Burada bir kavsi kuzah parçalanmış, ondan yeşil, mai, sarı ve al ipek tufanları serpilmiş idi ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan, elmaslardan, firuzelerden mürekkep güneş parçaları dökülüyor gibiydi.
İşte, işte, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar ihtiyarının kabzası önünde en küçük bir emeline münkad ve amade bekliyor, mülevven gözleriyle onu çağırıyordu.
Ah! O zarafeti sadelikle araştırmağa mecbur edip de bu alınamayan şeylerin acısını, gizli hüsranını saklamak için sahte bir teneffür talim eden fakir hayat... Artık o hayattan, bunları görmemek için gözlerini kapamaktan usanmış idi.
Onlar çarşıya çıktıkça kıymettar bir mücevheri, ağır bir kumaşı kabalıkla itham ederek ellerinin anif bir hareketiyle iterlerdi: Evet, iterlerdi, fakat Bihter'in kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal mahşerinin nefais tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesiyle kardeşiyle uzun uzun tevakkuflarını tahattur ediyordu. Hemen her geçişlerinde şurada burada dururlar; mebhut bir sükût ile, biribirlerine göstermeyerek, bir mütalaa teati etmeyerek bunlarla kendilerine bir göz ziyafeti keşide ederlerdi.
Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir mini mini serçenin gagasında nohut kadar incisiyle saçlarının arasında mevkiini tâyin eder, beş dakikalık bir istiğrak içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince altın zinciri koparıp atmak isterdi.
Bugün bunların hepsinin tahakkuk edebileceğini düşünürken hayatının meskeneti daha vuzuh ve sarahat ile taayyün ediyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve şadakatle gösteriyordu. Bugünün hakikatini hülyasının tantanasına alışan gözleriyle seyrediyordu.
Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet intişar ederek onu müziç bir hava içinde kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler, atılan sandalyeleri, çatlamış eski ceviz dolapla yaldızlan silinmiş demir yataklığı, pencerelerden melûl ve mariz bir köhne eda ile sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için meharetin kifayet edemediği bu şeyleri uzak bir meskenet âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabilinden görüyordu. Sonra, birden, bu âlemin yanında ter ve taze, müzehhep, muşâşa bir konağın dehlizleri, odaları açılarak ziyalar içinde kaynıyordu.
Bunların içine kendisince geğelenip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer tahattur ettiği heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak, duvarları, hücreleri, doymak bilmeyen bir heves mebzuliyetiyle örtecekti. Demek, Adnan beyle izdivaç bütün bu şeyleri yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi, ne kardeşi dünyada hiç bir kimse bu hülyalarına kavuşmaktan menedemeyecek...
Kapısına vuruldu. Katina'nın sesi haber verdi:
- Sofra hazır!...
Bihter odasından çıkınca Katina'nın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini fark etti:
- Ne gülüyorsun? dedi.
Katina:
- Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!...
Sonra ufak ufak parlak siyah gözleriyle Bihter'i süzerek:
- Beni beraber götürürsünüz, değil mi?
Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vakanın bir sevinç medarı olarak tekrar edilmesinden kalbine bir fazla kuvvet geldi. Bu izdivacın, hariçte hasıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir burhan hükmünü almış idi.
Sofrada Adnan Bey'den bahsolunmamak için Firdevs Hanım her şeyden bahsediyor ve bu bahislere gözlerini tabağının içinden ayırmayarak somurtan Bihter'i karıştırmak, güya onunla alenî bir kavganın önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalender'de görülen kıyafetlerden, Yeniköy'e doğru geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, muzıka çalınırken bastonunu sallayarak ıslıkla dem tutan ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahsetti. Bihter annesinin bu gevezelikten maksadını anlıyordu. Birinci defa olarak validesiyle mühim, ciddî bir cenk yapmak lâzım geleceğini hissetti.
Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesiyle bakıştılar.Bu adamla beyinlerinde büsbütün silinemeyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne getirecek olan samimî bir münasebeti meneden irade haricindeki bir tevahhuş Bihter'i hemşiresinin kocasından uzak tutmuş idi. Bu uzaklıkta cismanî bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun kendisiyle göz tesadümünden, mesirelerde yabancıların musir bakışlarına karşı titremeyen nazarı ufak bir eza lerzişiyle ayrılmağa lüzum görürdü. Bu gece gözleri tesadüf edince Bihter nazarını çevirmedi; eniştesine musir ve onunla bir ittifak muahedesi akd eden derin mâna ile baktı. Onun gözlerinde kendisine muti bir nazar, bir teslimiyet gördü: böyle, yalnız gözlerinin sade bir bakışıyla aralarında bir ittifakın imzası teati edilmiş oldu.
Nihat Bey iki gündenberi kuşakları çözülmemiş gezetelerini açi-ederek Firdevs Hanım'a sordu:
- Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?
Firdevs Hanım evvelâ işitmemiş gibi:
- Katina! dedi, sürahiyi aiıversene...
Sonra damadına baktı:
- Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki... Evvelâ yaşlarda bir nisbet yok, ondan sonra çocuklar...
Firdevs Hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gaazp nigâhıyla bakıyordu. Yemek ağır bir sükût ile bitti.
Firdevs Hanım'ın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi.
Nihat Bey iki gündenberi kuşakları çözülmemiş gazetelerin açıyor: Peyker bahsi arzu edilmeyen zeminlere sevk etmekten ihtiraz ile sükûtu tercih ederek, san kalpaklı lâmbanın altında bir koltuğa gömülmüş, gözleri yarı kapaü, düşünüyordu. Bihter biraz dolaştı Dir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi, bu gece onda bir duramamazlık vardı.
Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana talik imkânım bırakmayan bir tez canlılıkla yapılması icab eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaç idi. Şehnişinin açık kapısından taze, müferrih bir b<ava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin beyaz bir gölge mübhemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek için şehnişinden gözlerini çeviriyordu. Ortada, masanın üstünde eski risaleleri karıştırmak, resimleri seyretmek istedi; fakat bunları bir karartı içinde görüyor, zihninde mütevali darbelerle vuran bir ses ona: «Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemeyecek olursa sabaha kadar uyuyamayacaksın...» diyordu. Annesiyle görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeğe başlamış idi. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar abalarında söylenmekten çekinilmiş ağır şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisini bu derece cebin olduğundan muaheze etti, ve Peyker gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti, sofanın ta öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü; başını kapının tül perdelerinin arasından soktu, «Size refakate geliyorum, anne!» dedi.
Hafif bir rüzgâr önlerinden denizi okşayarak, koyu siyah kütleleri koyu karanlık sularında çalkalanan sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini şikeste ve meftur hamlelerle sahile kadar uzatmağa çalışıyordu.
Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; halinde bir sokulganlık, annesinin dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yayaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarıyla başını kolunun üzerine dayadı; gözleri bu karanlık gecede sönük sönük, dargın dargın süzülen, bir yetim mağmumiyetiyle ıslak kirpiklerini titreten bir kaç ziya parçasına dalarak bir müddet gökleri seyretti.
Bir gece kuşunun perişan, münkesir pervazı gözlerini bir aralık sürükleyip götürdü. Annesi uyuyormuş gibi ona bir kelime söylememiş, sanki orada vücudundan habersiz durmuş idi. Bir aralık Bihter başını kaldırdı, karanlıkta annesinin gözlerini görmek istiyerek uzandı.
Tül perdelerin arasından süzülerek yavaşça şehnişine dökülen sofanın ziyası altında anne kız biribirine baktılar. Bihter gülümsüyordu; sonra yavaş, hafif, saçlarının arasından kayıp firar eden rüzgâra benzer bir sesle:
- Anne!... dedi, niçin Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?
Firdevs Hanım şüphesiz böyle bir suale intizar ediyordu, doğrulmayarak o da öyle yavaş sesle cevap verdi:
- Sebebim zannederim ki senin yanında söylemiştim.
Bihter gülerek omuzlarını silkti:
- Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif şeylerdi ki, bu izdivaca muvafakat etmemeniz için bilmem, kifayet eder mi?
Firdevs Hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmağa başlayan derunî heyecanını zabt etmek istiyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başını kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti.
- Seni bu izdivaca pek heves ediyor görmüyorum, Bihter!...
Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe geciktirmeğe çalışan bir sesle cevap verdi:
- Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı. Öteki kızınızın nihayet bir Nihat Bey'i zorla bulabildiğini pek iyi tahattur edersiniz. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir müracaat vukuuna vâkıf değilim..
Firdevs Hanım:
- Beni mütehayyir ediyorsun, Bihter! dedi; mutlaka gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın...
Bahsi sükûn ile bitirmek için azm etmekle beraber Bihter birden, her vesile ile parlamağa müheyya olan tabiatına mağlûp oldu. Keskin bir sesle:
- Oh! Taaccüp edecek bir şey yok anne! dedi, yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak, kabul edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeğe lüzum görürse acele etmiş olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan Bey'i red etmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir kız için düşünülebilir. Fakat, kabahat kendisinin olmadığı halde kimbilir nasıl sebeplerle koca bulmaktan ümidini kesen bir kız..
Bihter'in sesine gittikçe asabı bir ihtizaz geliyordu. Boğazın sakin sularını yararak Karadenize doğru yol alan cesim bir yük vapurunun velvelesi Bihter'in son sözlerini boğmuştu. Firdevs Hanım şimdi büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta yekdiğerini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze, nefes nefese, gözleriyle birbirini araştırarak duruyorlardı.
Firdevs Hanım sordu:
- Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lâkırdı söylemeğe başladılar?
Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığiyle gelen bu kız, artık silâhlarım çıkarmıştı; derhal cevap verdi:
- Anneler anlaşılamayacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına mümanaat etmeğe başlayalıdanberi...
- Bihter!... Annene karşı idare edilecek lisanı tâyin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim, zannediyordum.
Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamış idi. Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofradakiler, Nihat Bey'le Peyker, belki işidebilirlerdi. Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi annesinin cildine dokunarak cevap verdi:
- Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet ihsas edememiş olmanıza hami etmek doğru olur. Teessüf ederim ki, size birinci defa olarak ihtimal bir daha unutulmayacak şeyleri söylemeğe mecbur oluyorum; fakat kabahat sizin... Kızınızı muahezeden evvel bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz. Adnan Bey'i niçin red ettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yaşlarıyla çocukları için, diyeceksiniz. Nihat Bey'in de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı? Halbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker'e yapmış idiniz. Nihayet mağlûp oldunuz, bu defa yine mağlûp olacaksınız, fakat bu mağlûbiyet size daha acı geliyor, çünkü...
Firdevs Hanım hırsından boğularak sordu:
- Çünkü?...
Bihter, şimdi karşısındakinin ıztırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde kanırtarak çeviren bir vahşet insaf sızlığiyle söylüyordu:
- Çünkü? İşitmek istiyorsunuz öyle mi?... Çünkü, ben de bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu istemiş olsaydı...
Firdevs Hanım'a artık zaptı mümkün olmayan bir hiddet feveran etti; elinin tersile, Bihter'in ağzından cümlesinin aşağısını tevkif etmek istiyerek, çarptı. Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir tekallüsüyle annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından ıslık çalan bir sesle:
- Evet, onu istemiş olsaydı, dedi; koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı...
Firdevs Hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel mariz asabından kalan bir kuvvet bakıyesiyle isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddettenberi her mubahasede artık mağlûp eden çocukça bir zaaf, cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti; ve bütün hayatının cezası bu gece kışının ağzından dökülen bir kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katre ile ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargır yıldızları altında uzun uzun ağladı.
Bihter, birden, onu ağlıyor görünce, istemeksizin, düşünmeks zin, belki iki buse arasında bitirebilmek ümidiyle başlanıp da göz yaşlarıyla bitirilen bir mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda kırmızı fenerin ateşin bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu.
Meselede galip çıktığından emin idi, bütün annesinin bu göz yaşları onun galibiyetine birer burhan demekti; lâkin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyleyecek olursa kendini zapt edemeyeceğinden korktu. Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlayan dalgaların çarpıntısı arasında annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu: kalblerinde valideyi çocuk larına rapt eder. hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benziyen bir anne ile kız, derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar.
İkisinin arasında kırılmış bir şey, lâkin yapılmış bir izdivaç vardı.
Bu gece Bihter odasına bir zafer neşatıyla girdi. Şimdi artık tahakkuk edeceğinden emin olduğu hülyasıyla yalnız kalmak için acelj ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri hareketleriyle soyundu, omuzlarından kayan gömleğiyle pencereye kadar gitti, pancurları çekti, camı indirdi, kandiil yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çoraplarını çekip attı; her şeyden uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasıyla beraber kalmak için yatağına girdi, eliyle cibinliği çekti.
Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgeleriyle boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin irileşen, nisbet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku nefesi uçmağa başlıyordu. Yalnız - ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi- yataktan, cibinliğin arasından küçük, tombul bir ayak sarkıyor, asabı bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet mânasıyla güya bu emel yatağına takım takım hülyalar çağırıyor; «Evet! diyordu. Buraya geliniz mutantan yalılar, beyaz kikler, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o müzehhep emeller... Siz, hepiniz, buraya geliniz...»
Not
[değiştir]- ↑ İstanbul Boğaziçi'nde bir semt.